aslında halen var gibi. kullanılmaya kullanılmaya, eskimiş sadece. biraz işlemek ve hatırlamak gerekiyor onu. gerektiği hakettiği değeri vermek.
minübüsün ön koltuğundaki delikanlı aracın yavaşlamasıyla inecekmiş gibi ayaklandı. muadillerinin adetleri üzere yol ortasında pervasızca ve zınk diye duran minübüs arkadaki sabırsız şoförün kornasına aldırmadan yolcunun binmesini beklerken delikanlı da vazgeçmiş gibi geri oturdu. fakat gözünü kapıdan alamayıp sıkıntıyla tekrar kalktı. o zamana kadar tek ayağı görünen yolcu onun yardımıyla tam olarak meydana çıkınca hepimiz gördük ki bu, yaşlı ve kısmi felçli bir amca. bakışlar bu çaresiz hale acımayla değip geçti. delikanlı da yerine oturdu. bu densizliğe dikkat eden ikinci koltuktaki genç kız amcaya yer verdi. delikanlı tekrar o sıkıntılı bakışla arkaya baktı. oysa utanması gerekti. amcaya yardım eden vicdanı ona yer verme konusunda başka bir güçle çatışmış ve o güç galip gelmişti. katılaşmış yüz ifadesinde kendi içine sarkıtamadığı iplerin düğümü belli oluyordu. ya da bana öyle geldi. o kadar bile değildi. ne yapmadığının farkında değildi (insan genelde ne yapmadığının farkında olmaz ya). ben varsaydım ki vicdanı son kez kıpırdanıp can verdi.

(yazar burda dayanamayıp araya girdi. mesajları birbirine karıştığından salata olarak sunmaya karar vermişti de formata aykırı birşey oldu. kendisi laf aktivistidir.)

biz burda şaşılacak olaylar karşısında artık acıyla tebessüm eder olduysak yeterince büyümüşüz demektir... de çok garip değil mi bu? garip dediğim tuhaf anlamına geleni değil; boynu bükük olanı. ben dünyayı bizden ibaret sanıp o karamsarlıktan bu karamsarlığa uyuşuyordum. iş güç dedikleri hayat gaileleri o kadar da hafife alınacak şeyler değilmiş diye düşünmeye başlamıştım. haberleri bile okumaz olmuştum. hani beni, yani bizi bir gemiye doldursalar gitmek isteyeceğimiz bir yer bile kalmamış neredeyse.

neyse ki birileri umut etmeye devam edip çabalıyorlarmış. olay şu ki bizden farklı insanlar varmış da onlar sözün bittiği yerde harekete geçmişler. biz, yani her daim bir yığın sözü ama yapacak bir şeysi olmayanlar, nereye gitmezdik bilmiyoruz ama yapacak işi olanlar muhtaçlara yardım götürmeye karar vermiş. vicdan taşınamaz bir şey olduğundan zalimlere götürecek bir şeyleri yokmuş.

zalimler yollarını kesmiş. yollarını kesenler bir devlet adına silah taşıyan bir kaç adammış. bu silahlarla ölümden çok korkan devletin insanlarını ve kendilerini, "ölmekten" öldürerek koruyorlarmış. bir yandan öldürürken canları da sıkılıyormuş çünkü öldürecekler bitmiyor, korkuları dinmiyormuş. silahlı adamlar ordu denilen bir merkezden emir alıp gemilere girmişler. silahla yapılacak işler yapmışlar. muhtaçlara yardım götürenler vicdansızlığa takılıp bedel ödemişler. hediyeleri kana bulanmış. kanlarına bulanmış. bu olayın dışında kalan insanlar silahlı adamları lanetlemişler lanetlemesine de onlar da kendilerine çok acıyorlarmış. haklılarmış ama kimse anlamıyormuş onları.

oysa çok basitmiş: onların içinde iki güç varmış, biri diğerine hep galip gelirmiş. yenilmekten bıkan güç küçülüp küçülüp yok olmaya yüz tutmuş. güçlerden birinin adı yaşama arzusu, diğeri ise vicdanmış...

minübüsün ön koltuğundaki delikanlı, aracın yavaşlamasıyla inecekmiş gibi ayaklandı. muadillerinin adetleri üzere yol ortasında pervasızca ve zınk diye duran minübüs, arkadaki sabırsız şoförün kornasına aldırmadan yolcunun binmesini beklerken delikanlı kapıdan sarkmış, yolcuya binmesi için yardım ediyordu. yol ortası yolcumuz kısmi felçli yaşlı bir amcaydı. delikanlının yardımı olmaksızın binmesi imkansız olan amcanın haline acırken, yerini amcaya veren delikanlıya takıldı gözüm. neyi neden yaptığını belli etmeyen, yaptığının karşılığını beklemeyen bir insanın gülümsemesi vardı yüzünde. ifadesi bir iki kararsız kesintiyle silinene dek baktım delikanlıya... aklımdan şu cümle geçti: "vicdan galibiyeti, tekrarlanması gereken bir alıştırmadır."