halk bilir en iyisini, halk bildiğini bilir çünkü ve tarihselliğin bir laneti gibi halkın bildiği en iyisidir, iyi sözcüğünün verimsizliği ile söyleyelim en uygunudur ve kuşkusuz verili koşullarda.
genel olarak bizim topraklarda tarih hep ters seyirlerle ilerlemiştir, bütün doğumlarda bebek ters gelmiştir. şimdi imparatorluk toplumu diye başlayıp nedenleri üzerine bir dizi tartışmaya da girebilirim ama önce sonuçları ele almak lazım. bugün hala ve benim bir türlü anlayamadığım bir nedenle "merkez sol", "ortanın solu", "düzen solu" gibi isimlerle anılan gelenek ters gelen bebektir. ve bugün hala yumruklarıyla erkek, gözleriyle çocuk, bıyıklarıyla daşak görünümü veren gelenek bir başka ters gelen bebektir. ben de tabii öyleyimdir, itiraz etmeyeyim. sorun şudur ki demokrasiye bakış konusunda sağ gelenek tutucu, sol gelenek ilericidir. sağ gelenek kralcı, sol gelenek halkçıdır, sağ gelenek şerefsiz, sol gelenek adilanedir. bakın isterseniz bütün avrupa tarihine işler böyle yürümüştür, devrimleri yapan sol gelenek, devrimlere karşı çıkamıyorsa kıyısından yontan sağ gelenektir.
e bu ülkede devrim mi olmuş, diyecek bosnian. olmuş tabii, devrim olmaya olmaya ittihat terakki gelmiş "la azına zıçtımın köfte halkı, devrim yapsaza la yarraam" diyerek konuya dahil olmuştur. "ulen bu halk için onca şeye katlandık, halktan da bi zik çıkmadı" diyen solcunun rüyası gerçek olmuş halka rağmen halk devrimi yapılmıştır, tarih tersten gelen bebektir. elbette ittihatçılar 1908'de bu işlerin başına geldiklerinde yanlarında müttefikleri vardır ki mesela taşnak bunlar içindedir. ama 1876'dan fenafillah dersler alarak çıkmış o ittihatçılar, sonrasında iktidarda hak iddia edebileceklerin hepsini temizleme gayretkeşliğini de uzun yıllar cepte taşımışlardır. ve bir tek neye dokunmamışlardır; orduya ve krala! ittihatçılar da tersten gelen bebektir.
sonrasını biliyorsunuz, bu geleneği yok edip tahtına konan ve bu geleneğin sürdürücüsü olan ve şimdilerde cumhuriyetle yaşıt tek parti olmakla övünen (bir anlasam bir anlasam) partinin geleneği işin başına geçmiştir. büyük devrimler gerçekleştirmiş, büyük devrimleri başlatmış ve bitirmiştir. mesela şapka devrimi var değil mi ya? o ne büyük demokrasi hamlesidir o. fakat işte rizeliler buna karşı çıkmışlardır, köftehorlar. halk demokrasiye aykırıdır zaten biraz. sonra hamidiye zırhlısı rize önlerine çekildiğinde rize de şu türkü yakılmış ve bir gecede bütün rizeliler şapkalı olmuşlardır:
"atma hamidiye atma
şapka da giyeceğum
asker de vereceğum" (bu türkü de robbiefowler için gelmiş olsun)
aynı dönemlerde bu demokrasi karşıtı halk binlerce kişilik mitinglerinde toplanmaktadır serbest cumhuriyet fırkasının. tabii ki fırka kapatılır. halk da, demokrasi de, memleket de, hamidiye de tersten gelen bebektir. en kötüsü hamidiyedir, zira kendisi ufaktan da olsa kronstad zırhlısını andırmaktadır, şerefsiz hamidiye!
ve
efendim gelelim sadede, bu gelenek -her nedense sol olarak da anılmakta- o derece monolitik, tutucu, tekmerkezli, skolastik bir bakışa sahiptir ki yeni denilebilecek hiçbir şey söyleyemez ve söyleyemeyecektir. üretken değildir, yenilikçi değildir, değişime kapalı olduğu gibi değişime yasakçıdır da. kesinlikle chp rozeti takıp şunu söyleyeceğim bir gün: yenilik tersten gelen bebektir.
ve putları daha az olan taraf kazanmıştır, daha üretken, daha yaratıcı ve değiştirebilme düşüncesine sahip taraf evet bütün avrupa geleneğinin aksine sağ gelenek kazanmıştır. demokrasinin paradoksu buradadır. bakınız bir iki örnek:
sağ gelenek adına yeni partiler kurulmuş, sol gelenek adına darbe yapılmıştır, darbeyle demokrasi getirilmiştir hatta ve hatta bu hala savunulmaktadır da.
sol gelenek adına kıbrıs işgal edilmiş, sağ gelenek adına birleşme planına göz kırpılmıştır.
sol gelenek dut yemiş bülbülken ve ikirciğiyle duralarken sağ gelenek özelleştirme işini çözmüştür.
sol gelenek atatürk devrimleri dediği yerden bir adım ileri gidemezken sağ gelenek demokrasinin yıldızlarıyla göklerde uçmaktadır.
ve işte sağ gelenek yeni bir şeyler söyleyebilmekte, yaratıcı olabilmekte, çürümüş kapitalizmi ve kokuşmuş burjuva cumhuriyetini kurtarmak, ayakta tutmak için üretebilmektedir.

