boşluğa sağ tıklıyorsunuz, çıkan seçenekler içinde en acıklısı. açıp konuşuyorsunuz...dosyaya isim koysanız değmez, bir yere bağlanmıyor, onlarcası kalıyor masaüstünüzde, havada birikiyor... yapabilecek başka bir şey gelmiyor aklınıza, bir ihtimal yazıyorsunuz... ben sürekli yapıyorum. sürekli....

gece üçten beri uyanığım. neden? çünkü öyle.
bir rüya gördüm ve uyandım, balkonda iki sigara içtim, televizyonu açıp baktım habertürk'e, chp'nin geleceği hakkında konuştular; salak kedim pişo ben kalkınca sabah olduğunu sanıp ortalıkta vızır vızır dolaşmaya başladı, mamasından verdim,suyunu tazeledim, kürekle bokunu aldım kumdan... peter weir'ın picnic at the hanging rock filmine baktım bir daha, o ekranda oynarken mal mal etrafa baktım. balkonda sigara içtim. saat 6 olunca tekrar uyumayı denedim, 20 dakka döndüm yatakta, rahatlatma fantezileri kurdum, olmadı kalktım, benim cadillac'ı aldım otoparktan, bisikletimle dolaştım durdum serin serin, akbaba gibi döndüm tekel bayii'nin etrafında, açılmasını bekledim. alacağımı aldım sonra, pedal çevirmeye devam ettim. freni boşladım, hiç hızlanmadığım kadar hızlandım bayır aşağı, sakin bir sabırla yokuşları geri çıktım; bomboş bir parka işedim, apartmanlara karşı (seni kim parkçı yaptı?). sağıma soluma bakmadan hızla bir kaç kavşak geçtim, kimse çarpmadı. eve dönüp traş oldum, sonra duşa girdim. iki tane çiğ sosis attım ağzıma. burcu hanım'ı arayıp işe gelmeyeceğimi söyledim. pişo'ya baktım, tekrar uyumuş canımın içi. salmış kendini. kafası ters. hayatta yalnızca pişo'yu seviyorum galiba, başına bir şey gelmesinden korkuyorum... 15 yıl önce faça atıyorduk kollarımıza, ne güzeldi. size söylemek istediğim bir şey var: kendinize olan sevginizi ve saygınızı kaybetmeyin. nasıl yaparsınız bilmiyorum. yoksa bir rüya görüp gece üçte uyanıyorsunuz. sonra balkonda iki siga....
boşluğa sağ tıklıyorsunuz, yapacak daha iyi bir şey yok, çıkan seçenekler içinde en ümit vereni...yazıp bekliyorsunuz bulabilecek miyim diye... isimleri değil numaraları ile anılıyorlar, çoğumuz öyle olmalıydık halbuki; sonuçta ne fark ediyor?

bu sefer doğal sebeplerle uyandım gecenin köründe. bir çöl domuzu gibi susamışım. toprak gibiydi dilim, boncuk boncuk terler vardı kirpiklerimde. su içip geri yatar mıyım hiç ; çass, çass, çass... glıkglıkglıkglık, çasss glık çass glık ; kalan kırmızıların hepsini diktim üst üste; 10 yılı geçti, çoğu gece yatağa nasıl gittiğimi bile hatırlamıyorum ama gece veya sabah kaçta uyanırsam uyanayım ne kadar içkim kaldığı ile ilgili her zaman net bir rakam var kafamda, bu da benim mühendisliğim.

6buçuk oldu sonra, bir saat daha uyuyayım diye gözlerimi kapattım. telefon numarasını hatırlamaya çalıştım kanlı sokaklarda, çatışmalar çıkmıştı, basamadım istediğim tuşlara, hep bir şeyler tuttu elimi, her denememde yabancılar çıktı karşıma... minibüsler durdurdum, taksicilere tarif ettim, gözlerimi kısıp görmeye çalıştım, polislere bile başvurdum, bulamadık beraber şehrin en işlek yerini.... borç istedim eski işverenlerden, ertesi gün yerime bakacak iş arkadaşları bulmaya çalıştım, dükkanlarda yattım kalktım, asfaltlara oturdum, uyanır gibi olup tekrar yatağa çıktım, erteledim, erteledim... sonra birden odasında buldum kendimi, uyuyordu, ellerimi yüzüme siper etmiş halıya bakıyordum, karşılaşmamak için, uyanırsa göz göze gelmeyelim diye. korkuyordum, çocuk gibi korkuyordum, önce kendi yaptıklarımdan korkuyordum sonra ondan korkmaya başladım... korkuyorum, uyanmasın bütün gece aradığım.... kalktı ve kulaklarımdan tutup tek tek gezdirdi bütün rüyamı, işte burası tutmadığın sözlerini gömdüğümüz yer molla (bi dakka rüyalar böyle anlatılmaz) işte burada boş yere benzin yaktırdın taksiciye, işte tam burada bir an uyanmayı düşündün hain! , işte tam burada ben aslında nerelerime baktığını biliyordum, işte tam burada, tam da yaklaşmışken bize, bir bira uğruna erteledin, işte tam burada fazla şişmekten patlıyor kelimelerin, işte burada cimrilik ettin, hem de bana karşı, işe gideceğini sanırken kusmaya başlamıştın ya işte tam burasıydı; gel benimle, takip et, sus cevap verme...

