bu yazıyı her şey bittiğinde yazmayı planlıyordum. ama altıncı sezonunun her bölümünü bitecek diye kahrolarak izledikten sonra yedinci sezonuna uzadı, hem de öyle bir yerinde uzadı ki, sonraki bölümlerde her ne olacak olursa olsun, hakkında yazmak için yeterince güzel bir ara oldu bu. "bir insan neden dizi izler ki?" diye soran biriyken, bir diziye aşık oldum ben. yani, aşk diye bir şey varsa böyle bir şey olmalı; nasılsa bitecek diyemiyorsun, hiç bitmesin diyorsun. (ve bu yazıyı o kadar zaman harcayarak yazdım ve o kadar içime sinmedi ki, şimdi yayınlarken de "aşk gibi işte" deyip geçiyorum, "anlatamıyorsun".)
uzun yıllar önce six feet under'ı izlemiştim, çok sevdiğim birinin en sevdiği diziydi; neden izliyor, nesini seviyor görmek istemiş ve ben de sevmiştim üstelik. buna rağmen "o kadar bölüm dizi izleyeceğim vakitte onlarca film izlerim, zaman kaybından başka bir şey değiller" demeye devam ettim sonra. çok daha sonraları, malum, diziler sürekli sıkılan hayatlarımızın vazgeçilmez parçaları haline geldiler. kolay erişilebildiklerinden sanırım biraz, biraz da her seferinde ne izleyeyim derdinin olmayışından böyle oldu bu. bir kere beğenilince onlarca bölüm izleniyorlar; "vaktim var ne izleyeyim" diye bir soru yok, "bugün hangi dizi vardı" sorusu var.
işte ben onlarca dandik diziye birer-ikişer bölüm bakınma, hatta bazılarına alışma sürecine daha hiç girmemişken hayatıma girdi bu hikaye. ya da zorla sokuldu diyelim. sağ olsun dayatan abim oldu, ki bir başkası, işte cinayet davaları çözülüyor, çok zeki bir adamın hikayesi falan diyerek tek bir bölüm bile izletemezdi herhalde. bir bölüm izledim he iyiymiş dedim, iki bölüm izledim tamam harika ama senin olsun dedim, üç bölüm, derken ilk bölüme gidip ne anlatıyor bu diye bir bakayım dedim en sonunda. sonrası, bu beş-altı senelik uzun hikaye işte.
ilk yıllarında severek izliyor, her bölümden başka bir keyif alıyor, ancak onu çok güzel kılan şeyin ne olduğunu bilmiyordum. birkaç iyi insanın hikayesiydi benim için, ama onları gerçekten iyi yapan, beni buna ikna eden neydi, bir türlü bulamıyordum. sonra üçüncü sezon bitti ve orada bir şey oldu. şaşkındım ve artık bu hikayenin sadece izleyicisi değil, hayranıydım da. bizler neler döndüğünü fark etmeye başladığımız sırada, diziye de duyan gelmeye başlamıştı artık; bir yerde bir seri katil hikayesi olsun ve ilgi çekmesin, olacak şey değildi zaten. artık muhatabını tanıyan biri olarak, hakkında yapılan yorumlar çığ gibi büyürken, beşinci sezonun sonunda şöyle bir şey yazmışım:
// sanırım bu dizinin en sevdiğim yanlarından biri, seyircinin beklentileriyle pek ilgilenmiyor oluşu. game of thrones izlerken savaş da savaş, aksiyon da aksiyon diyen kitle ile, bu diziyi izlerken jane'in dissosiyatif kimlik bozukluğunda yatan bir red john görmeyi bekleyen kitle aynı kafada. seyir alışkanlıkları var. hem şaşırmak istiyorlar, hem de şaşırmayı bekledikleri sonuçlar daha önce gördüklerinden oluşuyor. multiple personality disorder, sinemanın üzerinden yeterince ekmek yediği hastalıklardan biri zaten, bence hiçbiri de hakkını vermiş değil üstelik. yani seyircinin jane aslında red john düşüncesi, senarist ben olsam beni ziyadesiyle üzerdi, bir seyirci olarak da sonunda red john'ın jane çıkacağı bir hikayeden daha büyük bir hayal kırıklığı düşünemiyorum.