halk anlamıyor tabii ki demokrasidir, inatla soldan kaçıyorlar, bunlara iki hamidiye çakacaksın bak nasıl da demokrat oluyorlar. ama bizim anamızı ağlatan asıl o tersten gelmeler anacım!
ha bunlara ek olarak adalet ve özgürlük için solcu olan kafamı mı sikim? yok la yok iyi böyle, hazır kimse de anlamıyor, büyük adam olma şansımız sürüyor.
türkiye ve demokrasi deyince aklıma hep şöyle bir sahne gelir:

genç bir subay, yirmili yaşlarında henüz, jilet gibi bir üniforma, bıyıksız tertemiz bir yüz. küçük burjuva entellektüelinin kendini beğenmiş yüzü işte. karşısında da cahil bir köylü. hani yetmişlerdeki türk filmlerinde ilyas salman ya da kemal sunal'ın canlandırdığı karakterler gibi.

subay, kendinden emin, biraz ukala, oldukça militarist bir ses tonu ile anlatıyor:
''bak arkadaşım, bundan sonra demokrasi var. benim her dediğimi yapmayacaksın. benim verdiğim emirleri düşünecek, sorgulayacak, aklına yatarsa öyle yerine getireceksin.'' köylü bir an düşünüyor, cümleler dilinin ucuna geliyor, sonra yüzündeki heyecanın yerini korku ve daha çok umutsuzluktan beslenen bir boş vermişlik alıyor, konuşmaktan vazgeçiyor. onun bu durumunu farkeden subay emrediyor:

''ben sana artık demokrasi var, konuşmaktan korkmayacaksın demedim mi? emrediyorum, konuş!'' çaresizliğin verdiği cesaretle konuşmaya başlıyor köylü: ''tamam, ama sen istedin kızmak yok sonra. bana bağırıp duruyorsun. artık emir vermek yok diyorsun, yine emir veriyorsun. bundan sonra bana karışma, muhatap olmayalım senle mümkünse.'' (tabi köylü istanbul türkçesi konuşmuyor. hatta kürt ise askerin hiçbir söylediğini anlamıyor, onu anlamadığı için dayak da yiyor. ama bu ayrı konu. şimdilik biz köylünün istanbul türkçesi'ni anladığını varsayalım)

