"allı turnam bizim ele varırsan / şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle / eğer bizi sual eden olursa / boynu bükük benzi soluk yar söyle..."

uzadıkça uzuyordu türkü. ne de güzel sözleri vardı. otobüs bozuk yolda sallana sallana yol alıyordu. bazen bir dağı yarıyor, bazen bir ovadan geçiyordu.

on saate yakındır yoldaydı hasan dayı, yorgundu. kırışık alnının altında gür kaşları ve kaşlarının altında yılların yorgunu kahverengi gözleri vardı. ve o gözler yorgunluktan ağır, ağır kapanıyor, otobüsün her şiddetli sallanışında tekrar açılıyordu. yine bir sarsıntıyla açtı gözünü. dışarıya baktı, hava aydınlanmıştı. tabeladan gideceği yere 30 km kaldığını okudu. esnedi, arkasına yaslandı. bir tünelden geçti otobüs. hasan dayı uyuklamıyordu artık. tarlada çalışan insanlara baktı. iki köylü vardı tarlada ellerinde orakları arpa biçiyorlardı. hasan dayı hafiften iç geçirdi; o da sinan'ıyla beraber arpa, buğday biçerdi hep. sinan hem okuyor hem de yaz aylarında tarlada ailesine yardım ediyordu. çok iyi bir öğrenciydi. sinan, üniversite sınavını bir kerede kazanmış ve okumak için ailesinden çok uzak olan bu şehre gelmişti. hasan dayı'nın canıydı sinan. çok sever laf dokundurmazdı sinan'ına, zaten başka çocuğu da yoktu. hep, sinan okulunu bitirecek köye gelip öğretmen olacak diye düşünürdü. ve ne zaman bunu düşünse gözleri parlardı hasan dayı'nın. elli dört yaşına rağmen yirmisinde hissederdi kendini. ama olmamıştı. sinan hapse düşmüştü son sınıfı okurken. sinan için "bozguncu" demişlerdi, "komünist" demişlerdi babasına. hiç utanmadı hasan dayı oğlundan; sinan yanlış bir şey yapmaz dedi hep. ne yaptıysa doğrusunu yapmıştır, sizin işinize gelmemiştir, dedi.

bugün ziyaret günüydü. sinan'ı göreceği için içi içine sığmıyordu. otobüs yavaş yavaş otogara girdi ve durdu. hasan dayı otobüsten indi, çuvalını aldı bagajdan. geçen gelişinde sinan birkaç kitap, gazete istemişti. onlar vardı çuvalın içinde; birkaç parça da elbise. otogardan çıktı ve cezaevine giden dolmuşa bindi. cezaevi yakınında indi. içeriye girmeden önce birkaç paket sigara alıp çuvalın içine attı ve cezaevi kapısına yöneldi. kapıda bekleyen askere görüş için geldiğini söyledi. asker de ona kimi göreceğini sordu. sinan'ı dedi. asker burada bekle deyip içeri girdi. hasan dayı sabırsızlanıyordu artık. her geçen saniye azap veriyordu ona. öylesine özlemişti oğlunu. beş dakika sonra geri döndü asker ve benimle gel diyerek hasan dayı'yı içeriye götürdü. dar bir koridorda durdular. asker boş bir sandalye gösterip otur dedi. kıvrılıp oturdu. etrafına bakındı; tahta sandalyeler, süslü kapılar ve bir takım tabelalar vardı. kapıların üzerindeki yazılara baktı: müdür, müdür yardımcısı, baş gardiyan... "neden buraya getirdiler beni" dedi kendi kendine. üzerinde müdür yazan kapı açıldı sonra. takım elbiseli, traşlı fakat yorgun görünen bir adam çıktı dışarıya. bir hasan dayı'ya bir elinde tuttuğu kağıtlara baktı. tekrar içeri girdi ve kapıyı kapattı. hasan dayı'nın içini garip bir duygu kaplamıştı, korkuyordu da. kapı tekrar açıldı. biraz önceki adam ile birlikte yine takım elbiseli fakat biraz daha genç biri çıktı dışarı. "sinan'ın nesi oluyorsun sen" diye sordu soğuk bir tavırla. "babasıyım. sinan nerede ne oldu hasta mı yoksa.." yaşı ileri olan görevli hasan dayı'yı baştan aşağı süzdü, sonra konuştu. "bugün sabaha karşı bir isyan yaşandı burada". hasan dayı'nın elleri ayakları titredi, tarifsiz korkulara kapıldı. derin bir soluk alıp "sinan" dedi. genç görevli buz gibi bir sesle "sinan öldü" dedi. inanamadı hasan dayı, titremesi arttı, sendeledi. yere çöküp elleriyle yüzünü kapattı. bir ağıt yükseldi mapushane duvarlarından "sinan'ım. sinan'ım. kıydılar sana". genç görevli sinirli bağırdı: "burası devlet dairesi git, dışarıda ağla. öbür gün gel oğlunu al". sonra gardiyanları çağırarak hasan dayı'yı dışarı çıkarttı. dışarıda bir kalabalık birikmişti. isyan haberini duyan mahkum yakınları toplanmıştı hapishane kapısına. hasan dayı yürümekte zorlanıyordu. bir süre dalgın yürüdü. cezaevine pek uzak olmayan bir kahvehaneye oturdu. çok üzgündü, nasıl üzülmesindi ki; dünyada en sevdiği varlık, oğlu yoktu artık. sinan'ın gülen yüzü geldi gözlerinin önüne. sinan'ın sesi durmadan yankılanıyordu kulaklarında. bakışları kahvehanenin cezaevine bakan penceresinde sabitlenmişti. kımıldamıyor konuşmuyordu. sadece derin, derin düşünüyordu. bir çocuk vardı düşünde, bir bahçe sonra elma, erik, kiraz ağaçlarıyla dolu bir bahçe. çocuk koşuyor oynuyor, bir o ağaca bir bu ağaca tırmanıyordu. sonra düştü erik ağacından aşağı, kuş gibi süzülerek. orta yaşlı, gür bıyıklı, heybetli bir adam koştu. geldi, çocuğu yokladı. "sinan, sinan nasılsın oğlum." çocuk gözlerini kocaman açarak babasına baktı "dizim baba ,dizim kanıyor." "bir şey içmek ister misiniz?" hasan dayı düşlerden uyandı. çaycının soran bakışlarla kendine baktığını gördü. "çay, demli bir çay." biraz sonra çay geldi. şekeri attı karıştırdı, bardağı ağzına götürdü. bir damla gözyaşı düştü bardağın içine. çay dalgalandı.

