./.
kabız yazarlardan geçilmiyor
dünya.
ve taze boka doymayan
insanlardan.
kasvet verici.
(profesyoneller)

c.bukowski

okul ve askerlik sonrası işsizlik, başıboşluk, semizotu, aslı olmayan hikayeler, kurgu varoluştan iyidir en azından insan tarafından tasarlanmıştır fikrine gönderme, gitme, gelme ve...

otuz yaşına geldim ve hala alkolle kendimi avutup yorgana sarılarak uyuyorum. herhangi bir devlet dairesinde her ne kademeden olursa olsun işe girme umudum okulun ertesinde girdiğim sınavlar neticesinde suya düştü. ticaret yapmak adına ne deneyime ne de yeterli sermayeye sahiptim. onurlu ve legal yoldan yok olmak adına askere gönüllü komando yazıldım ancak allah çekilecek çilen var daha diyerek güneydoğudan beni sağ salim evime gönderdi. elime geçen üç beş kuruşu da elektronik eşyaya harcadım, sudan çıkmış balık misali döndüm babamın köyüne. önceleri her şey yolunda gitti. yine iş sınavları cenderesinde ankara'ya ve istanbul'a gelip gittim. bir baltaya sap olamamış hımbıl veletler cennetinde dostlarımla pişpirik oynayıp onların evlenmelerine, çoluk çocuk sahibi olmalarına, erkek çocuklarını sünnet ettirmelerine tanık olarak gezinip durdum etrafta.

babam onurlu adam, ne laf konduruyor ne de kendisi çekip beni bir laf söylüyor o zamanlar. ancak yemek yerken kaşığı tutuşu bile beni aşağılıyor sanki. akşam oluyor eve geç geliyorum, odama çekiliyorum, yatağımın başucunda açılmamış paketiyle sigara duruyor, herkes yatmış. açıktan kimse bana para uzatmıyor ama sabah kalkıyorum yastığın kenarında on lira. bu beni derinden sarsıyor fakat elden gelen hiçbir şey yok. parayı alıp internet kafeye gidiyorum, gazetelerin iş ilanı eklerine bakıp yüzlerce yere başvuru yapıyorum ve cep telefonumun çalıp beni o mutlu haberle buluşturmasını umut ediyorum. ara sıra çağırıyorlar beni ve her gittiğimde sınava tabi tutularak geri dönüyorum memlekete. ekstradan yüz eli, iki yüz liraya patlıyor bu bana. finansörüm her seferinde umutlanıyor ve "hayırlısı" diyerek avutuyor kendini. ezilerek küçülüyorum git gide ve kafka'nın böceğe dönüşen insanlarıyla dostoyevski'nin yeraltında yaşayanlarına dönüşüyorum zamanla.

birde asrın oyuncağı bilgisayar alıp, yalnızlık iksiri internet bağlatıyorum odama. artık içerde daha çok vakit geçiriyor, gece geç yatıp öğlen ikilerde güne başlıyorum. yanıma kimse yanaşamıyor, televizyon ve internetle besleniyorum. ilme hizmet etmesi gerektiği düşünülen tüm çağların en büyük buluşu internet ve onların sayesinde bulaştığım bilgisayar oyunları epey vaktimi alıyor. her seferinde gerçeğimden uzaklaştırıp kendi kurduğu yapay ortamda ben yorup sızana kadar beni oyalıyorlar. derken arama motoru diye tabir olunan yere bir gece "seks" yazmak gafletinde bulunuyorum ki al sana sefahatten beyni sulanmış dört başı mamur babil kulesi. milyarlarca site, her birinde yüzlerce resim, video, animasyon film, pornografik yazı. yok yok anasını satayım. istedikleri tek şey kredi kartının numarası vererek üye olup para yatırmak veya çok popüler bir site olup, kenarına köşesine aldıkları şirket reklamı gelirlerini artırmak. bu uğurda yapılmadık rezalet, atılmadık takla, başvurulmadık yöntem kalmamış. her biri bir başka siteye link atıyor ve tüm gece dolaşarak hiçbir yere varamıyorsun. milyarlarca çıplak kadın resmi, her türden pornografik görüntü ve hepsi benim odamda ekranın içerisinde. gel de uyu. zaten hayatım kaymış, dibe düşerken kimseye zarar vermeden onu çirkinleştirmekte beis yok.