izleyici kitlesi oldukça geç büyüyen bu güzelliğin bugün hala ilk günkü naifliğini koruduğunu bilen eski ve bence şanslı bir takipçisi olarak, bu hikayeden öyle alengirli saçmasapan şeyler bekleyenlere, gidip dexter, game of thrones, fringe falan izlemelerini öneririm. ve şimdilik şunu da eklemek isterim ki, bu şahanenin üçüncü sezon finalinde, başka hiçbir dizinin hiçbir yerinde yaşamadığımız bir tatmin yaşadık bazılarımız, ki tadı hala damağımızdadır; pek çok dizinin herhangi bir bölümünden daha sıradan bir bölümdü, ama tam bir beyin orgazmıydı. bence şaşırmak budur. //
***
patrick jane adındaki, psişik güçleri olduğunu düşündürtecek kadar zeki bir adamın hikayesi en başta "the mentalist". ama bütün hikaye boyunca kimseden böyle bir şey duymuyorsunuz. hikaye size kendi yarattığı karakteri övmüyor. hatta ne zaman "yok artık" diyecek olsanız, "bunu yapan insan olamaz", sizin bu abartı düşüncelerinize jane el koyuyor en başta; sırrını ifşa ediyor hemen ("sır kimseyi etkilemez"), yaptığı her şeyi küçümsüyor, "ben o kadar da zeki değilim" diyor, üstelik "siz aptalsınız" demeden yapıyor bunu. gözünüze sokulmasına alışık olduğunuz bir "zeka" ve çakma bir zekanın dahi ayrılmaz parçası haline gelen "kibir"le donatılmış yüzlerce karakterden sonra, haliyle merak ediyorsunuz; eskiden nasıl biriydi? gerçekten kibirliydi ve bu kibrin bedelini ödemek miydi onu bu kadar farklı kılan? o nasıl bir acı tasviridir ki, bir insanı daha kötü birine değil, daha iyi birine dönüştürür? lafın gelişi bir iyiliğe de değil üstelik, ki oraya da geleceğiz.
hikaye bir intikam hikayesiydi aynı zamanda ve bizler artık birkaç seneden sonra, bir yandan o hazzı yaşamak için sabırsızlanırken, diğer yandan, bu gerçekleştiğinde hikaye biter diye, o gün hiç gelmese de olur demeye başlamıştık. sonra hikayeye seri katil için gelen izleyici altıncı sezonun başında birden muradına erdi ve "kötü"süne kavuştu. ama ne kavuşma. hayatımda böyle bir tatmin yaşamadım ben. üslubu filan boş verip o günün duygusunu da olduğu gibi ekleyeyim buraya, bir kez daha tarif etmek zor:
// 06x08 itibariyle dizinin seyri için ayrı, izleyicinin hayalkırıklığı için ayrı mutluyum.
jane'in red john'ı öldürerek yaşadığı orgazmik duyguya ikinci kez tanık olduk. bu ikincisi daha orgazmik bir şekil aldı ama ilkinin yeri bambaşkaydı elbette; çünkü "kişisel adalet" kavramı üzerine bizi üç sezon düşündürdükten sonra o tetiğin çekilmesiydi asıl önemli olan. ölen kişinin red john olmadığını tahmin etmek bile aldığımız keyfi etkilemedi öyle ki. memento'nun "john g"sine dönmesin ama ben üçüncü kez yaşamaya da hayır demem şahsen, çok güzel bi duygu sonuçta :p
çoğunluğun yaşadığı hayalkırıklığına gelirsek, daha önce de değinmiştim; bu dizi klasik izleyiciye hitap eden bir dizi değildi ama seri katili duyan geldi, "kötü zeka" hakkında ne fikri varsa yanına alıp da geldi üstelik. beş sene red john da red john dediler bunlar, sayfalarca teoriler yazdılar, şaşırtıcı bir şeyler beklerken şaşırtıcı olan ne varsa kaçırdılar, istedikleri şey belliydi çünkü: yeterince övülecek ve övüldüğüne değecek bir kötü karakter, izleyiciyi ters köşelere yatıracak bir kurgu, ve tabi ki kendisiyle karşılaştıkları zaman edinecekleri bir sürü cevap; ne yaptı, niye yaptı, biz ne sanarken aslında ne olmuştu, ve tabi lütfen, kötü'nün kötülüğünü izah edecek nedenler, aklayacak travmalar, sikimden psikolojik analizler, vs vs... onlarca birbirinden farklı görünen birbirinin aynısı film ve üstüne sekiz sezon dexter izleyip gelmiş adama anlatıyorsunuz bunları; e öyle görmüş adam, ne diyebilirsiniz.
bunca yıl asıl hikayeyi kaçırmadan izleyen, tıpkı hikayenin kendisi gibi kahramanı jane olan, red john'ı değil jane'i anlamaya çalışan, yıllardır onunla birlikte gülmüş, birlikte ümitsizliğe düşmüş, tıpkı ekipteki arkadaşları gibi intikamını alsın da ne olursa olsun diyebilmiş, kötü zekanın değil iyi zekanın hayranı olan kesim için mükemmel bir tatmin söz konusu şu aşamada ve senaristler bugüne dek yaptıkları gibi bundan sonra da beklentileri takmadan, nasıl başlamışlarsa öyle bitirirlerse, the mentalist, dizi tarihinin gelmiş geçmiş en efsane yapımı olarak kalacak benim için.
