çok yakın tarihler değildi, konuşarak yaklaşamayacağımız kadar uzaktı zaman. insanların üzerine etiketler yapıştırdığı herhangi bir günün, yine insanların giydirdiği ve uyguladığı ve vazgeçemediği herhangi bir zaman diliminden birisiydi, hatırlamıyorum. sadece sonsuz bir körlüğe sürüklenen aklımın içerisine düşürüldüğü karmaşanın derin sıyrıkları vardı aklımın küf tutmaya yüz tutmuş, kaygan yolları olan, pek kullanışlı gibi gözükmeyen ağır hasarlı yollarında. içerisine girdiğimde katiyen bir yolsuzlukla karşı karşıya kalırdım, bir labirent gibi hiçbir zaman bunun içerisinden çıkamıyordum. yıkıktı, yoruyordu, kanatıyordu ve ben sağır gözlere sahiptim. özürlü diyorlardı, özrüm ise hissizlikti. hiçbir şey bende bir duygu yoğunlaşması yaratamıyordu artık, dışarıdan bakınca öylesine sakin ve cezp edici bir kaygı yumağına dönüşüyordu ki, bana bakınca tasasızlığıma özenen insanlara şaşar olurdum ve hissizliğime bir ilmik daha eklerdi bunlar. delirmenin en uç noktasıydı hissizlik ve toplum fark etmeden onu cezalandırıyordu, en ücra köşelerine hapsediyordu bu his özürlüleri.

ve ben böyle bir körlükte kabul ettim artık özürlülüğümü. özrüm aklımdaydı, hissizlikti özrüm.

uyuyamazdım, savaşlar olurdu zihnimde, binlerce hayal birbiriyle çatışırdı, gözleri yoktu hiç birinin. kontrol edilemezlerdi, çoktular ve bir süreden sonra zihni zapt ederlerdi, baş edemezdim hiçbiriyle. gözleri olmazdı ya bunların, gözyaşları sözcükler olurdu ve uçuşur fütursuzca aklın karanlık duvarlarına acımasızca yapışır, unutulması imkansız eziyetlerle süslerlerdi oyunlarını bana karşı. düşünüldükçe zindana çeviriyordu insanın kendi kendine kurduğu bol bol kendini yiyebileceği bu neden kurulduğu bilinmeyen ve ne zaman sonuçlanacağını kurgulayıcısının bile bilmediği acı çekiş savaşlarının sahnelendiği savaş alanı. orada düş kaybından hayallerle yüklü insanlar ölür ve o insanlar çiğ ağıtlarla gömülürdü. ağızda öyle acı bir tad bırakırlardı ki uykuyu zindan ederler ve gece üzerinde yürütmezlerdi zamanı, zaman bu savaşlarda asılı kalır, tüketemezdi bir türlü kendini. sabahı nasıl yapardım, ıslanmış buz gibi yanan vücudumdan çarşafa işleyen terimin kokusuyla hiç bilemezdim. derin çiziklerle dolu uyuyamayış nöbetleri takip ederdi işte böyle seni. kesici ve delici aletler kullanman yasaklanmıştı kanunen ebeveyn diye nitelendirilen insanlar tarafından. serbest olsa beynimi çoktan yerinden sökmüş, 'nedir bunların tüm sebebi' diye kendimce düşünsel incelemelerde bulunurdum. ama başkalarını düşünmek, kendini düşünmenin hep bir adım önünde duruyordu bu hissizlikte bile.

uykulardan vazgeçtim işte böyle geç(mey)en gecelerin susuzluğunda. uykusuzluk benim için bir problem değil. problem bu bol dişli zamanlarda düşünmek, insanları ve beni bu hale sürükleyen şeyleri düşünmek, düşünmek ve kendi aklımı tüketmek, yeterince diş izi bırakıyor ruhum üzerinde.

insanoğlu çok garip gerçekten düşününce. yürümek istediği yollar var her birinin ayrı ayrı ve o yolları yürüttürmeyen engeller konuluyor sürekli önüne, başkaları tarafından bilinçli bir şeklide. ve kendi yürüyemeyişlerinin acılarını başkalarından çıkarmayı bir hırs olarak niteler insanoğlu, buna şaşarım işte. kör bir dövüş içerisinde anlamsız bir kargaşaya hapsolmuş insan hırstan nasıl bahsedebilir ki en büyük derdi bir başkasında yer edinebilme, statü sahibi olabilme, daha iyi yaşam şartları olmuşken? en önemli problemi bir insanın kalbine hükmedilme ya da hükmedememe olan bir insan, nasıl olurda zamanın kıymetini bilebilir ki? en büyük derdinin zamansızlık olduğundan yakınır bir de üstelik. zamana yüklemek ne kadar da kolay değil mi suçları, hal bu ki zamana da etiketleri yapıştıran kendisidir insanın. kör dövüş diyorum ya hep, işte burada başlıyor ve ben bunları insanlara anlatmaya çalıştıkça özürlülüğüm yüzüme vuruluyor. fark etmiyorlar özürlü kendileri, aynaya bakıp sadece bakmayı değil görmeyi de öğrenebilseler. bunları anlattırmıyorlar kendileri ve benim gibi bu yüzden sumayı tercih eden milyonlar var. işte bu yüzden kimsenin anlam veremediği insanlara haykırdığım suskunluklarım. beni anlayamayışları, kendi anlayışsızlıkları, kendi körlükleri benim özürlülüğümün göstergesi oluyor. anlaşılmamak gibi bir korkusu olmasa insanın daha farklı konumlara getirebilir kendisini. bunu fark etmek yerine, hırs adı altında bir başkasının yürüyemeyişlerini sağlamayı yeğliyorlar. hayat iğrenç kokuyor bu yüzden, güzel kokuları sevmemin nedeni de budur. her akıl özürlü, güzel kokuları sever.

hiç üzülmüyorum böyle bir gözlüğüm olduğu ve insanları daha rahat süzüp böyle bir yaftalamaya yakıştırıldığım için. yaftalama bile değil, gerçek, normal değilim. belki de normal benim, hayat anormalleri normal gösterme üzerine kurulmuş oyunların tamamının toplamı. o kadar çok anormal şey normal karşılanırsa, normal insanların anormallikle yaftalanması da normal geliyor tabii artık insana. kendi gibi olamayanı dışlamakta üzerine yoktur insanın. ya ona benzeyeceksin ya da dışlanacaksın, bu apaçık söylenmez ama bilinçaltına öyle bir işlemiştir ki, çok tehlikeli sonuçlara götürür sahibini. hayatın her noktasında bu durumla yüz yüze kalmak bile normal, düşünün. ben düşünüyorum, düşündüğüm için, insanlara yabancılaştığım için özürlülükle yaftalanıyorum. ve halimden şikayetçi değilim. yaptığım ise deliliğe övgü değil, bakış açısı belki de sadece. uyumaksa akıllara takılan, normal hayatta gözlerimiz açıkken bile uyutulurken, bu halde gözlerim kapalı uyuyamamak daha cezp edici geliyor. gözleri açıkken uyumayı meziyet yeğliyorlar ya, sonra bana deli diyorlar; deliriyorum.

bir delinin notları - aspirin