ne diyeceğimi bilemeden, öylece gözlerinin içine bakıyordum. bu sessizliği bozan taraf olmak, oynadığı oyundan sıkılmış küçük bir çocuk davranmak istemiyordum. halbuki orada öylece durup gözlerinin içinde yine kendi göz bebeklerimi gördüğüm o anda bunun bir oyun olmadığının farkındaydım. bakışlarında nefret vardı ama aynı zamanda okul dönüşü kapının önünde bir an önce çocuğuna sarılmak için bekleyen bir anne şefkati görüyordum gözlerinde.ve yumuşacık bir sevgi! maktulüne aşık bir katil, uğrunda ölmeden önce onu öldürmesi gerektiğini bilen bir sevgili sanki. gözlerinde mi demeliydim yoksa gözlerimde mi? çünkü düpedüz onun o beni delip geçen bakışlarında kendi gözlerimin yansımasını görüyordum. o yoktu sanki orada. bir aynaya bakıyordum, elimi uzatsam bütün sırrını tuz buz edebileceğim bir aynaya...

sessizliği bozmamakta kararlıydı. sanki gözlerindeki nefreti görmezden gelmemi istiyor, oraya beni öldürmek için geldiği düşüncesini bir kenara bırakmamı ve ona bir şeyler söylememi istiyor gibiydi. konuşsam cevap gelmeyeceğine emindim. sanki bir boşluğa sesleniyor ya da kendi kendime konuşuyor olacaktım. daha önce yapmadığım bir şey değildi, alışkındım ayna karşısına geçip kendime öğütler vermeye. hatta yanlış bir şey yaptığımı düşündüğümde sanki karşımdaki başka biriymiş gibi sesimi yükseltip bağırıp, çağırmaya alışkındım. ama bu başka bir şeydi. şimdi bakışlarında bakışlarımı görebildiğim biri. tıpkı gökkuşağının renkleri gibi bir bütün olmadıklarında kimsenin hayran olmadığı ama bütünleşipte gökkuşağını oluşturduklarında bir çok kişinin hayran olduğu gökkuşağını gözlerinde görebildiğim biri duruyordu karşımda. gözlerimde mi demeliydim?

orada öylece kaç dakika durduğumu bilmiyorum. bakışlarımı bakışlarından ayıramıyordum. her bir renk bana ayrı ayrı bir şeyler anlatmak istiyormuş gibi sırayla parlayıp sönüyor gibiydi, sonra usta bir ressamın tablosundaki gökkuşağını sonradan gereksiz bulup, fırça darbeleriyle bütün renkleri birbirine bulayıp kızıl, öfkeli bir yağmur bulutuna dönüştürmesi gibi her şey iç içe giriyor ve ufukta kaybolan güneş ışıkları gibi kayboluyordu bütün renkler o bakışlarda. sonra toprak kokusu ve yine gökkuşağı...

ölmek yerine sürekli bu anda takılı kalabilme ihtimali geldi aklıma renklerin bana ne anlatmak istiyor olabileceğini düşünürken. önce mükemmel bir görsel şölen, tabiatın bütün renklerini bütün canlılığıyla içinde bulunduran bir tabloya bakarken birden her şeyin öfkeli kızıl bulutlara dönüşmesi ve boşluğa düşüyormuş hissi. sonra yine en baştan renklerin cazibesi ve boşluk hissi... böyle bir şey mümkün olsaydı eğer; her saniye tanrı'ya o kızıl bulutlardan yağmur yağdırmasını ve o yağmurlarla benim bütün günahlarımdan arınabileceğim biri olduğumu göstermem için bir şans daha vermesini dilerdim. o anda gerçekleşmeyeceğine neredeyse emin olduğum bir kurgunun bile beni ne kadar dehşete düşürdüğünü fark ettim.

sessizliği bozan ben oldum. "yalvarırım öldür beni, öldür ki yeniden doğabileyim ve yağan her yağmura binlerce kez şükrederek tekrar tövbe edebileyim."

hüd süresi

ayet 52 : "ey kavmim! rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra ona tövbe edin ki, üzerinize bol bol yağmur göndersin ve gücünüze güç katsın. günahkarlar olarak yüz çevirmeyin.