henüz küçük bir çocukken, ülke haritalarına baktığımda "arjantin, neden hollanda'dan daha büyük?" "afrika'da çocukların gözüne neden sinek konuyor..." masumluğunda incelemeye başlamıştım dünyayı ve gerçekliğin içindeki hayatı. her sorunun başında "neden" geliyordu.
çocukluğumu topaç oynayarak geçirdim diyebilseydim keşke. çocukluğumu, toprağın altında bulduğumuz patlamış bombaları kuzenlerimle birbirimize atıp "savaşçılık" oynayarak harcıyordum. kapımıza gelen kimi üniformalı, kimi dağınık adamların tüfeklerinin deliğinden içeriye doğru bakarken, birileri kafamı itiyor, o deliği dedemin kafası kapatıyordu, uslu dur tokatları yiyordum ilk defa yabancılardan, silahlılardan. kim oldukları, neye hizmet ettikleri zerre umrumda değildi.
komşu köyler yakılıyordu bir bir. kim yapıyordu ki? dedikodular, söylentiler...
çocukluk... aslında, çocukluğumda sorduğum soruların cevapları her gün kendi kendine geliyormuş bana, bunu farkettim. bir dünyada 10-20 kişi bir araya geldiğinde tekelcilik başlıyormuş. sonra devletler, bayraklar, ülkeler, sınırlar...
afrika'da çocuklar neden aç, bu kadar yeraltı zenginliği olmasına rağmen hem de? dünya "nimet"lerinin 7 milyar insana yettiği halde, çocuklar nasıl oluyor da açlıktan ölebiliyor?
bu kadar bayrak neden var? insanlar neden sınıflara ayrılmış?
sistem, devlet, millet gibi kavramlar eğer dikkat edilirse insan doğasını tamamiyle bozuyor. çünkü bir insanın normalliği, düzeyi, ahlakı bir kaç kişinin vereceği karardan geçmiyor. insanın kendisini bir sınıfta görmemesi değil, görmesi bir anormallik.
insanlara ahlak gerçeğini lökleyen ve beyinlerine yapıştıran "soylu" takımı, bugün başlattıkları ahlaki değerlerin insanları nereye sürüklediklerini görüyor mu?
ahlak ki ne zaman başladıysa, yanında ahlaksızlığı da getirmiştir zaten. bu gerçek değil mi?
anarşi, hiçbir zaman bir ideoloji, bir kuram, felsefik bir akım olmamıştır.
anarşi hayatın, olması gereken hayatın kendisidir.
bir çocuğun "kardelen" isimli sokağında topaç oynayabilmesidir.
patlamış bombaları fırlatmak, "onların" ahlaklarının, devletlerinin, milletlerinin sorunudur.
anarşi hayattır.
çocukluğumu topaç oynayarak geçirdim diyebilseydim keşke. çocukluğumu, toprağın altında bulduğumuz patlamış bombaları kuzenlerimle birbirimize atıp "savaşçılık" oynayarak harcıyordum. kapımıza gelen kimi üniformalı, kimi dağınık adamların tüfeklerinin deliğinden içeriye doğru bakarken, birileri kafamı itiyor, o deliği dedemin kafası kapatıyordu, uslu dur tokatları yiyordum ilk defa yabancılardan, silahlılardan. kim oldukları, neye hizmet ettikleri zerre umrumda değildi.
komşu köyler yakılıyordu bir bir. kim yapıyordu ki? dedikodular, söylentiler...
çocukluk... aslında, çocukluğumda sorduğum soruların cevapları her gün kendi kendine geliyormuş bana, bunu farkettim. bir dünyada 10-20 kişi bir araya geldiğinde tekelcilik başlıyormuş. sonra devletler, bayraklar, ülkeler, sınırlar...
afrika'da çocuklar neden aç, bu kadar yeraltı zenginliği olmasına rağmen hem de? dünya "nimet"lerinin 7 milyar insana yettiği halde, çocuklar nasıl oluyor da açlıktan ölebiliyor?
bu kadar bayrak neden var? insanlar neden sınıflara ayrılmış?
sistem, devlet, millet gibi kavramlar eğer dikkat edilirse insan doğasını tamamiyle bozuyor. çünkü bir insanın normalliği, düzeyi, ahlakı bir kaç kişinin vereceği karardan geçmiyor. insanın kendisini bir sınıfta görmemesi değil, görmesi bir anormallik.
insanlara ahlak gerçeğini lökleyen ve beyinlerine yapıştıran "soylu" takımı, bugün başlattıkları ahlaki değerlerin insanları nereye sürüklediklerini görüyor mu?
ahlak ki ne zaman başladıysa, yanında ahlaksızlığı da getirmiştir zaten. bu gerçek değil mi?
anarşi, hiçbir zaman bir ideoloji, bir kuram, felsefik bir akım olmamıştır.
anarşi hayatın, olması gereken hayatın kendisidir.
bir çocuğun "kardelen" isimli sokağında topaç oynayabilmesidir.
patlamış bombaları fırlatmak, "onların" ahlaklarının, devletlerinin, milletlerinin sorunudur.
anarşi hayattır.