tam acaba eve mi gidiyoruz derken, sanki siniri geçmiş gibiyken, saçlarımı okşamaya başlamışken... askerdeyken çok sevdiğim bir söz kalıbı vardı: "amına koduğumun yerinde." bas bütün sessizlere. başa koy sona koy cümlenin ortasına yerleştir tek başına kullan hiç fark etmez, dünyanın en rahatlatıcı şeyiydi. her lafımızın içindeydi ama böyle dolu dolu, yüksek perdeden, şiirden de öte. "...amına koduğumun yerinde herif galkmış bana bozma ha o kum torbalarını diyor." "...oğlum üç saat oldu lan, biz neyi bekliyoruz lan bu amına koyduğumun yerinde, kafamızda miğfer, ne yapıyoruz lan biz, insan mıyız lan biz..." "yine ıspanak, durmadan ıspanak, paso ıspanak yiyoruz amına koduğumun yerinde..." veya sadece durduk yerde nöbetin ortasında bir aksaraylı: "amına koduğumun yerinde." ee? "ne eee, amına koduğumun yerinde işte." oralı, buralı; ilkokul terk, üniversite mezunu; deniz kenarı, dağ başı; hiç fark etmez. orası bizim gerçek vatanımızdır. bu ülkenin erkeklerinin tek bir ortak vatanı vardır, o da amına koduğumun yeridir. işte ben de tam böyle beni artık eve götürürken ve ben artık ne ertesi günkü işi ne ayın beşini onunu, ne samanyolunu ne hamamböceğini, tam da artık mutluluk uzaklardan bana görünmüşken, yani tam amına koduğumun yerinde uyandım.

despirıt tayms despirıt mişırz, mecburen girdik soğuk suyun altına, iyice bir durduk. çantayı topladım, atladım bisiklete çıktım. ışıktepe kavşağından sanayiye girerken bir alo market var, ismi o, çektim önüne 1 tane kırmızı aldım ve düşündüm... ne bok yersen ye korkmayacaksın bu amına koduğumun yerinde. bu amına koduğumun yerinde korkmayacaksın. girmedim sanayinin taşlı yoluna, mudanya yoluna çıkıp otobandan bastım gittim... yanlış anlamayın fabrikaya gittim. yakın olan öbür kapısından girmek için, yoksa belediye mi dağıtıyor lan bu kadar kırmızıyı, sike sike çalışıyoruz. bizde bi oğuz başçavuş vardı, asker döverken bir vurur iki bağırırdı: "asker gibi dur lan, erkek ol." ...
evet efendim amına koyduğumun yerinde boşluğa sağ tıklıyorsunuz. yazmak böyle bir şey. sesler, tatlar , kokular... kabulleniş, istifa ve istifra?

iki kürt yolda yürürken ölü bir adam görmüşler, kimdir necidir bilmiyorlar, bakmışlar heybesine, önce ekmek çıkmış sonra da soğan. birbirlerine bakmışlar, biri dayanamayıp demiş ki : " ekmeği var, soğanı var; daha neye ölüyor." babamın yoklukla ilgili bana anlattığı fıkra budur. zazacası kafiyeli olduğu için daha bir ilginç oluyor. mesele şu : turşuyu nasıl tekrar hıyar yapacağız. hiç çürümeye başladınız mı bilmiyorum, ilk belirtisi bütün incelikleri unutup kaba ve bayağı zevklere vermektir kendini. ne kadar iğrençse o kadar abanmak istersin. bir çeşit kolaya kaçmaktır yaşamakta. "kolay"da ve "kaba"da çürür insan. bu yaptığıma da ahkam kesmek denir, bu da çürümenin yollarından biridir...

