aslında adamı tanımıyordum bile, sadece çok sinirliydim. onun orada olması, benim orada olmam, kendini sirkte sanan bir kalabalığın toplanması hepsi birer tesadüftü; eğer iett şoförü sigarasını içip de binmeseydi otobüse, yani son aceleci fırtını bir ayağı merdivende çekip izmariti dışarı atma ısrarı olmasaydı bunların hiçbiri de olmayacaktı. o şoförü bir daha göremeyecek olmam ne kötü. ve daha kötüsü kendisi de bilemeyecekti nelere yol açtığını. o bir saniyelik gecikmeyle ben başka insanların dünyasını karartma kararlılığımı kurtarmış oldum, gücün karanlık tarafına geçtim.

otobüsün güneş almayan koltuklarından birine oturmuşum, elimde gazetem ve ekleri, can sıkıntımı giderecek her şey hazır. ama o da ne, kafamı kaldırıp camdan bakmamla eski sevgilimi görüyorum, yanında ipsizin biri, otobüsten inemem, yapacak şeyim yok. sarmaş dolaşlar, halbuki bana hayatında kimse olmadığını söylemişti daha iki gün önce. delirmek üzereyim. yine de kendimi böyle görmeye dayanamayıp gazeteme dönüyorum. dünya nereye dönüyor bilemiyorum.

taksim'de indim, ayaklarımın tutmadığını, vücudumun her yanında elektrik akımları gezindiğini hissediyorum, çok sinirliyim, inanılmaz yıkıcı dürtülerle ilerliyorum istiklal'e, bir şeyler yıkacağım ya da yıkılacağım.
tam o esnada karşıdan gelen ortadan uzun boylu, yeşil gözlü, çok rahat gezinen bir dallama ile karşılaşıyor yolumuz, hepsi iett şoförünün o bir saniyelik gecikmesinden. o an biliyorum kurbanımın kim olacağını, sadece bir bahane gerekiyor artık. o an o dallamanın benim kıza sarılan hıyar olduğunu düşünüyorum sadece, dünyayı kana bulayan hıyar olduğunu, bütün savaşları çıkaran, bütün insanları sömüren, çernobil'de sabotaj örgütleyen, sudan'da tecavüz eden, dün geceyi benim kızın yatağında geçiren...
işte bir mucize yediği gofretin yaldızlı kağıdını alıyor, sanki utah jazz pivotu hıyar, yol kenarındaki çöp tenekesini nişanlıyor ve atıyor. kağıt çemberden sekip yere düşüyor, bu esnada incecik bir temasla -omuz atma ihtimalim dahilinde birazcık yanaşmıştım ona doğru- birbirimizi geçiyoruz, aslında sadece o birbirimizi geçtiğimizi sanıyor. sağ elim bir anda bir mengene gibi onun omuzunu yakalıyor, o kağıdı yerden almasını kibarca söylüyorum. elbette kibarlığımı sadece annesi ile ilgili konuşurken gösterdim, zira annesine bir saygım var, bir kere yaşlı kadıncağız.