chat siteleri ayrı bir alem, dünyanın her yerinden birileriyle yazışmak mümkün. bir tanesini asla unutamam. sanırım mirc adıyla meşhur, o zamanlar oldukça yaygın kullanılan sohbet programındaydı. ingilizce biliyoruz ayağına yabancı kanallara takılıyorum, derken "cyber" namıyla bir sohbet odasına denk geliyorum. sağa sola "hi" yazıp atıyorsun karşında ki "asl?" yazıyor. bu age, seks, lokasyon nedir anlamında bir soru. yaşını, cinsiyetini ve bulunduğun yeri yazarak kabul görmesini bekliyorsun, cevap gelirse sohbet biri ayrılana kadar devam ediyor. kanada'dan bir kadınla yazışmaya başlıyoruz, benden yaşça büyük ve yazılım mühendisiymiş, takma adı carina. ama her şeyin yalan olma ihtimali mevcut, ben belki de orta avrupa'da kel saçlı, bira göbekli cinsiyet kavramı karışık erkek bir maden işçisiyle konuşuyorum ancak böylesi bir yalanı sadece onun yazdıklarından anlamam gerekiyor. bir kanadalı ile türk bizim saat dilimine göre gecenin saat üçünde ne konuşursa onu konuşuyoruz ve bir ara carina sohbeti "sana bir şey sormak istiyorum" diye bölüyor. sor diyorum ve "şu anda sağ elimin parmakları nerede? tahmin edebilir misin?" diyor. hay bin kunduz! "nerede?" diye soruyorum hafiften kıllanarak. "bacaklarımın arasında" diyerek çığlık atıyor ardından. bir yazı insanı ne kadar etkileyebilir? o sırada klavyenin başında birinin olduğunu ve tuşa dokunurken şehvetli kelimelerle seni azdırmak istediğini düşününce etkiliyor birader. "peki, neler yapıyorsun onlarla?" diye sorunca kıyamet kopuyor tabii. mirc basit bir chat programı ve "cyber" kanallar bu işe hizmet ediyorlar, bunu öğreniyorsun ilk. ardından sistem gün geçtikçe kendini yeniliyor ve her ne hikmetse, düzen "eğer bir olgu iyi ya da kötü sonuçlar doğurmak üzere kurgulanmışsa, yirmi birinci yüzyıl itibariyle netice mutlak suretle kötüye eğrilme biçiminde gerçekleşecektir" alev alatlı orijinli beynelmilel prensip gereği işleyişine devam ediyor. görüntülü ve sesli iletişim kurmak mümkün oluyor sonraları ve diyelim ki finlandiyalı bir çift yatak odalarını canlı yayınla tüm dünyaya açıyorlar. bu da bir müddet oyalıyor insanı ve sonunda akla, fenne ve insanlığa hizmet etme yüce amacıyla var olan internet, bu erek hariç her yolda kullanılıyor ve modern insan kendi gerçeğinden kaçışı artık bu yolla gerçekleştiriyor. esrar üretiminden el yapımı bombaya milyonlarca var oluşu gereği insan doğasına zararlı eğilim bir tuş basımı kadar uzakken, neşet ertaş'ın mükemmel türkü sözlerine ulaşmak ta aynı pencerenin arkasında.

abilerim ablalarım aşk, dostluk ve muhabbet dileniyoruz klavyenin tuşlarından. herkes kadar kusurlu ve herkes gibi çaresiziz. tuz çölüne paraşütle atlamış bir solucandan farkımız yok. sağcıyız ama ahmet kaya dinliyoruz, kolumuz kanadımız kırık, hayallerimiz sakat, rüyalarımız sakıncalı. üzerimize üzerimize geliyor değersizlik sendromu ve bunun tek sorumlusu biziz. arkamız yok, sırtımız açık, karnımız aç ve kaybedecek zincirlerimiz bile yok. sevdiğimiz kızlar parasız, işsiz güçsüz ve aylak diye bizlerle evlenmiyor ve babalarından biraz daha az kel fizik öğretmenleriyle baş göz oluyor. parasız adam gereksiz adam, itten köpekten tekme yiyoruz gün boyu. iş başvurularının sözlü seçmelerinde ayrıksı ve işe yaramaz olduğumuza karar veriyor insan kaynakları uzmanı kadınlar kısmı. göründüğüm kadar doğulu değilim ben diye haykırasımız geliyor göğsümüzü yırta yırta. oysa sesimizin perdesi düşüyor git gide ve çığlıklarımızı içimizin karanlığına gömerek yaşamaya devam ediyoruz sonra. hayatımız diğerlerine öykünmekten başka bir şey değil ve kendimizden intikam alıyoruz sık sık. içerimizde hayatını iyi kötü bir işle düzene koyup ardından evlenip çoluk çocuğa karışanlarda çıkmıyor değil ama onlarda geçim derdi mutsuzluk kervanında umutsuzluk geleceğine yelken açıyorlar. oğuz atay abimiz yıllar evvelinden durumu özetledi ve ezcümle yenildik biz. artık yardım istemiyoruz, ihsan istemiyoruz, kurtarılmak istemiyoruz. bizden geçti artık, şımarık, arsız ve dik başlıyız. kahvehane köşelerinin en saygın yerleri bize ait, laf olsun torba dolsun yaşantımız, çelik çomak sonrası, okey, ellibir, çanak masalarında her konuda ahkam keserek, atıp tutarak, karadeniz'de peynir gemisi yüzdürerek geçiyor ve niye sildiniz lan benim bukowski mi? diyoruz ardından...

2007
tümünü göster