ankara'nın orta yerinden az beride -ileride de olabilir- eski bir at ahırından bozma cezaevi. çok acayip bir yer, ceza çekmedikçe pek cezaevine benzemiyor içerisi, öyle olunca cezayı hissettirmek için başka önlemler alınıyor.
on yıl olmuş devlet ulucanlar'da on insanı katledeli. bazıları dostum, bazıları yoldaşım, hepsi eksiksiz kardeşim. önünde sabahlayıp itfaiye araçlarını saydığımız kapı, ayakkabılarımıza sarılarak dayak yediğimiz kapı, kaç annenin gözyaşlarıyla evladını beklediği kapı, çıkınca bir daha dönüp bakmadığım kapı ve duvarlar, adları batasıca duvarlar, volta vurmaktan eskimiş maltalar, kapıaltına yakın servi ağacı, önünde fotoğraf çektirdiğimiz parmaklıklı pencere, habip, ümit, ismet, ahmet, aziz, önder, zafer, abuzer, halil, mahir, ulucanlar...
iki yıl önce ulucanlar cezaevi kapatıldı, yerine müze mi olsun, kent bilmemnesi mi tartışmaları yapıldı ve yazık ki odalar başta olmak üzere birçok kurum bu durumu destekledi. o günlerde red dergisinde yayınlanmış biryazıyı buraya taşımak istedim, ulucanlar üzerine yazmak zor geldiğinden değil, ar geldiğinden.
cezaevinde yas vardı, hep yas olacak!
ulucanlar cezaevi'nin artık kullanılmayacağını duymak, orada ömrünün belli bir bölümünü geçirmiş herkes üzerinde tuhaf bir etki yaratmıştır. ulucanların küflü, kalın duvarına karşı bir de bir gece yarısı sigaranızı yakıp dışarıyı düşünmüşlüğünüz varsa. yahut sevdiğiniz birileri o duvarın arkasındayken kapı önünde çay ocağında oturmuş, jandarmanın elinde silahla beklediği kapıya dönüp bir türlü sesinizi yükseltemeden bir türkü söylemişseniz.
ulucanlar, herkesin kucak dolusu anılarını alıp gizlemiş bir mahzendir. şimdi kentin sosyal dokusunun bir parçası olarak kent yaşamına kazandırılacakmış. üstelik projenin başlangıcında ulucanlar'ın şimdiye kadarki sosyal dokusunun ve acılarının hep bir parçası olmuş insan hakları derneği ve tmmob'a bağlı odalar bulunuyor. etkinliğin son gününde ise uçurtma uçurulacak ulucanlar cezaevi'nde.
böylesi tuhaf bir aklama operasyonunun, hafızasızlaştırma girişiminin bir parçası olamayacak kadar değer içeren kurumlar bunlar. hatırlarlarsa her yıl eylül'ün 26'sında önüne karanfil attığımız binadır orası. her yıl eylül'ün 26'sında ihd adına birilerinin bir iki söz söylediği yerdir orası. her yıl eylül'ün 26'sında ihd'liler de içinde slogan atılırken jandarmayla gerilim yaşadığımız binadır orası. şimdi bir gecede nostaljik bir harabe mi sayılmaya başladı? evet ulucanlar'da insanlar kucak dolusu anılarını bıraktılar, ama bazılarımız anılardan daha fazlasını bıraktı orada.
sadece bir dakikalığına gözlerimizi kapatıp düşlüyoruz: ulucanlar cezaevi'nin o taş duvarlarından yenidoğan ve çinçin gibi başkentimizin varoşlarına doğru rengarenk uçurtmalar süzülüyor gökyüzünde. sanki kurtarılmış ve bütün zindanları parçalanmış, yıkılmış ve tüm tutsaklar serbest bırakılmış bayram yeri gibi. tutsaklık denilen akıldışı uygulama son bulmuş da insanlık bunu kutlayacak kadar olgun; kan dökücülük, hırs, kin ve intikam tarihin karanlık dönemlerinde kalmış.
gözlerimizi hiç açmadan içeride gezmeye devam ediyoruz. gözümüze bir afiş takılıyor: 'içeri sığmayanlar'
sinop cezaevi'nin girişinde bir pano ve üzerinde yazan cümleyi hatırlıyoruz:
' sinop ceaevi'nde yatan ünlüler '!!!
evet bu cezaevinde artık işkence çığlıkları yok! biz varız.