buradan sonra isterim ki attığım dayağı anlatayım birazcık. ilk bakışta sıradan bir dayak gibi görünebilir dışarıdan izleyene, ama sevgilimi başka bir adamla görmüş olmanın yarattığı ruhsal tahribatla ara ara kendimden beklenmeyecek hareketler yaptığım oldu. izleyicilerin bile bunu farkedebildiklerini sanmıyorum. önce tabii dümdüz bir kafayla giriştim, aslında alnıyla burnu arasındaki o ince noktayı yakalamak istemiştim ama boy farkının sinüsünü alamadığım için kafam tam burnuna sinüslerini patlatacak şekilde oturdu. bir andan fışkıran kanının daha yeni aldığım beyaz gömlek üzerinde yarattığı lekeleri sezince -tabii ki kafamı eğip bakmadım- sağlam bir şamar indirdim sağdan, adam zaten kendi kanının dehşeti ile boğulmuştu. sonrasındaki seri dizginlenemez darbelerimi ben bile hatırlamıyorum, onun hatırlayacağını da sanmam, bunlar görece sıradan vuruşlardı da. sadece bir ara tam yere düşecekken yakasından tutup dengesini sağlamasına yardımcı oldum, artık baygınlık geçirmek üzere olan gözlerini bir anda şaşkınlıkla açtı dallama da bilemezdi tabii bunun yapabileceği en talihsiz hareket olduğunu. gözlerinde bir anda bir terkediliş öyküsü okudum, evet işte o lanet bankta otururken ve "yapamıyoruz" repliğini duyduğum anda dönüp baktığımda gördüğüm gözlerdi bunlar, o yeşili unutamayacağımı bildiğinden dahası unutmamı istemediğinden ben denize bakarken o hep benim ona bakmamı bekleyen bir tuzağa yaymıştı bu yeşili. ve talihsiz kurbanımın yakasını daha sıkı tutarak kendime doğru çektim, tam apış arasına bir tekme oturttum, tekmeyi attığım sol ayağımı (ben iki ayağımı da çok iyi kullanırım kavgalarda, o yüzden her mevkide kavga edebilirim) yere bastığım an kurbanın tüm ağırlığını yakadaki sağ elimde hissettim, hem acı içinde kan dolu ağzıyla bir şeyler mırıldanıyor hem de sanki uçurum kenarındaymış gibi onu bırakmamam için yakaran gözlerle bakıyordu. tabii ki bıraktım ve yere düşüşünü intikamın verdiği büyük bir hazza izledim. yerdeyken o çok iyi kullandığım her iki ayağımla tekmelemeyi sürdürdüm, bunun da olağanüstü bir yanı yoktu. yalnız herif bir an bir bacağıma kolunu dolayınca tekmelemek güçleşti, yine vuruyordum ama yeterince hız alamıyordu ayağım. o arada izleyen hayranlarımdan birisi müthiş bir saygıyla yanıma yaklaşarak, hediyesini sundu, 4 parmak kalınlığında, takriben 70 cm uzunluğunda bir odun, daha ne isterdim tanrıdan. hayatımda ilk defa işimin bu kadar rast gitmesinin doğurduğu ani ve ilkel tanrı inanışıyla sopayı kafasına gömçertecekken ani bir dönüş yapıp baldırlarına çalıştım. hem bu sayede dövmeye daha uzun süre devam edebilecektim. canı yanıyordu biliyorum, izleyici kalabalık ya da aslında benim hayranlarımın alay dolu bakışları daha çok canını yakıyordu ki annemi çağırıp duruyordu. "annem ben küçükken öldü beni öp sonra doğur beni" diyerek daha bir haşin dalıyorum kurbanıma.
bu sırada seyircilerin arasında bir kız atlayıp arenaya giriyor, tam yerden artık kalkmaya davranmayacak, bu işi bitirdik diye düşünürken, kız onu kaldırmaya çalışıyor. sanırım kız en büyük hayranım olabilir, bu işi sürdürmemi bu kadar istediğine göre. kıza bakıyorum, ufak tefek esmer bir kız, fena görünmüyor gözüme, ama en çok elbisesine takılıyorum, az önce eski sevgilimde gördüğüm kırmızı elbiseye ne kadar benziyor, burdan çıkınca o kızla tanışmalıyım. kız da sanki düşüncelerimi duymuş gibi dallamayı yerden kaldırmak için daha çok çaba harcıyor. dallamanın en son "siktirgit zeynep" dediğini duyuyorum, eksik dişleri yüzünden telaffuzu biraz bozulmuş sanırım. zeynep, ne güzel isimdir zeynep, kız da güzel zaten, zeynep de çok güzel isim. kız kalkıp kalabalıktaki yerine geri çekilirken ben "ne biçim konuşuyorsun lan sen bayanla" diyerek yeni bir taarruz bahanesi buluyorum, kız da çok hoş, cephanem yeniden dolmuş oluyor, bir daha hınçla dalıyorum. paçalarım kanlanmış. okuldan tanıdığım hakan yanaşıyor yanımıza, bakıyor gülerek bana, yerdeki dallamayı işaret ediyor: "masa da masaymış ha" diyor edip cansever sevdiğimi hatırladığını göstermek istermiş gibi. saldırgan olmak yarı tanrılık hissi, hakan, hem de pek beni sevmeyen hakan, gizli korkusu, her yanından taşan hayranlığıyla bu ayrıntıyı ifşa ediyor, kazanmak yarıtanrı olmak gibi.

***
fena yer değilmiş aslında bu herifin atölyesi. zeynep onda ne bulmuş diye düşünürken duvarlardaki ayrıntılar bana ciddi ipuçları veriyor. zeynep onun yaralarını tımar ederken ben dolaptan kaptığım birayı içiyor ve hafif güneş alan koltukta onları izliyorum. zeynebin eğildiğinde açılan bacakları ağdasız, demek ki hayatında kimse yok, bunu düşünüyor ve inleyen nağmeler eşliğinde birayla yorgunluğumu gideriyorum. bordo kadife koltuğun tutamacına tırnağımla bıraktığım izlerin güneşte aldıkları şekillerle eğleniyorum. zeynep, sanırım düşündüğüm kadar da genç değil, ufak tefekliğine borçlu genç olduğu izlenimi uyandırmasını. aksine yataktaki kurbanımla ilgilenirken giderek daha olgun görünüyor gözüme, biraz yaş katıyor ve oldukça da güzel gösteriyor. ve bizim dallama inatla kötü davranıyor kıza. biramdan son bir yudum çekip -zaten ısınmıştı- bir sigara yakıp yanına yaklaşıyorum, ilk karşılaştığımızdaki gibi mengene kıvamlı sağ elimle omuzundan tutup sakin sakin konuşuyor, zeynep'ten özür dilemesini istiyorum. anlamsız gözlerle bakıyor yüzüme -zaten gözleri yeşil ama pek anlamsız bakıyorlar- ama niyetim yok daha fazla dövmeye. "demem o ki güzel kardeşim" diyorum kalbini daha fazla kırmayacak şekilde, "öyle veya böyle benim dediğimi yapacaksın".

çok kötü başladığını düşündüğüm günüm fena bitmedi. herifçioğlu zeynep'ten özür diledi, böylece zeynep'in gözünde onu çekici kılan son kaleyi de kendisi yıkıp geçmişti. zeyneple çıktık evden, onu yatakta acılarını sağıltmak için bırakıp bir şeyler yemeye gittik, sonra içtik de. ben ona başıma gelenleri anlattım, terkedilmenin yarattığı tahribatı ve o da beni anladı, hatta galiba fazla anladı.

az önce zeynep'in bilgisayarı kurcalarken birlikte çekilmiş resimlerini ve dövdüğüm adamın laneth hesabının hala kayıtlı olduğunu farkettikten sonra bunları yazmaya karar verdim. zeynep hala içeride uyuyor, sanırım kalktığında ben onu terk edecek ve elimde bir kasa birayla yeniden o atölyeye gidip robbieyle birlikte içeceğim. hayrolsun, turgut uyar'ı sevdiğimden galiba konuşacak şeylerimiz olduğunu seziyorum, zeynep hoş kızdı ama yoktu işte konuşacak bir şey.