1915 yılında doğmuş ve yazdığı eserlerle düşünceleri ile bir çok türkiye cumhuriyeti vatandaşına bilme merak etme tohumlarını eken kişidir. kendisi 1995 yılında vefat etmiş olup cenaze töreni yapılmasını istemeyen ve mezarlıkta gömülmek istemeyen bu kişi fikirsel samiyetin ve dürüstlüğün abidesidir.

birçok konuda yazı yazmıştır. mesela katmerlenerek günlük hayatımızda yerini büyüten futboldan tutunda -gol kralı-
tuna kiremtçi iclal aydın yıvısıklığına düsmeden kaleme almış olduğu aşk hikayelerine kadar - aşkım dinimdir-

yazmış olduğu eserlerinde evliya celebi uslubuna sıkça yer veren hatta istanbulda bir turist kadını gezdirmeyi abarttikca abartan seyahataname bunu iyi bir örnektir.

gelgelim ki kendisi masal anlatan bir dede olduğu için - anıtı dikilen sinekteki bir hikayesinde bunu gayet hoş bir şekilde anlatıyordu- diyalektik materyalizmin ana nüvesi olan değişimi sürname adlı romanında anlatmaktır.

yıllardır onun dostu olan ve birçok kes takıştığı kadim dostu çetin altan onu nasıl anlatmiş:

özlediğim hırçın aziz nesin

aziz nesin'i tanıdığımda takvimler 1945'i gösteriyordu. liseyi bitirmeme daha bir yıl vardı. hafta sonlarında yazdığım ufak tefek yazıları ismayil hakkı baltacıoğlu'nun yeni adam dergisine götürürdüm. derginin günlük yöneticisi mahmut yurter'di. haftada bir de olsa, babıali'de 2 odalı bir dergi yönetimevine gidip gelmenin paha biçilmez bir mutluluğu vardı içimde. hele yazımın yayınlandığı haftalarda...

yeni adam'ın baltacıoğlu'ndan başka 3 sürekli yazarı daha vardı: resai eriş, enver naci gökşen, suphi nuri ileri...

resai eriş, içi zeka bobinli paradoksal eleştiriler yapardı, örneğin orhan seyfi'nin gazi'nin ölümünde yazdığı mersiyedeki: "büyüyor gitgide gözlerden uzaklaştıkça" dizesinin fizik yasalarına aykırı düştüğünü yazardı.

bir hafta sonunda aziz nesin'e rastlamıştım yeni adam'da. küçücük boylu ve aşırı ciddiydi. bana cemal nadir'in üsküdar halkevindeki konferansına gitmeyi önermişti. birlikte köprü'ye yürümüş ve üsküdar vapuruna binmiştik. ilk kez gidiyordum bir konferans dinlemeye...

* * *

aziz'le geçinmek kolay değildi. sanırım benimle de geçinmek kolay değildi. arz yuvarlağı coğrafyasına benzeyen yüksek doruklar ve derin uçurumlarla dolu yarım yüzyıllık bir dostluk süresince bilmiyorum kaç kez küsüşüp, kaç kez barıştık..

benim klasik bir eğitimden geçmiş olmam, ailem ve çevre ilişkilerim aziz'in gözünde solculuk açısından eksi yönlerimdi. ayrıca nerdeyse tüm başka yazarlar gibi, ben de kötü bir yazardım. bunları bazen yazardı da..

ve derken sorgulanmak için arandığı bir sırada pat diye ankara'ya gelir bizim eve sererdi postu. kerime'ciğin kırk yılda bir kuaföre gitmesini de, bir burjuva yozlaşması olarak eleştirirdi.

sert tartışmalar çıkardı aramızda. ama birbirimizden de kopamazdık. olmadık bir günde telefonu açar, ya hayatı üstüne çekilecek bir belgeselde anlatıcı olmamı ister, ya sol bir mitinge birlikte katılmamızı önerirdi.

* * *

aziz'e göre solcu olup olmamak, namuslu olup olmamakla kancalıydı. hani nerdeyse herkes namuslu olsa, solcu olmayan kimse kalmayacaktı dünyada..

ben ise "sol"un "değişimcilik" olduğunu anlatmaya çalışırdım. ve değişimin de bir kozmos yasası olduğunu... kol gücünü enerji kaynağı olarak kullananların, durumlarından hoşnut oldukları için "statükonun değişmesinden" yana elbet çıkmayacaklarını ve kol gücünün yerini alacak yeni enerji kaynakları bulma amacıyla "kar rantabilitesini" bozmayacaklarını söylerdim.

