yirmi dört yaşındayım. yirmi üç ya da yirmi beş de olabilir. bundan ziyade sondan kaçıncı yılımda olduğumu bilmek isterdim. bunun ne önemi var? yaşayacak kaç yılım olduğunu bilsem daha mı farklı yaşayacağım hayatı? hayır. sadece öğrenmek istediğim önümde bir yirmi yılın olup olmadığı.

takdir-i ilahi karşısında boynumuzun lafı yok. ama bir kul olarak benim dileğim en azından kırkımı aşmak.

bugün aynaya dikkatli bakma ihtiyacı hissettim. gözlerimin etrafındaki halka derinleşmişti sanki. 3 beyaz telimi kontrol ettim. yenisi için araştırma yaptım. yoktu. çizgilerimi yokladım. değişen yüzümü keşfetmek eğlenceliydi. biraz hafızamı zorlayıp 3-5 yıl önceki teenage halimi hatırlamaya çalıştım. ama olmadı. fotoğraflardan yardım istemedim. çünkü kendimle beraber bir sürü çer çöp dökecekti üzerime.

farkı görme şansım yoktu. 5 yıl önceki yüzüm ve şimdiki yüzüm nasıl aynı değilse, o yüzü okuyan zihin de aynı değildi. bir fotoğrafa ise hiç güvenemezdim. (aynaya bakan yüz ve objektife bakan yüz aynı mıdır? insan aynanın karşısında kendiyle başbaşadır.)ama yüzüme bakmaktan hiç sıkılmadığıma göre değişen birşeyler var demektir. tekdüzeliği bozan ve algıyı değiştiren bir değişim.
o halde, `yaşlanmaktan nasıl şikayet ederim?`

yirmi dört yaşında yaşlanmaktan bahseden insanın sözleri pek ciddiye alınmayabilir. işte konuya geldik: kırk yaşıma gelip gerçekten yaşlanmanın nasıl birşey olduğunu anlamak istiyorum. yirmi yıl uzaktan bu yıllar nasıl görünecek?

değişecek miyim? parlak ve düzgün bir cildin cazibesi, yüzümü kırışık gidericilere bulamama neden olacak mı? hayatı artık adamak ve adanmak üzerine kurulmuş bir tahterevalli olarak mı göreceğim? ya da yalnızlığına ah vah ederken çantamdaki pişmanlıkları boşaltmakla mı meşgül olacağım? birinden çiçek almaktan çok naylon kaplarda büyüttüğüm sardunyalar mı beni mutlu edecek ya da poliçeleri tamamlanmış sigortamın geri ödemeleri? düğünler, doğumlar, ölenlere vahvahlanmak, mezarlıklara daha korkarak bakmak? kimleri bulmuş kimleri kaybetmiş olacağım? kendimi daha kimlerde kaybetmiş olacağım? parmaklarım klavyenin tuşlarına bu kadar heyecanla basacak mı? o zaman da kayışlarım bu kadar gevşek olacak mı? değişecek miyim?

yirmi dört yaşındayım. yaşlılıkla ilgili birşeyler yazmak için çok küçük ama sürekli yaşlanan bir insanım. bugün benim doğum günüm. aynada sıkılmamak için yaşlanmak gerektiğine hükmettim.
doğum günüm kutlu olsun.
sensiz saadet neymiş hiç tadmadım ki'den, bensiz saadet neymiş hiç tadmadın ki'ye salıncaklanıp durmaktır.

bir pencere önü çiçeği olmaktır. kitap gibi konuşmak ama içeriği yenilgiden gayrı birşey olmamasıdır.

kızılderilinin satsuma mandalinanın vatanında bir deniz kenarında tavşana niyet çektirmesine şasırmamaktır.

mağazalardaki dede efendi, kan kalesi, ağır mevlevi eserlerin arasında shakira kasetine gevrek gevrek gülememektir.

anlamaktır ki sebzeler için fazla ince düşündüğünü.

omuz silkmektir buna ve birçok şeye.

uçağa takım elbiseyle binip sıkmaya geçmiş çamaşır makinası sesi çıkartan uçağın kalkıştaki ivmesini ve bulutları pas geçip kabız bir gazetenin kabız sayfalarına gömülmektir.

yaşlanmak çok basit bir iştir.

ama mühim olan her daim genç kalabilmek ve onurlu bir şekilde yenilgiyi taşıyabilmektir.

eninde sonun da herkes bir gün yaşlanacaktır.

fakat saba makamlı udlu namelerle bugünün saraylısında da -dizi versiyonunda- ana fikir olan;

''eskiden mahallemizde bir çeşme vardı. herkes suyunu o çeşmeden doldururdu. hiç durmadan akar dururdu. akması hiç durmazdı. kaynaktan gelirdi çünkü.

ben nedense o akan suya acırdım. ziyan zebil oluyor diye üzülürdüm. çocukluk işte, çocukluk...

oysa çeşme akmazsa kurur, kaynağı dağılır gider.

akan çeşme berekettir.

sevmedin mi kurursun.

yaşamadın mı kurursun.

toprak gübre olursa mahsul verir.

yağmur yağarsa bereket olur.

güneş açarsa kuşlar öter.

bebek meme emerse büyür.

demir işlenirse makina olur.

insan da severse diri kalır.

sevginin yaşı da başı da yoktur.

sevmedinmi kurursun.

sonrada başlarsın içmeye, sonuna kadar içmeye.''

vel hasıl-ı kelam; ateşçi aman yollara dikkat, elindeki kömürleri idareli at.