subay önce gülümsemeye çalışıyor, onun cahilliğine vermek istiyor köylünün bu tavrını. başaramıyor, gülümsemek yerine sırıtıyor. hasmına dişlerini gösteren bir yırtıcı gibi sırıtmayı başarabiliyor ancak. anlayamıyor, ''ben ona kötü bir şey söylemedim ki, sadece kimseden emir alma dedim. bu gerizekalı bu kadar basit birşeyi neden anlamıyor.'' diye düşünüyor içinden. yumruklarını sıkıyor ve allah ne verdiyse girişiyor köylüye. şiddeti yüceltmiş olmamak için, sorumlu yazarlık anlayışı gereği ayrıntı vermeyeceğiz.*(*gülücük) neyse, devam edelim. subay yorulunca cebinden tabancasını çıkarıyor, köylünün kafasına dayıyor, ve konuşmaya başlıyor:

''bundan sonra demokrasi var. kimseden emir almayacaksın. sana emir vermeye kalkanları bana şikayet edeceksin. senin özgürlüğünün garantisi benim, bana da saygı göstereceksin. bana saygı göstermen kendi özgürlüğüne saygı duyman anlamına gelir çünkü. anladın mı?''

köylü anlamıyor. ama, subayın ses tonu tanıdık geliyor ona. kışlık yiyeceğine el koymaya gelen vergi memuru da, vergi memurundan arta kalanlar için gelen eşkiya da, yüz yılda bir anadoluya uğrayan padişah da bu ses tonu ile hitap etmişti ona yüzyıllarca. onların da ne dediğini anlamamıştı. ama bir şeyi çok iyi anlamıştı: onlar ''anladın mı?'' diye sorarsa evet diye cevap vermeliydi. ''evet'' diyor değişen hiçbir şeyin olmadığını anlamanın verdiği kırgınlıkla. ''evet, anladım.''

halkına hizmet etmenin verdiği haklı!! gururla olay yerini terk ediyor halkçı!! subayımız. sonra da şöyle diyor kendi kendine: ''kim demiş halk cahil, demokrasiden anlamaz diye. anlatınca bal gibi anlıyorlar işte.''

uzun sözün kısası, türkiyede demokrasi paradoksu yok. tepeden inme jakoben yöntemlerle demokratik bir toplum yaratmaya çalışanların, ve onlara sempati besleyenlerin hayal kırıklıkları var. bir yandan ne halka, ne demokrasiye güveniyor bunlar. diğer yandan ise halkı demokrasiye sahip çıkmamakla suçluyor. 1960'ta öyle ya da böyle halk oyu ile gelmiş bir iktidarı darbe yapıp deviriyorlar, bu yetmezmiş gibi hiçbir gerek yokken bu partinin üç liderini asıyorlar, sonra da ağlıyorlar ''neden türkiye'de yıllardır merkez sağ iktidarda'' diye. yıllarca tepeden inme yöntemlerle dinin toplumdaki etkisini kırmaya çalışıyorlar. tanrıya yapılacak en büyük iyiliğin dini yasaklamak olacağını*(*engels) unutuyorlar. sonra da ''siyasal islam'', ''şeriat'' diye çığlık atıyorlar.

tamam, halk demokrasiden anlamıyor. zaten tarih boyunca devlet ile ilişkisi isyan etmek-dayak yemek kısır döngüsünün dışına çıkmamış bir halkın demokrasiyi özümsemesini bekleyemezsiniz. peki bu elitist arkadaşlar ne kadar anlıyor demokrasiden. örneğin, menderes hükümetini devirmek için tüm iç hukuk yollarını kullandılar mı. dp'nin neden iktidarda olmaması gerektiğini köy köy gezip halka anlattılarda halk mı anlamadı? yoksa ittihatçılardan mıras kalan komplocu yöntemler daha mı kolay geldi onlara? ya da, yükselen siyasal islama karşı bilimi ön plana çıkarmayı denediler mi? zorunlu din eğitimi yerine gerçek anlamda felsefe ve vatandaşlık dersleri koysaydılar süreç aynı mı işlerdi yine? ama ne gerek var hacı, bizim tanklarımız var. geçirdik mi iki üç tanesini sincandan, çil yavrusu gibi dağılır o yobazlar. yüz yıl önce de hamidiyemiz varmış, zorbadan öğrendik. desenize türkiye'de demokrasi cephesinde yeni birşey yok.
(#5046 numaralı entry'nin devamı gibi düşünün. ya da son söz, ya da ek.)