evet bu cezaevinde artık et kancalarına asılan insanlar yok! biz varız.
evet bu cezaevinde tecrit edilenler insansızlaştırılanlar yok!biz varız.
evet bu cezaevinde artık özgür tutsaklar yok! biz varız.
evet bu cezaevi artık taş dokusuyla bir seyir yeri, bir müze hatta kapısında yakında içeride yatan ünlülerin yazdığı bir tabelası bile olur! çünkü biz varız artık avlusunda uçurtmalarımız var.
beri yandan belki ileride şiirleri ya da düşünceleriyle ünlü olabilecek yüzlercesi çok uzakta değil sincan'da tecrit altında tutuluyorlar. neden kapanmasını beklemeden oranın kapısına da bir pano asılmasın ki. "eğer hırsızlıktan yakalanıp karakolda eli kırılmasaydı ünlü bir ressam olabilecek x!" ya da "tecrit işkencesine dayanamayıp kendini asmasaydı, gelecek kuşaklar tarafından çok daha fazla tanınacak siyaset ve eylem adamı y!" öyle ya ulucanlar'da yatıp da ünlü olma şansını orada bırakan hiç değilse 10 kişi tanıyoruz, birinin henüz 17 yaşında olduğunu hatırlatalım. aziz'in adını nereye yazacaksınız?
imajınız da vizyonunuz da sizin olsun, ama acılarımıza dokunmayın!
yeni kent, yeni insan, ab'ye adımlar, türkiye'nin imajı, şenlikli muhalefet, toplumsal barış, acıların tesellisi, kentin sosyal dokusu... bırakınız bu zırvalıkları. o duvarların ardında meşe odunu ile dayak yemediyseniz, orada şenlik yapmak da sizin haddinize değildir. hem de meşe odununu tutan ellerle birlikte, hem de kurşun sıkan elleri avuçlarınızın içine alarak, hem de hamamda ismet'in boğazını kestikleri kasaturanın yarası içimizi dağlarken hala. destekçi kurumun adalet bakanlığı olduğu bir şenliğe katkı sunmak. üstelik toplumsal duyarlılığı olduğunu ileri süren kurumlar olma iddiasındayken.
bırakın bu adalet bakanlığı'nın neler yaptığını hatırlatalım. 123 insanın ölümü, yüzlerce insanın sakat kalışının doğrudan sorumlusu olan kurumdur adalet bakanlığı. üstelik bu ölümlerin dolaysız nedeni olan f tipi hücreler ve tecrit konusunda herhangi bir adım atmamış, hiç de toplumsal barışa katkı sunma heveslisi olmamıştır. şenlik yapılan cezaevinde 1999'da yaşanan katliam konusunda hala sanıktır adalet bakanlığı. üstelik bir dava da kendi açmış, tutsakların isyan ve devlet malına zarar vermekten yargılanmasını istemiştir. bu davaların her ikisi de hala sürüyor. madem ulucanlar'da şenlik yapacak kadar basitleşmiş bu işler, adalet bakanlığı davasını geri çekmekle başlasın. madem barışacağız dördüncü, beşinci koğuşların arasına bir anıt yaptırsın. ama öyle sahte özürlerle yetinmeyeceğiz; altında "katlettik!" yazmayan bir anıtla da çıkmasınlar karşımıza.
şenliklerde katılımcı olan adalet bakanlığı ceza ve tevkif evleri genel müdürü kenan ipek, boş konuşmalar yerine gerçekleri açıklasın. ölülere bile işkence yapan infaz koruma memurları "uiucanlar tarihi sözlü anlatım" yapılacakmış; anlatsınlar demir sopalarla üstümüze nasıl saldırdıklarını. habib'i yaralıyken nasıl ölüme terk ettiklerini. ettikleri küfürleri yazıp sergi açsınlar. toplumsal barış ve kentin imajı konusunu belki o zaman düşünebiliriz. belki o zaman affedebiliriz. ama daha affetmedik!
bir başka konu da köhnemiş bu zindan binasının neden terk edildiği. orada yeterince acı çekildiği için mi? elbette hayır. birincisi yeterince güvenlikli olmadığı, ikincisi kentin görünümü bozduğu için. peki oradaki adli tutsaklar şimdi nereye götürüldü. şenlik yapacağınız avluda en azından insan yüzü görebilen kişiler siz o şenliği yaparken nerede ve ne halde olacaklar? sincan f tipi cezaevi'nde tek ya da üç kişilik hücrelerde, havalandırma saatinin kısalığını düşünüyor olacaklar.