* * *

işçi sınıfının, durağanlıktan yana olan burjuva sınıfına karşı hareketlenmesi, "değişimin" sürekliliğini sağlamak için gerekli bir kozmos dialektiğiydi... ve bu sınıf çatışmasının, göreceli ve metafizik bir kavram olan "etik" ile hiçbir ilişkisi yoktu.

marx'ın, ütopyacı fransız sosyalistlerine karşı, kozmos dialektiğine uygun olarak arz yuvarlağı üstündeki insan toplumlarının da ister istemez değişmek zorunda olduğunu saptaması ve bu "önlenemez değişim" saptamasına "bilimsel sosyalizm" damgasını vurması bundandı..

yoksa sorun sadece işçi sınıfından yana olmak ve onların yoksulluğunu ön plana çıkaran bir edebiyatı sol edebiyat saymaktan ibaret değildi. yeni enerji kaynakları, kol gücünün yerini aldığında "monist" bir değişimcilik olan "sol" kavramı, iflas mı etmiş olacaktı?

* * *

marx, kol gücünü enerji kaynağı olarak kullanma gereksinmesinden doğan "insanın insanı sömürme" dönemi ile ondan sonraki dönemi "antagonist dönem", "non-antagonist dönem" diye ikiye ayırmıştı; yani "uzlaşmasız çelişi dönemi", "uzlaşmalı çelişi dönemi"...

kozmos'la birlikte arz yuvarlağını da kapsayan sürekli değişimin bilincinde olmak ve bu nedenle de "statükoculuğu" kıracak potansiyel güçlerle bütünleşmek, "monizm"in sadece bizim kuşağımıza rastlamış politik bir karesiydi. monizm'i salt bu politik karenin içine hapsetmenin ve bu kareyi aşılamaz sanmanın marksizm'le uzaktan yakından bir ilişkisi yoktu.

* * *

aziz bu tür derinleşmelere pek kulak asmazdı. hoş, benim kuşağımın ateşli solcuları da markx'dan çok lenin'le ilgiliydiler. yani "bilimsel sosyalizm"in, işçi sınıfının "statükoyu" yıkması için gerekli sınıfsal kavgasıyla...

yeni enerji kaynaklarıyla eski statüko bozulduğunda, "değişimciliğin, yani solun" işlevi ne olacak sorusuna, avrupa'nın "yeni sol'u" yeni yeni yanıt aramaya başladı.

* * *

aziz'i özlüyorum. bir gün tekrar buluştuğumuzda, bir yandan ortak kahkahalar, bir yandan dediğim dedik inatlaşmalarıyla, küse barışa dolaşır gideriz gibime gelir sonsuzlukta...

------

bana nedense bu yazı tuhaf geliyor. sırf ideloijisi tutmadiği için birbirlerinin gözlerini oyanların ikamet ettiği deryalarda halis muhlis yazı adamı olmanın hatta adam olmanın nasıl birşey olduğunu bize gösteriyor.

bu kısa boylu borcunu ödemek için canını dişine takarak çalısan binbirtürlü belalara bulaşmak zorunda kalan adam gibi adam'ın bir şiiri ile bitirelim entryimizi. huzurlarınızda en büyük maraton:

yüz metrede beni herkes geçer
dörtyüz metrede pekçokları
geçer çoğu sekizyüz metrede
ama ben bırakmam yarışı

beni bin metrede geçersin
ben yine koşarım
onbin metrede öndesin
koşarım ben yine
yirmi kilometrede geçersin
hep koşmaktayım

otuz kilometrede
kırk kilometrede de geçersin
ben koşuyorum hala
ama ellinci
yada altmışıncı kilometrede
soluğun tükenip bir yerde
dayanamaz düşersin

bak koşuyorum hala
çünkü ben bir yaşam maratoncusuyum
bu yüzden yaşamın en yalnızıyım
bu sonsuz yarışın sonunda
beni geçemezsin
ölümün en büyük ödül olduğunu bilemezsin
yine ben olurum ilk göğüsleyen ölümü