hayatımın şu son zamanlarında, gitgite yalnız hissetmeye başlıyorum kendimi koca dünyada. ben, hissetmediği şeyleri yazabilen bir adam olarak değil, tamamiyle içerisinde bulunduğu durumu yazan bir savaş muhabiri edasıyla anlatıyorum şimdi içinde olduğum yeri.
bir yalan söylemenin en kötü yanı, bir süre sonra ne dediğinizi hatırlama zorunluluğunuz olmasıdır. ben de tam burdayım işte, benden başka kimsenin olmadığı koca bir boşluğun içerisinde, etraftaki anlamsız işaretlere bakıp duvara kanla yazılmış "x was here" yazılarıyla kendimden geçiyorum; hoş, yakından bakınca kanla değil salçayla yazma sahtekarlığına bürünülmüş görünüyor olsa da, bu garip tek başınalık dünyasında her doğru yalan, her yalan doğru ve yadsınamaz birer gerçek oluyor. ve elleriniz gerçeklikten, somutluktan uzaklaştıkça, elinizde sizi mutlu edebilecek tonlarca şey olduğu halde bu boşlukta onlar yokmuş gibi yaşıyor, gitmesinler diye yalanlara iyice hapsoluyorsunuz. ve aslında ters mantık; kaybetmek istemediğiniz herkese yalanlar söylüyorsunuz, bedeli, hepsinin gitmesi oluyor.
ve hapsolduğunuz bu yanılsamada, artık tek gerçekliğin ellerinizin saydamlığıyla oluşturduğunuz bu anlamsız işaretli boş dünya olduğunun farkına varıyorsunuz. öyle bir dünya ki, hapsolduğunuz yalanların bu dünyasını sizden başka hiç kimse keşfedecek kadar güçlü olamamış; ve her gücün bedeli olduğu gibi sizi yalnızlaştırmış. koca bir boşlukta yankılanmayan çığlıklar, ince kıpırtı sesleri, toprak ve kürek gürültüleri...
gerçeklik, toplum ahlakı çerçevesinde soluk alınıp verilen bu maddeler dünyası ve yalanlarıyla bile fazlasıyla gerçek. ve aslında hayattaki en büyük yalan, "gerçeklik" içerisinde yaşamamız ve yapmamız gereken her şeyin "zorunlu" olduğunun empoze edilmesidir. okul örneğin, aile, vatan, askerlik... yalan olduğu kadar adaletsiz ve zalimce...
asıl önemli olan, hapsolduğunuz dünyanın sizin için bir savunma kalkanı mı, yoksa ölüme son bir adım mı olduğunu anladığınız anda kemale erip ermeyeceğinizdir.
ve maalesef ben eremedim, işin acı yanı, kazanıp kaybettiğimi bile bilmiyorum...
bir yalan söylemenin en kötü yanı, bir süre sonra ne dediğinizi hatırlama zorunluluğunuz olmasıdır. ben de tam burdayım işte, benden başka kimsenin olmadığı koca bir boşluğun içerisinde, etraftaki anlamsız işaretlere bakıp duvara kanla yazılmış "x was here" yazılarıyla kendimden geçiyorum; hoş, yakından bakınca kanla değil salçayla yazma sahtekarlığına bürünülmüş görünüyor olsa da, bu garip tek başınalık dünyasında her doğru yalan, her yalan doğru ve yadsınamaz birer gerçek oluyor. ve elleriniz gerçeklikten, somutluktan uzaklaştıkça, elinizde sizi mutlu edebilecek tonlarca şey olduğu halde bu boşlukta onlar yokmuş gibi yaşıyor, gitmesinler diye yalanlara iyice hapsoluyorsunuz. ve aslında ters mantık; kaybetmek istemediğiniz herkese yalanlar söylüyorsunuz, bedeli, hepsinin gitmesi oluyor.
ve hapsolduğunuz bu yanılsamada, artık tek gerçekliğin ellerinizin saydamlığıyla oluşturduğunuz bu anlamsız işaretli boş dünya olduğunun farkına varıyorsunuz. öyle bir dünya ki, hapsolduğunuz yalanların bu dünyasını sizden başka hiç kimse keşfedecek kadar güçlü olamamış; ve her gücün bedeli olduğu gibi sizi yalnızlaştırmış. koca bir boşlukta yankılanmayan çığlıklar, ince kıpırtı sesleri, toprak ve kürek gürültüleri...
gerçeklik, toplum ahlakı çerçevesinde soluk alınıp verilen bu maddeler dünyası ve yalanlarıyla bile fazlasıyla gerçek. ve aslında hayattaki en büyük yalan, "gerçeklik" içerisinde yaşamamız ve yapmamız gereken her şeyin "zorunlu" olduğunun empoze edilmesidir. okul örneğin, aile, vatan, askerlik... yalan olduğu kadar adaletsiz ve zalimce...
asıl önemli olan, hapsolduğunuz dünyanın sizin için bir savunma kalkanı mı, yoksa ölüme son bir adım mı olduğunu anladığınız anda kemale erip ermeyeceğinizdir.
ve maalesef ben eremedim, işin acı yanı, kazanıp kaybettiğimi bile bilmiyorum...