düşman gelir, komşunuzun evine girer, orada yaşayanları katleder, işkence eder, sonra siz rahatsız olmayasınız diye çığlıklardan onları başka yere götürür işkence etmek için ve döner der ki "al burasını sen kurtardın senin olsun. uçurtmanı uçur, türkülerini söyle, oyunlarını oyna. ben diğer komşularını öldüreceğim." katiller, işlerini daha rahat görsünler, sizin gözleriniz kapalı kalsın diye size de küçük bir işbirliği armağanı verirler: yağma hakkı. haydi mesleki birlikler ve kitle örgütleriyle birlikte güle oynaya yağmaya...
hiçbir acı tükenmedi, sadece cezanın katlanması, etkisinin arttırılması hedefleniyor. bir de şu kentin imajı konusu var ki gecekondu yıkımlarıyla yapılmak istenen şeyin bir parçası sanırım bu. yeni rant alanları yaratmak, kentlerin lanetlilerini evsiz bırakmak pahasına görüntüyü kurtarmak. herhalde mimarlar odası'nın insanların evsiz bırakılması konusunda ya da bilinen adıyla "kentsel dönüşüm" hakkında pek de olumlu düşünceleri yoktu. ama ne gam, bugün cezaevinde şenlik var, yarın da çadırlarda, otobüs duraklarında yaşamak zorunda kalan insanların kaldığı yerlerde şenlik yaparız.
bir nokta daha var. tüm bunları bir yana bırakalım. bu kötümserlik ülkesinde bir gün olsun tatlı bir düş görelim. gerçekten artık cezaevlerinin olmadığı bir ülkede yaşıyor olalım. devletin iş makineleri ve silahlı askerlerle cezaevlerine operasyon yapmadığı, çocukların demir parmaklıkları tanımadığı bir ülke düşleyelim. kabul, bu düşü yaşamak için de gerçekleri görmezden gelelim ve ulucanlar'ı geziye gidelim. siz hiçbir cezaevinde neşeli olunabileceğini, şenlik yapılabileceğini düşünür müsünüz? bu koşullarda bile. gidin auschwitz'de bırakın şenlik yapmayı, sırıtarak dolaşmayı deneyin, makul görünüyor mu? binlerce insanın kapalı bırakıldığı, onlarca insanın öldürüldüğü bir yerde güle oynaya dolaşmanın neresi makul olabilir ki. gazete haberlerinde ana matladaki kavak ağacının yanında insanların fotoğraf çektirdiği söyleniyor, o ağacın karşısında da fotoğraflar çektirildi, boyunlarına ilmek geçirilmiş 22 yaşında gençlerin fotoğrafları. emekten yana olduğunu söyleyenlerin, insan hakları savunucularının önce o fotoğraflara saygı duyulmasını sağlamaktır görevleri. ilmeği tutan ellerle elele şenlik yapmak değil.
yapıyorsanız şenlik veya etkinlik sincan f tipi'nin önünde yapalım. uçurtmalarımızı orada uçuralım. bakalım o zamanda adalet bakanlığı destekleyecek mi etkinlikleri yoksa engelleyecek mi? ama işte o zaman hem ulucanlar'da hem de yurdun dört bir köşesindeki cezaevlerinde sesimiz yankılanacaktır.
bu satırların yazarları kendilerinin ve sevdiklerinin gecelerini ve günlerini geçirdiği, mekanı görmeye gidecek elbette. onun önünde çay içmişlikleri, tahliye beklemişlikleri de çoktur. ama gülmeyecekler, oradaki anılarını gözden geçirecekler. bir ihtiyar vardı, adli, dört ayaklı bastonla yürüyebilen, gözleri görmeyen ve altına kaçıran; o adamı orada tutan ceza sistemi üzerine söyleyecek sözleri var çünkü. bir de yazarlardan birinin sevgilisi, anlatırdı, görüşe geldiği günleri. "oyun gibiydi, arada sadece bir adım var, ama sana sarılamıyorum. sonra saat doldu dediklerinde ayrı taraflar gidiyoruz, yanına doğru yürüyebilirim, çok basit, ama yürümüyorum, sen dışarı çıkmıyorsun, koğuşa dönüyorsun. oyun gibi." sonra anladık ursula lequin'in mülksüzleri'ni.