"öldürmeyen acı güçlendirir" (?) demiş değil mi niçe, veya gavurların "no pain no gain" diye bir lafı var. niçe o sözü kendisinden bir bilge olarak bahsederken yazmış halbuki. yalnızca bilge bir insanı acıları güçlendirir. ya da "no pain no gain" terazisi ancak insan kendine yalan söylemeden kendi tercihlerinin peşinden gittiğinde kurulur. fedakarlıklarının acısı güç verir insana, kendi hatalarının bedeli değil. yoksa bizim çektiğimiz acı kendi yarrakkafalılığımızdan. ("biz" kelimesi bu yazıda ben ve benim gibiler anlamında kullanılmıştır) kendine yalan söylemeden kendi tercihini yaptığında bütün o kurtlar dökülür zaten üzerinden.

maaş zamanı, para yatmış, çekmeye çıkıyorum sabah, yalnızca siren sesleri geliyor kulağıma. gerçekler mi değiller mi iddialı konuşamam. call of the ktulu. çizi diye bir bisküvi var ya, hani haylayf'ı tarihe gömen, günlerdir dudaklarımdan o tadı alıyorum, yalanıp duruyorum ofisin ortasında sapık gibi. gözlerim bile ekranı tadıyor, çok oldu bir şeyler yemedim. şekerli bir parfüm vardı benimki kullanırdı; kebaba eğilsem aynı kokuyu alıyorum. o kadar eminim ki telefonun titrediğinden elimi cebime atıyorum, öyle ir şey yok; biri molla dedi arkamdan, duydum, dönüyorum kimse yok. "seni sessiz ve derinden gördüm molla" deyip, aşağıya çağırıyor beni. cem bey mola vermez halbuki...

"çürümeye başlamana sevindim molla" diyor. bu turşudan tekrar bir hıyar çıkaracağız. yeter ki kendini herhangi bir tarafa savurma. çünkü bir sarkaç gibidir hayat. seni yalandan bir tarafa savuracak ve çok iyi olduğunu sanacaksın, ama fizik kuralları seni işin öbür tarafına geri bırakacak. aşkınlıktır tek çaresi bunun. bu kelime yukarıları, üstünlüğü hatırlatır insana ama anlamı bu değildir. tam ortada dengede hareketsiz durmaktır aşkınlık. aşkınlık hortumun tek güvenli yeri olan merkezinde durmaktır. (eye of the tornado)

eylemsizlik değildir. hep hatırlatmıyor muyuz gerçek maceranın sırrını. kavganın içindeki köpek değil dostum, köpeğin içindeki kavga...
solak da olsanız boşluğa sağ tıklıyorsunuz, bill gates'e sorun...

iyi davranmıyorum kedime, o da bana. ikimizin de mırrrlaşma ve hırlaşma saatleri var.

bir pavyonda yanlış kapıdan içeri girerek merdivenlerden aşağıya yuvarlandım ve sol bileğim kırıldı sene başında. tesadüf o ki bursa buz tutmuştu da fazla açıklama yapmam gerekmedi. kolum alçıdayken kedim pişo'yu kısırlaştırmaya götürdüm, annem çok ısrar etti. 2 saat sonra gel al dedi veteriner, kolay bir "işlem"; 1 saat sonra beni acil çağırdı. meğerse kanı pıhtılaşmıyormuş pişo'nun, hemofili varmış yani. saat akşam 8. farklı veterinerlerden 3 kişi çağırıldı. pıhtılaşmayı sağlayan serumlar için nöbetçi eczaneler, vücut ısısını koruyacak özel küvesler, cerrahide uzman olan sınıf arkadaşı falan; tekrar narkoz veremedikleri için 3 saat boyunca onu sakşnleştirmeye çalıştım. herkesin yüzü, gözü, önlüğü alçısı kan içinde kaldı. ardından da 3 gün yoğun bakım küvesi devam...

4 veteriner birden meslek hayatlarında ilk defa bir kedide hemofili gördüklerini söylediler. 3 kanlı saat ve akabindek 3 gün boyunca ne olacağını bilmediklerini söylediler. kan, dışkı, idrar içinde 3 gün seruma bağlı kaldı küveste, yaşar yaşamaz bilinmiyor...

sabah işe gitmeden önce yarım saat, iş çıkışı bir saat boyunca aynı kelimeleri tekrarladım yanına giderek: pişoooo, pişolatam, pişolattem, pişoçinom, pişorellam, pişomelim, pişobonum, sana ölmeyi yasaklıyorum...

bir de çamaşır suyu reklamından çalarak bir şarkı yazdım ona : pişoyum ben pişoyum pişoyum, heryere burnumu sokarım, tırmalarım, çırmalarım; pişoyum ben pişoyum pişoyum, hrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr...

