sözlerinin güzelliğini ilk fark ettiğimde ortaokuldaydım sanırım. çok yadırgamıştım da aynı zamanda. aşık olan bir kişi kadın veya erkek fark etmez nasıl unuturdu sevdiğinin gözlerini. aşk gözlerde başlamaz mıydı çoğu zaman, yoksa bize mi yanlış anlatılmıştı ? neydi aşk bilmiyorduk ki, henüz bizim için üstüne istediğini yazabileceğin boş bir sayfaydı, tanımını zamanın ve yaşananların yapabileceği.

sonra bir gün sen çıktın karşıma ve dedin ki 'eğer sen olmasaydın bu şehre bir daha adım atmamaya yemin etmiştim'. bu kadar büyük bir söz, varlığının önemini kavratan bir sevgi ne görmüş ne de duymuştum. varlığın o kadar önemli ki yeminimi bile çiğnerim demekti bana göre meali. kolay kolay yemin etmediğim ve verdiğim her sözü mutlaka yerine getirdiğim için büyüttüm belki de gözümde seni. seni ben sandım, benim gibi sözünde duran biri sandım. tamam hemen bütün suçu sana atmayalım. belki de sevgiye açtım, çevremde herkes kumrular gibi çift halinde dolaşırken ikili sürüden ayrılan tek kişi olmak rahatsız ediyordu. karşıma çıkan sen değil de başka birisi olsa bile hazırdım her şeye. belki de bu yüzden yaşandı her şey.

yemininin temelinde yılların açtığı derin yaralar vardı. sevginle dolan yüreğimle sarmak istedim her birini. bilemedim ki zamanın ve farklı insanların açtığı yaraları yine ancak onlar sarabilirdi. sevgim yeter sandım hayata bağlanmana, kendine güvenini yeniden kazanmana. gülmezdin hiç, hep bir acı saklıydı bakışlarında. bu yüzden önce gülmeyi unuttum seninle. yanındayken utanıyordum gülmekten, hayatın renklerinin içinde saklı olan güzellikleri fark etmekten. sen küsmüştün hayata. senden daha önemli ne olabilirdi ki o anda, hayatın renklerini birlikte yakalardık nasılsa.

kendine her hakaret ettiğinde sanki hakaret edilen benmişim gibi inciniyordum. 'ben salağım, dangalağın tekiyim, nasıl kandım' dediğinde sanki kandırılan benmişim gibi üzülür ağlardım seninle birlikte. bir süre sonra ilişkimiz içinde yapmaya başladın bu hareketleri. her unuttuğun önemli şeyde, gerçekten suçlu olduğun söylüyordun bunları aslında. ama beni öyle seni savunma gerekliliği içgüdüsüyle doldurmuştun ki istemesem de savunuyordum seni, gönüllü olarak senin yerine. 'hayır birtanem, hatalı olan sen değildin, ben hatalıydım. sen yanlış yapmadın' diyerek kendimi suçlamaya başladım. yavaş yavaş sen haklı ben haksız konuma düşmeye başlamıştık.

komik tarafı ne biliyor musun? bana göre o kadar doğaldı ki seni savunmak, seni savunurken kendimi suçladığımın farkında bile değildim. sana özgüven kazandırayım derken özgüvenimi kaybettiğimin farkına varmam yıllarımı aldı. artık sadece seninleyken değil senin olmadığın ortamlarda bile en ufak bir hatada kendimi suçluyordum ki çoğu zaman hatanın benimle ilişkilendirilmesi bile mümkün değildi.

en büyük suçum senin sahip olmadıklarına sahip olmaktı aslında. seven ve her koşulda güvenen bir aile, başarılı ve kendi isteklerim doğrultusunda bir eğitim, özgürlük ve özgüven. ailemin yıllarca çabalayıp kazandırdıklarını senin sevgin uğruna feda ettim. ama bunu fark etmem için çok zaman geçmesi gerekti, farkına vardığımda ise artık çok geçti. yıllarca nakış nakış işlemiştin her şeyi yüreğime sevginle birlikte. seni sen yapmaya çalışırken ben sen olmuştum. belki de bu yüzden ihtiyacın kalmadı bana. yine haklıydın her zamanki gibi, kim isterdi ki özgüveni olmayan bir sevgili.

çok sonra bir melodi ta geçmişten geldi takıldı dilime. 'duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini.'
sahi, benim gözlerim ne renkti?