o oyun sürdürülüyor. insan, insanı ezmek, yok etmek, silmek için cezalandırıyor. cezaevleri şenlik yapılacak yerler değildir, yas tutunuz insanın insanı kapatabilmesine.
on yıl olmuş devlet ulucanlar'da on insanı katledeli. bazıları dostum, bazıları yoldaşım, hepsi eksiksiz kardeşim. önünde sabahlayıp itfaiye araçlarını saydığımız kapı, ayakkabılarımıza sarılarak dayak yediğimiz kapı, kaç annenin gözyaşlarıyla evladını beklediği kapı, çıkınca bir daha dönüp bakmadığım kapı ve duvarlar, adları batasıca duvarlar, volta vurmaktan eskimiş maltalar, kapıaltına yakın servi ağacı, önünde fotoğraf çektirdiğimiz parmaklıklı pencere, habip, ümit, ismet, ahmet, aziz, önder, zafer, abuzer, halil, mahir, ulucanlar...
iki yıl önce ulucanlar cezaevi kapatıldı, yerine müze mi olsun, kent bilmemnesi mi tartışmaları yapıldı ve yazık ki odalar başta olmak üzere birçok kurum bu durumu destekledi. o günlerde red dergisinde yayınlanmış biryazıyı buraya taşımak istedim, ulucanlar üzerine yazmak zor geldiğinden değil, ar geldiğinden.
cezaevinde yas vardı, hep yas olacak!
ulucanlar cezaevi'nin artık kullanılmayacağını duymak, orada ömrünün belli bir bölümünü geçirmiş herkes üzerinde tuhaf bir etki yaratmıştır. ulucanların küflü, kalın duvarına karşı bir de bir gece yarısı sigaranızı yakıp dışarıyı düşünmüşlüğünüz varsa. yahut sevdiğiniz birileri o duvarın arkasındayken kapı önünde çay ocağında oturmuş, jandarmanın elinde silahla beklediği kapıya dönüp bir türlü sesinizi yükseltemeden bir türkü söylemişseniz.
ulucanlar, herkesin kucak dolusu anılarını alıp gizlemiş bir mahzendir. şimdi kentin sosyal dokusunun bir parçası olarak kent yaşamına kazandırılacakmış. üstelik projenin başlangıcında ulucanlar'ın şimdiye kadarki sosyal dokusunun ve acılarının hep bir parçası olmuş insan hakları derneği ve tmmob'a bağlı odalar bulunuyor. etkinliğin son gününde ise uçurtma uçurulacak ulucanlar cezaevi'nde.
böylesi tuhaf bir aklama operasyonunun, hafızasızlaştırma girişiminin bir parçası olamayacak kadar değer içeren kurumlar bunlar. hatırlarlarsa her yıl eylül'ün 26'sında önüne karanfil attığımız binadır orası. her yıl eylül'ün 26'sında ihd adına birilerinin bir iki söz söylediği yerdir orası. her yıl eylül'ün 26'sında ihd'liler de içinde slogan atılırken jandarmayla gerilim yaşadığımız binadır orası. şimdi bir gecede nostaljik bir harabe mi sayılmaya başladı? evet ulucanlar'da insanlar kucak dolusu anılarını bıraktılar, ama bazılarımız anılardan daha fazlasını bıraktı orada.
sadece bir dakikalığına gözlerimizi kapatıp düşlüyoruz: ulucanlar cezaevi'nin o taş duvarlarından yenidoğan ve çinçin gibi başkentimizin varoşlarına doğru rengarenk uçurtmalar süzülüyor gökyüzünde. sanki kurtarılmış ve bütün zindanları parçalanmış, yıkılmış ve tüm tutsaklar serbest bırakılmış bayram yeri gibi. tutsaklık denilen akıldışı uygulama son bulmuş da insanlık bunu kutlayacak kadar olgun; kan dökücülük, hırs, kin ve intikam tarihin karanlık dönemlerinde kalmış.
gözlerimizi hiç açmadan içeride gezmeye devam ediyoruz. gözümüze bir afiş takılıyor: 'içeri sığmayanlar'
sinop cezaevi'nin girişinde bir pano ve üzerinde yazan cümleyi hatırlıyoruz:
' sinop ceaevi'nde yatan ünlüler '!!!
evet bu cezaevinde artık işkence çığlıkları yok! biz varız.
evet bu cezaevinde artık et kancalarına asılan insanlar yok! biz varız.
evet bu cezaevinde tecrit edilenler insansızlaştırılanlar yok!biz varız.