sağanak bir yağmur vardı. hasan dayı ve karısı zeliha ana kerpiç evin dar bir odasında, sobanın ateşiyle ısınıyor ve çay içiyorlardı. kerpiç evin damından sızan sular damla damla odaya düşüyordu. tavandan bir damla koptu. geldi, hasan dayı'nın bardağına düştü. aynı anda kapı çaldı. zeliha ana kapıyı açtı. elinde küçük bavulu, yağmurda sırılsıklam olan pardösüsüne sıkı sıkı sarılmış ve pantolonu diz boyu çamura suya belenmiş sinan gelmişti. sarılmış, kucaklaşmışlardı. hasan dayı bardağı çaycıya verdi. parasını ödedi ve kalktı. yavaş yavaş yürüyerek şehir merkezine geldi. bir parka oturdu. çuvalın ağzını açtı. içinden birkaç kitap çıkarıp resimlerine bakındı. sayfalarını çevirdi çevirdi, çevirdi... sonra bir sayfaya gözü takıldı. okudu: "sınıflı toplumlara geçilmesiyle birlikte...sınıf savaşımları da başlamıştır. bundan sonra bir sınıf diğerini sömürmeye, diğer sınıf sömürüden kurtulmak için direnmeye başlamıştır. bu direniş..." kitabı kapattı. sonra bir gazete aldı eline, bir şiire takıldı gözleri:

ey ölüm,
bakma acılarımız kadar yaşlı olduğumuza
düşlerimiz kadar gençtir ömrümüz
ve sanma ki bu ömrün üstü sende kalacak
unutma ki
zindanda ölmektir şimdi yaşamak...

ağlıyordu hasan dayı. sonra sustu, ağlamadı daha. bir sigara sardı hasan dayı. bir rüzgar esti dağların başından. bir yıldız parladı çok uzaklarda. ücra bir köyde, yeni doğmuş bebek ağlamaya başladı gecenin bir yarısı. bir nefes aldı hasan dayı, derin bir nefes. ücra köye bir öğretmen geldi, çocuklar bağırıştılar: sinan öğretmen. sinan öğr... rüzgar artırdı hızını, bir ağaç devrildi doruklarda. ağlayan bebeğe ninni söyledi annesi: "uyu sinan büyü sinan, yaşa sinan..." yıldızlar çoğaldı uzaklarda. sigarayı söndürdü hasan dayı. sonra kalktı yürüdü yine yavaş yavaş.

otobüs bozuk yolda sallana sallana yol alıyordu. bazen bir dağı yarıyor, bazen bir ovadan geçiyordu. ve türkü uzadıkça uzuyordu:

"allı turnam bizim ele varırsan / şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle / eğer bizi sual eden olursa / boynu bükük benzi soluk yar söyle..."