korku ile alakalı bir şeyler yazmak vardı aklımda. şunu dile getirecektim kısaca, büyük bir yazar olabilmek için korkuyu yakından tanımak lazım. bu korkunun manasını bilerek tanımak değildir. bir sözlüğü açıp korku bu demekmiş ya da ay şu film çok korkunçtu, şu adamın başına gelen kaza o kadar korkunçtu ki korkudan yarıldım tarzında yaklaşımlar korkuyu tanımak ve bilmek olamadığı için özellikle yazan insanlarda bir yazar olma istidadı varsa ve akabinde bunu korku ile hemhal olma da eklenmişse amiyane tabirle orada ekmek vardır. bu yüzden üzülerek söylemeliyim ki yazma serüveninde ite kaka, düşe kalka ilerleyenlerden çoğu belki yazar olarak anılabilir; ama kesinlikle çağını etkileyen büyük yazarlardan ya da etkilemeyen büyük yazarlardan olamayacaklardır. ha şuna getirmek istiyorum sözü, karşınızda büyük bir yazar namzeti var. evet son derece ciddiyim.
olayımız şudur ki:

dağlı osman bizim köyde yaşamakta olan bir adem evladıdır. dağlı denmesinin sebebi hakikaten dağdan gelmesidir. bizim oralarda yüksek yerlerde ikamet edenlere atmaca yerine dağlı denir. bu dağlı osman da herhalde zamanında yükseklerde olmaktan sıkılmış olacak ki ovaya inmeyi, ovanın sıcağında kavrulmayı arzu etmiş ve pılını pırtısını toparlayıp düze inmiştir.

kendisinin evi köyün dışında, gebere hadisesinde anlattığım dağların mekanına yakındır. büyük ihtimalle kendi evini kendi yapmıştır zamanında. kaç tane çocuğu olduğunu tam kestiremiyorum; ama kalabalık bir ailesi olsa gerektir.

biraz tasvir yapmak gerek bu noktada: evimiz köyün hafif dışındadır. büyük bir bahçesi, bu bahçenin etrafında uzanan envai çeşit meyvenin, sebzenin bulunduğu bağlar bahçeler, tarlalar takkalar... aslında evle bahçe arasındaki pek de yüksek olmayan duvarı saymazsak bahçemiz daha da büyük olacak, evin merdivenlerine kadar dayanacaktır. ama zamanında bir duvar çekilmiş, bu duvarın bir tarafında büyük bahçe, diğer tarafında ondan ayrı düşen küçük bahçe kalmıştır. küçük bahçede çiçek çeşidine ehemmiyet verilmiş olup, sümbülden, güle, menekşeden, zambağa, kaynanadilinden karanfile, vb mevcuttur.

bu küçük bahçe evimizin etrafına çevrilen ve büyük bahçeyle onu ayıran duvarın devamı olan daha yüksekçe bir devam duvarı tarafından çevrilmiştir. bu duvarı iğfal eden bir arık(kanalcık) vardır. arık yukarı taraftan gelip büyük bahçe duvarını deler geçer ve bahçenin kıyısından, aşağıdaki kanala kadar akar, kanalın üzerine yerleştirilmiş olan yaklaşık beş metre uzunlukta, 80 cm çapında iki çelik borudan geçip kanalın diğer tarafında devam eder. işte kanalın diğer tarafındadır dağlı osman'ın evi.

merak edilebilir, bu arıktan akan su nedir diye? dağlarda biriken kar suları ve yağmur sularıdır. zamanında köyümüzü çevreleyen bu arıklar sayesinde birçok bahçe beleş sulanmakta ve ekonomiye büyük bir katkı sağlamaktaydı; ama artık yağmur pek ıslatmadığı için yeri ekonomik çalkantılar olmakta memlekette.