türkiye karışık bir ülkedir, pek öyle bildiğimiz ülkelere benzemez. ''şu çılgın türkler'' muhabbeti yapmayacağım, korkmayın. ama siyaset yapmak zordur türkiye'de. radikal dincisi için de, solcusu için de.

pek çok asya ve avrupa toplumunda sınıflar nettir: burjuvazi ve proleterya, iki düşman sınıf. bunların arasında rüzgara göre savrulan küçük burjuvazi, işçi aristokrasisi, köylülük vb. eğer geri kalmış bir toplum ise söz konusu olan, aristokrasi de dahil edilebilir buna. üç aşağı beş yukarı tablo budur; bir tarafta burjuvazi, diğer tarafta proletarya, ve diğer fasulyeden sınıflar. e, böyle bir toplumda solculuk yapmak da kolaydır nispeten. bir tek egemen sınıf vardır. bu sınıfın siyasi temsilcileri de bütün gerici unsurları toplamıştır bünyesinde.''ben kapitalizme karşıyım hacı.'' dediniz mi solcusunuz işte.

türkiye'de geçmişe bakınca akp, anavatan, demokrat parti gibi partiler görüyoruz. hepsi de burjuvazinin, emperyalizmin temsilcileri. hatta bu partilerden birisinin genel başkanı tc tarihinin gördüğü en despot başbakan. ama onu demokrasi şehidi olarak anıyoruz bu gün, o ayrı mesele. bir de bu partilere karşı mücadele eden bir gelenek var. zaman zaman darbe bile düzenliyor. kendisini kemalizm olarak adlandıran, benimse kemalist bürokrasi demeyi tercih ettiğim gelenek.

bire bin katılarak modern bir truva efsanesi haline getirilen kurtuluş savaşı, hamidiye zırhlısı öncülüğünde gerçekleşen inkilaplar*(*zorba'ya selam, yazmaya devam), kemalizmin nadir takdir edilesi özelliklerinden birisi olan dine karşı mesafeli duruşu!:bunu da yüzlerine bulaştırdılar ya, o ap ap ayrı bir konu:! bir mit haline getirmiştir kemalizmi kitleler için. bunun üstüne bir de burjuva partilerle amansız mı amansız, kanlı mı kanlı bir iktidar savaşına girilmesi, kemalizm konusunda kafaları iyice karıştırmıştır. gericiliğe karşı savaşıyorsa ilericidir mantığı ile desteklenmiş; kemalizmin özü ile gerici, anti-demokratik olması ise o ünlü türkiye'de demokrasi paradoksunu doğurmuştur.

türkiye'de iki iktidar odağı var: burjuvazi ve sivil-asker bürokrasi. (bürokrasinin sınıf mı yoksa bir kast mı olduğu sorunu çok daha teknik bir sorun. o yüzden o konuya girmeyeceğim) ve bu iki grup, iktidar için birbirleri ile ölümüne bir mücadele yürütüyor. zaman zaman işçi hareketi ya da kürt hareketi gibi ortak düşmanlara karşı birleşiyorlar belki. aydın doğan henüz bilmediğim bir sebepten dolayı bu mücadelede sivil asker bürokrasiyi destekliyor olabilir bu aralar. yine de genel çerçeve içinde, birbirlerini iktidardan uzak tutmaya çalışıyorlar. bu iktidar mücadelesinde demokrasinin süslü bir ambalaj kağıdı görevi gördüğünü ise zaten söylemeye gerek yok.