evet bu cezaevinde artık özgür tutsaklar yok! biz varız.
evet bu cezaevi artık taş dokusuyla bir seyir yeri, bir müze hatta kapısında yakında içeride yatan ünlülerin yazdığı bir tabelası bile olur! çünkü biz varız artık avlusunda uçurtmalarımız var.
beri yandan belki ileride şiirleri ya da düşünceleriyle ünlü olabilecek yüzlercesi çok uzakta değil sincan'da tecrit altında tutuluyorlar. neden kapanmasını beklemeden oranın kapısına da bir pano asılmasın ki. "eğer hırsızlıktan yakalanıp karakolda eli kırılmasaydı ünlü bir ressam olabilecek x!" ya da "tecrit işkencesine dayanamayıp kendini asmasaydı, gelecek kuşaklar tarafından çok daha fazla tanınacak siyaset ve eylem adamı y!" öyle ya ulucanlar'da yatıp da ünlü olma şansını orada bırakan hiç değilse 10 kişi tanıyoruz, birinin henüz 17 yaşında olduğunu hatırlatalım. aziz'in adını nereye yazacaksınız?
imajınız da vizyonunuz da sizin olsun, ama acılarımıza dokunmayın!
yeni kent, yeni insan, ab'ye adımlar, türkiye'nin imajı, şenlikli muhalefet, toplumsal barış, acıların tesellisi, kentin sosyal dokusu... bırakınız bu zırvalıkları. o duvarların ardında meşe odunu ile dayak yemediyseniz, orada şenlik yapmak da sizin haddinize değildir. hem de meşe odununu tutan ellerle birlikte, hem de kurşun sıkan elleri avuçlarınızın içine alarak, hem de hamamda ismet'in boğazını kestikleri kasaturanın yarası içimizi dağlarken hala. destekçi kurumun adalet bakanlığı olduğu bir şenliğe katkı sunmak. üstelik toplumsal duyarlılığı olduğunu ileri süren kurumlar olma iddiasındayken.
bırakın bu adalet bakanlığı'nın neler yaptığını hatırlatalım. 123 insanın ölümü, yüzlerce insanın sakat kalışının doğrudan sorumlusu olan kurumdur adalet bakanlığı. üstelik bu ölümlerin dolaysız nedeni olan f tipi hücreler ve tecrit konusunda herhangi bir adım atmamış, hiç de toplumsal barışa katkı sunma heveslisi olmamıştır. şenlik yapılan cezaevinde 1999'da yaşanan katliam konusunda hala sanıktır adalet bakanlığı. üstelik bir dava da kendi açmış, tutsakların isyan ve devlet malına zarar vermekten yargılanmasını istemiştir. bu davaların her ikisi de hala sürüyor. madem ulucanlar'da şenlik yapacak kadar basitleşmiş bu işler, adalet bakanlığı davasını geri çekmekle başlasın. madem barışacağız dördüncü, beşinci koğuşların arasına bir anıt yaptırsın. ama öyle sahte özürlerle yetinmeyeceğiz; altında "katlettik!" yazmayan bir anıtla da çıkmasınlar karşımıza.
şenliklerde katılımcı olan adalet bakanlığı ceza ve tevkif evleri genel müdürü kenan ipek, boş konuşmalar yerine gerçekleri açıklasın. ölülere bile işkence yapan infaz koruma memurları "uiucanlar tarihi sözlü anlatım" yapılacakmış; anlatsınlar demir sopalarla üstümüze nasıl saldırdıklarını. habib'i yaralıyken nasıl ölüme terk ettiklerini. ettikleri küfürleri yazıp sergi açsınlar. toplumsal barış ve kentin imajı konusunu belki o zaman düşünebiliriz. belki o zaman affedebiliriz. ama daha affetmedik!
bir başka konu da köhnemiş bu zindan binasının neden terk edildiği. orada yeterince acı çekildiği için mi? elbette hayır. birincisi yeterince güvenlikli olmadığı, ikincisi kentin görünümü bozduğu için. peki oradaki adli tutsaklar şimdi nereye götürüldü. şenlik yapacağınız avluda en azından insan yüzü görebilen kişiler siz o şenliği yaparken nerede ve ne halde olacaklar? sincan f tipi cezaevi'nde tek ya da üç kişilik hücrelerde, havalandırma saatinin kısalığını düşünüyor olacaklar.
