her

her
elbette sanatın her türü ve her ürünü için geçerlidir bu ve bir filmin ifade edebilecekleri izleyecisine bağlıdır her şeyden önce. bu yüzden bu filmden black mirror tadı almak da, kendisini "romantik" bir film olarak kabul etmek de, "bilim-kurgu" türüne ait görmek de mümkün. filmin çok fazla derdi var zira, hangisini daha çok paylaştığımızla ilgili biraz bu tat ve ben kendi adıma, kendisinden bir dram olarak, hem de uzun zamandır izlediğim en sağlam dramlardan biri olarak bahsedeceğim.

hikaye yakın bir gelecekte geçiyor, teknolojik imkanlar bugünkünden çok ileri düzeyde değil, yakın bir gelecek için öngörülemeyecek türde de değil; bu sebepten kendisini bilim-kurgu kategorisine dahil etmek pek doğru olmaz. bütün gelişmeler iletişim ve bilgisayar teknolojisi üzerindeki gelişmelerden ibaret zaten, bu sebeple bizim mevcut dertlerimizden çok uzak dertleri de yok bu filmin. ancak gerek black mirror'dan, gerekse daha da ileri teknolojilerin kurgulandığı bilim-kurgu türü yapımlardan, teknolojinin insan ilişkilerine olumsuz etkisini konu etme kısmında epey uzaklaşıyor, zira bu anlamda bir eleştiri getirmiş olan örnekler içinde bile bu kadar ağır bir karamsarlık yok.

eğer günümüz teknolojisi ile bütünleşmiş, insan profilini ve insan ilişkilerini normal bulacak şekilde çağın bir parçası haline gelebilmişseniz, bu filmi kadın-erkek ilişkilerini, aşkı ya da duyguları, biri sanal biri gerçek olmak üzere iki ilişki üzerinden ortaya koyup, bir anlamda acıdan ya da ayrılıktan kaçmanın imkansızlığına gönderme yapan bir hikaye olarak kabul edebilirsiniz. ancak hikayenin en büyük derdi olan "gerçeklik" kavramıyla, henüz sanal gerçeklikleri sindirememiş olmaktan gelen bir probleminiz varsa, içinde yaşadığınız zaman ile uzlaşamıyorsanız, sıkıcı bir gerçekçilikten kurtulamıyorsanız, aynı hikayede bambaşka şeyler görmeniz, en az hikayenin kendisi kadar karamsarlığa düşmeniz, hatta gördükleriniz yüzünden acı çekmeniz neredeyse kaçınılmaz.

film bütün ilişkilerini ve ifadelerini teknolojiye kurban vermiş olan insanoğlunun, tüm bunlara rağmen, doğasını değiştiremediği ve duygularından kurtulamadığı için, onları türlü çeşit sahtelikler içinde gerçekmiş gibi yaşamaya çalıştığı bir dünyanın içine sokuyor bizi. başkalarının "var olmayan" duygularını taklit ederek, onlar adına, istedikleri kişileri mutlu edecek, onlara bir şeyler hissettirecek mektuplar yazarak hayatını sürdüren bir adamın, o sahte mektupları yazarken yüzünde sahte ifadelerin canlandığını, onları yaşar gibi yaptığını izleyerek başlıyor ve bir şeylerin ne kadar tuhaf olduğunu daha hikayenin başında fark ediyoruz. "içinde bir parça kadın taşıdığını" düşündürecek kadar duygusal olan kahramanımız, gerçek duygularından kaçmak için sahte bir ilişki yaşamak isteyip sohbet odasına girdiğinde, karşısındaki kadın bir sesten ibaretken ve yüzünü görmezken dahi, o duyguları gerçekten yaşıyormuş gibi yaparken aslında kendini kandırıyor yine, ki başka türlü yaşama şansı da yok zaten; yaşamayan bir adamın yaşıyor gibi yapmasından başka bir şey değil tüm bunlar. üstelik, hikayede göreceğimiz diğer karakterlerin yanında normal kabul edilebilecek bir insan kendisi, zira insanların hepsi kafayı yemiş ve daha da kötüsü, nedenini anlamak hiç de zor değil.

buradan sonrası, yani kahramanımızın bir yapay zeka ile olan ilişki(!)si, hikayenin yine gerçeklik kavramıyla olan ilişkimize bağlı olarak çok farklı anlamlar yükleyebileceğimiz asıl kısmını oluşturuyor. bu noktada ben, yapay zeka denilen kavramın, ne kadar gelişebileceği varsayılırsa sayılsın, yapay olduğunu bir an bile unutmayacak kadar gerçekçi bir insan olarak, filmde yapayalnız bir adamın, bir daha hiçbir şey hissedemeyecekmiş gibi hisseden bir adamın, hayatta sadece bir tane gerçek insana sahip olan bir adamın, her gün işte, evde, sokaklarda, koca bir yalnızlığı, kendisini kandırarak yok sayışını izledim. çünkü bana "seninle tartışmak istemiyorum" deyişine ne kadar gülmüş olursam olayım, komik olanın siri değil, onu tasarlayan insanlar olduğunu bilecek kadar gerçekçi ve sıkıcı bir insandım ben, hayatımda tek bir insan kalmasa bile telefonumla konuşmak bana keyif vermezdi. samantha'nın söylediği şeyler önemli değildi, gerçek bir insanı ne denli taklit edebildiği önemli değildi, ne kadar gerçekçiyse o kadar saçma ve o kadar acıklıydı o diyaloglar hatta. film hakkındaki yorumları okurken, izleyicinin de neredeyse kahramanımız kadar garip olduğunu, tüm bunlara bir anlam yüklediğini; yapay zekanın duygularından ve yalnızlığından bahsettiğini, sekizbin küsür kişiyle daha konuştuğunu duyunca ciddi ciddi şaşırabildiğini, hatta bunu bir ihanet kabul ettiğini görünce, günümüz insanının sorunluluk bakımından pek geri kalmadığını görmek de bir o kadar kötüydü belki. bu denli gelişmiş bir işletim sistemi hayatımıza bugün girse, işletim sistemine aşık olmanın doğal kabul edilebildiği bir dünya yarın kadar uzak olacak bizlere sanıyorum.

böyle bir yalnızlık hikayesi için daha etkili bir anlatım biçimi düşünülemez ve her şeyi tek başına oynayacak/yaşatacak bir karakter için joaquin'den başkası seçilemezmiş zaten. kendisinin oscar ile ilişkisini yıllardır "akademiye kafam girsin" cümlesiyle özetliyorduk ki bu derdi the master performansı ile tamamen aştık çok şükür. sadece sesiyle de olsa scarlett johansson ve the master'dan sonra bir kez daha amy adams, ebedi aşkımızın yanına yakışan güzellikler olmuşlar bu filmde. spike jonze ise yeni bir keşif oldu benim için, güzel de bir keşif oldu şüphesiz.

film kendine ve beynimizde yarattığı karmaşaya yakışır şekilde sona eriyor ki derdi büyük olan bir film insanı bir yerlere ulaştırmaz, ortada bırakır genelde zaten. ancak ben kendisinin yarattığı asıl karmaşaya girmeyi her ne kadar istemesem de, yazımı o karmaşayı yaratan cümleyle bitirmekten de geri duramıyorum.

"farkına vardım ki, burada sadece kısa bir süre için bulunuyoruz. ve burada olduğum sürece, kendimi bırakıp tadını çıkarmak istiyorum. yani, siktir et."