bu kadar tasvir yeter. şimdi bendenizi sanki o andaymışız gibi hep beraber izleyelim: mavi demir kapıyı iteleyip çıktım, ayakkabılarımı giydim, şöyle bir baktım uzağa, sabahın körü, güneş tam belirmemiş. merdivenlerden indim, bahçe kapısına kadar yürüdüm, açtım, ardından kapattım, arığın bahçe içine diğer taraftaki ağaçları sulamak için geçen kolunun üzerinden atladım, bağların arasından yürüdüm, sonra zeytinliği geçtim, kanala geldim, kanala gelince sağa döndüm, dikenli bitkilerin arasından yürümeye başladım, anayola geldim bir süre sonra, sabahın köründe araba yok zaten, hemencecik geçtim, biraz durdum, etrafta köpek vb var mı diye izledim ve dinledim, hemen ilerde çöplük var. çöplüğe geldim(belki bundan yıllar sonra belki de önce, sapanla kırdığımız şişelerin parçalarının güneşte parıldayışına baktım) ve önümde uzanan tepeye çıkmaya başladım. bir süre sonra ayağıma yapışan pıtırakları temizlemek için durdum, temizledikten sonra aşağıda kalan köyümüze baktım, evimizi aradım; ama ağaçların arasında kaldığı için göremedim ve çıkmaya devam ettim. tepenin zirvesine çıkınca gideceğim rotayı belirlemek için şöyle bir göz gezdirdim. ve tepenin hemen ötesindeki diğer tepeye çıkmak için yollandım. bir süre aşağıya doğru indim, sonra tekrar yukarıya doğru çıktım. artık köy pek görünmüyordu. tabii ilerlerken gebere bitkilerini de es geçmediğim not edilmelidir. bu yüzden ilerlemem bir miktar yavaş. bir ya da iki saat kadar sonra incir ağacımın bulunduğu noktaya geldim, altındaki kayaya oturdum ve tam karşı tepede görünmekte olan dağlı osman'ın gebere tarlasına hayran hayran bakmaya ve bundan iki saat kadar sonra yanımdaki torbaların ağzına kadar dolacağını düşünmeye başladım. düşündükçe daha bir zevk aldım ve hemen yola koyulsam iyi olacak deyip aşağıya doğru inmeye başladım. dağ yamacı alabildiğine çukurlardan oluştuğu için pek de düzgün yürüdüğüm söylenemez. devlet ne zaman diktiyse buraya zamanında tonla çam ağacı dikmiş, o yüzden her yer çukur. bu çukurlardan ötürü bazen hızlandım bazen sektim, bazen tane tane attım adımlarımı. birkaç tane dikenli teli geçmem gerekti, sonunda aşağıya kadar inebildim. şimdi tekrar yukarı çıkmam gerekecek. aslında şu anda bulunduğum noktaya aşağıdan gelinecek bir yol var; ama orası pek de benim kullanmadığım bir yol. yukarda olmak özellikle yalnızken buralarda daha güvenli. dağlı osman'ın karşımda duran dağın tepesinde olan tarlasına doğru yürümeye başladım. oraya gitmek biraz daha meşakkatli. çünkü dağlı osman denen adam tarlasındaki geberelere birinin dadanıp dadanmadığını görebilmek için artık saat başı mıdır yoksa belirli saatlerde midir bilinmez dürbünle izliyor. eğer sizi görürse uzaklardan ağır bir ses geliyor, ensenize yapışıyor. bir iki defa başıma gelmiştir. hele ilk seferinde. ben gebere cennetine düştüğümü zannederken, önümde duran gebere bitkilerinin her yerinde güzelim geberelerini salınışına şahit olurken, yanımda getirdiğim torbaların buna yetmeyeceğini hesap ederken ve tam bir noktadan girişmişken uzaklardan bir ses geldi, dayandı, laaaaannnnn!!!!!!! çekil git oradan!!!!!!(sanırım böyle bir şeydi, küfür de olabilir) o yüzden çok dikkatli olmam lazım. bunun için de tarlaya en uzun yoldan dağlı osman'ın beni göremeyeceği bir noktadan çıkmam lazım. çıkacağım nokta da biraz dik olduğu için tırmanmak zor oluyor. dağın tepesinde taştan yapılmış ve terk edilmiş bir kulübe var, etrafında birkaç sıra dağ zeytini var, zeytin vermez ama dikilmiş. hemen aşağısında da dizi dizi geberelerden müteşekkil gebere tarlası var. gebere hadisesinde bahsetmiştim, gebere toplandıktan bir müddet(sanırım bir hafta kadar sonra)sonra tekrar çıkar. işte dağlı osman da belli bir periyotla topluyor buradaki gebereleri, toplamda kaç kilo kaldırdığını allah bilir artık. ama iyi para kazandığı kesin. neyse biz de nasipleniyoruz. toplamaya başlıyorum, en arka sıralardan. dağlı osman'ın görmesinin zor olduğu noktalardan. buraları bitirmem baya bir saat sürüyor. sonra ön tarafa doğru ilerliyorum, dağlı osman'ın görüş açısına doğru. bu sefer yerde sürünmem gerekiyor beni görmemesi için. işte bunu yapmak hayli zor oluyor, taş, diken göğsümü pek bir acıtıyor. ama gerekli, yeteri kadar topladığıma kanaat getirdikten sonra, ayağa kalkıyorum beni görsün diye. zaten bir süre sonra bir ses işitiliyor, git, gel zart zurt gibilerinden. ne olsa o buraya gelene kadar geldiğim yolda, dağların arasında çoktan kaybolurum ben. bağırıyor, çağırıyor, geliyorum sesi de çarpınca ve ses çıkmayınca ben geldiğim yoldan geri dönüyorum.

bir adam dağı nasıl sahiplenir diye çokça düşündüm. ne de olsa bu gebere denen bitki canının istediği yerde çıkıyor, bu adama ne oluyorsa. ama sonradan öğrendim ki, aslında kendisinden öğrendik, nereden tanıdıysa namussuz benim nurten'in torunu olduğumu görmüş mü artık tahmin mi etmiş neyse evimize geldi, ananeme şikayet etti, orası benim dedi, devletten aldım ben o dağı dedi, üzerine o gebereleri ben ektim dedi, torununa söyle bir daha toplamasın dedi. bu adam beni oralarda kıstırmış olsaydı çokça dayak yerdim kesin, ananemin yanında bile ulan seni bir kıstırırsam şeklindeki gözlerle bakıyordu bana. ama gitmemezlik yapmadım tabii tarlasına, gittim gezdim topladım; ta ki küçük ahmet hadisesi'ne kadar. sonrasında gitmedim.

senelerce üzerimde çok garip bir etki bıraktı dağ satma olayı, devlet dağını bile satıyormuş, garip