ölmedi zilli. benim de kolum alçıdan çıktı. 3-5 gün uyudu uzun uzun. önce iştahsızdı sonra açıldı. bir iki geri durdu, sonra sataşmaya başladı vs.

eve iş getiriyorum bazen, yetişmiyor; çat diye atlıyor laptop'ın üstüne, alıp yatağa atıyorum.
sevesim geliyor bazen, siktir git der gibi koyuyo elime pençeyi.
sonra uyku saati geliyor, ben tam kendimden geçiyorum, bir bakmışım bu göğsüme uzanıyor, bir patisi yanağımda...
ne var la diyorum, iyice bir yayılıyor üstüme: kıprama yatıcam...

annemin ise hala çözmeye çalıştığı soru şu: asansör sesi aynı, kapı kilidi sesi aynı; nasıl oluyorda yalnızca sen geldiğinde daha biz asansörü duymadan kapıya geliyor ?

halbuki kendisi nasıl anlıyorsa öyle.

bana kızmayın, benim başka yerim yok.

capote şöyle mi demişti : (tam hatırlamıyorum) "kabul edilmiş dualar, uğruna daha fazla gözyaşı dökülenlerdir."
önce 16 yaşımda okudum o kitabı. sonra 25 yaşımda. ikisi de boşunaymış veya değilmiş, bilmiyor ve hatırlamıyorum.
30 yaşımda askerde karamazov kardeşler'i tekrar okuduğumda, bu kitabı okuyan herhangi birisi hala nasıl kötü kalabilir demiştim ya da ona benzer bir şeyler.
sonra yaşadıkça gördük nasıl olabildiğini, hayatın birikim kabul eden bir banka hesabı olmadığını, her gün her saat her dakika ve her anın, tekrar tekrar ve tekrar nasıl ödendiğini.
ve asıl o zaman anladık kitabın bize asıl bunu anlattığını.
bir süre sonra anladık buna isyan bayrağı çekemeyeceğimizi, bunu kabullenmek gerektiğini.
ve o kitabı okuyan bir adamın yazdığı gibi; her anın sonsuza kadar tekrar tekrar tekrar ve tekrar yaşandığını.
aklımızın o geniş koridorlarını keşfettiğimiz anlarda bundan korkarsak nereye varacağımızı.
korkakların neyin boşuna neyin değerli olduklarını hatırlayamayacakları gibi,
25 yaşındaki gibi, 16 yaşındaki gibi.
eskiden sesini daha fazla kişiye duyurmak önemliyken şimdilerde sesinin ereceği alanı seçmek daha mühim;

erişebildiklerimiz daha sınırlıyken ne buluyorsak öğrenmeye çalışmak anlamlıydı belki, ama bu çağda kişi neyi öğrenmek, neye maruz kalmak istediğini seçmeli.

bu geniş imkanlar sonucunda, insanın kendini kısıtlaması insanın açılmasından daha önemli bir hale geldi.

bizim durumumuzda ulaşabilmek gibi bir sorun kalmadı artık, ulaşmak denen her neyse yeniden düşünmek bırakıldı bize.

yabancı dil, f klavye, bir enstrüman, manuel vites araba kullanmadıkça unutulur da; neden yaşadığımız, neyi sevdiğimiz, kim olduğumuz unutulmaz mı?

ahlaklı olmanın vücut geliştirmekten bir farkı yoktur; her gün ağırlık kaldırmalısınız ve vücudunuza giren her şeyle ilgili tasarruflarınız olmalı.

şeylerin önemini şeylerin yokluğunu çekenler bilebiliyor.

hiç bir şey bir kere öğrenilip hayat boyu yaşanmaz, inanmıyorum; hiç bir şey doğuştan gelip ömür boyu sürmez, inanmıyorum; 15 yaşında sorulan sorunun 7 yaşında anlamsız kaldığına inanmıyorum.

zorba der ki: bana yediğin yemeklerin nereye gittiğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. yalnızca dışkı ve iç yağına mı dönüşüyor yoksa başka bir şey mi?

herkes sağlıklı olmak ister fakat ne yapacağız bu sağlıkla; herkes mutlu olmak ister ama bu mutluluk bizi eğlendiren bir köpük olduktan sonra neye dönüşecek;

herkes bir cevap bularak yaşadığını varsayar 15 yaş sorularına. alaycı olmak, aksi olmak, teslim olmak kolaydır.

benim hayatımın sorusunu ise ismet özel soru cümlesi kurmadan soruyor. "bir şey çok önemli değilse hiç önemli değildir."

bir bulabilsem önemli olan nedir, gerisi hiç önemli değil.