düşman gelir, komşunuzun evine girer, orada yaşayanları katleder, işkence eder, sonra siz rahatsız olmayasınız diye çığlıklardan onları başka yere götürür işkence etmek için ve döner der ki "al burasını sen kurtardın senin olsun. uçurtmanı uçur, türkülerini söyle, oyunlarını oyna. ben diğer komşularını öldüreceğim." katiller, işlerini daha rahat görsünler, sizin gözleriniz kapalı kalsın diye size de küçük bir işbirliği armağanı verirler: yağma hakkı. haydi mesleki birlikler ve kitle örgütleriyle birlikte güle oynaya yağmaya...
hiçbir acı tükenmedi, sadece cezanın katlanması, etkisinin arttırılması hedefleniyor. bir de şu kentin imajı konusu var ki gecekondu yıkımlarıyla yapılmak istenen şeyin bir parçası sanırım bu. yeni rant alanları yaratmak, kentlerin lanetlilerini evsiz bırakmak pahasına görüntüyü kurtarmak. herhalde mimarlar odası'nın insanların evsiz bırakılması konusunda ya da bilinen adıyla "kentsel dönüşüm" hakkında pek de olumlu düşünceleri yoktu. ama ne gam, bugün cezaevinde şenlik var, yarın da çadırlarda, otobüs duraklarında yaşamak zorunda kalan insanların kaldığı yerlerde şenlik yaparız.
bir nokta daha var. tüm bunları bir yana bırakalım. bu kötümserlik ülkesinde bir gün olsun tatlı bir düş görelim. gerçekten artık cezaevlerinin olmadığı bir ülkede yaşıyor olalım. devletin iş makineleri ve silahlı askerlerle cezaevlerine operasyon yapmadığı, çocukların demir parmaklıkları tanımadığı bir ülke düşleyelim. kabul, bu düşü yaşamak için de gerçekleri görmezden gelelim ve ulucanlar'ı geziye gidelim. siz hiçbir cezaevinde neşeli olunabileceğini, şenlik yapılabileceğini düşünür müsünüz? bu koşullarda bile. gidin auschwitz'de bırakın şenlik yapmayı, sırıtarak dolaşmayı deneyin, makul görünüyor mu? binlerce insanın kapalı bırakıldığı, onlarca insanın öldürüldüğü bir yerde güle oynaya dolaşmanın neresi makul olabilir ki. gazete haberlerinde ana matladaki kavak ağacının yanında insanların fotoğraf çektirdiği söyleniyor, o ağacın karşısında da fotoğraflar çektirildi, boyunlarına ilmek geçirilmiş 22 yaşında gençlerin fotoğrafları. emekten yana olduğunu söyleyenlerin, insan hakları savunucularının önce o fotoğraflara saygı duyulmasını sağlamaktır görevleri. ilmeği tutan ellerle elele şenlik yapmak değil.
yapıyorsanız şenlik veya etkinlik sincan f tipi'nin önünde yapalım. uçurtmalarımızı orada uçuralım. bakalım o zamanda adalet bakanlığı destekleyecek mi etkinlikleri yoksa engelleyecek mi? ama işte o zaman hem ulucanlar'da hem de yurdun dört bir köşesindeki cezaevlerinde sesimiz yankılanacaktır.
bu satırların yazarları kendilerinin ve sevdiklerinin gecelerini ve günlerini geçirdiği, mekanı görmeye gidecek elbette. onun önünde çay içmişlikleri, tahliye beklemişlikleri de çoktur. ama gülmeyecekler, oradaki anılarını gözden geçirecekler. bir ihtiyar vardı, adli, dört ayaklı bastonla yürüyebilen, gözleri görmeyen ve altına kaçıran; o adamı orada tutan ceza sistemi üzerine söyleyecek sözleri var çünkü. bir de yazarlardan birinin sevgilisi, anlatırdı, görüşe geldiği günleri. "oyun gibiydi, arada sadece bir adım var, ama sana sarılamıyorum. sonra saat doldu dediklerinde ayrı taraflar gidiyoruz, yanına doğru yürüyebilirim, çok basit, ama yürümüyorum, sen dışarı çıkmıyorsun, koğuşa dönüyorsun. oyun gibi." sonra anladık ursula lequin'in mülksüzleri'ni.
o oyun sürdürülüyor. insan, insanı ezmek, yok etmek, silmek için cezalandırıyor. cezaevleri şenlik yapılacak yerler değildir, yas tutunuz insanın insanı kapatabilmesine.