üçüncü sezonun sonunda jane'in o tetiği çekmesi nasıl üç sene boyunca izlediğimiz her şeyle bir tutarlılık sağladıysa, red john'ın ölümü ve dahası ölümünden önce jane ile geçirdiği her dakika da, geride kalan beş senenin olabilecek en tatminkar sonucuycu. kötünün neden kötü olduğu gerçekten sikimizde değil, inanın. zekasının düzeyi ve onu nasıl kullandığı da zerre kadar ilgimizi çekmiyor, aptallara özgü bir hayranlık uyandırmıyor. haliyle jane gibi bir adamın onunla karşılaştığında gösterdiği ilginin derecesi o kadar tutarlı ve kusursuz ki, beş yıldır hangi adamı izliyorsam hala aynı adamı izliyorum; karakter yaratmak kolaydır ama onu bunca sene kusursuz bir biçimde yaşatmak gerçekten hayranlık uyandırıyor, bir benzerine ben rastlamadım, rastlayan var mı bilmiyorum.
hayalkırıklığı yaşayanlar, muhtemelen yalvararak ölen bi red john beklemiyorlardı. sözde psişik yeteneğinden bahsederken jane'in o boğazı sıkıp o sikik cümleyi yarıda kesmesi de ayrı üzmüştür diye tahmin ediyorum. hayalkırıklığı yaşıyorlar çünkü hayran oldukları kötü karakterlerin aslında hep aynı olduğunu, birer red john olduğunu farketmiyorlar pek; hepsinin temel derdi takdir edilmek, ve bu ihtiyacını gözümüze soka soka gösteren bir kötü olarak red john, tam da sıradanlığın uç örneği olarak, yaratılmış onca karakter arasında apayrı bir yer edindi benim için. tıpkı jane gibi "ben buna rezil bir manyağın hezeyanı diyorum" diyemeyip, bu tip karakterlerde daha fazlasını arayanların, nolan'ın joker'i ile yetinmek zorunda olduklarını hatırlatmak isterim; görüp görebileceğiniz tek farklı model o haliyle. ve o da gotham'ın kötüsü, üzgünüm, gerçek dünyada anca bu kadar:
"habis, görkem sahibi olduğunu sanan ezik ve sapık bir sosyopatsın; geri kalanı sadece detay." //
***
belki de insanoğlunun kötüye bir vasıf, kötülüğe bir anlam yükleme isteği, olmuş olanla baş etmenin trajik yollarından biridir, bilemiyorum. madem yaşandı, bari bir anlamı olsun. ama kötülük o kadar boşuna ve o kadar anlamsız ki, evet belki en çok da bu yüzden acı. o gün jane'in yüzünde gördüğüm şey de tam olarak buydu işte. o koştu, bu artık iyiden iyiye oduna dönüşmüş olan ben ağladım. mutluluk desen değil. acı desen değil. rahatlama bile değil. bir şey değişmedi; ama pişmanlık da değil. sadece, "bitti". "iyi ki bitti".
bu adına hayat dediğimiz gerçeklikte, sevgili laneth, her şey, bildiğimizi sandığımız her şey, gerçekliğin kendisi başta olmak üzere bütün anlam, tek bir şeye, "iyilik"e dayanır ve yaşadığımız, izlediğimiz, okuduğumuz bütün hikayeler de, her şeyden önce iyilik ve kötülüğün savaşıdır. işte bu noktada "the mentalist", sadece meselenin en dibinde gezinmekle kalmadı, gezindiği yerleri darmadağın etti bana göre.
güçlü olan iyilik olduğu halde, kötülük "umursanmak"la silahlandırıldığı için bu savaşın bitmediğini, en büyük problemimizin kötülüğü iyilikten daha fazla umursamak olduğunu, hatta sırf bu tavrımızdan dolayı aslında pek çoğumuzun gerçekten "iyi" kabul edilemeyeceğini düşünen bir insan olarak, bir hikaye izledim ve o hikaye, onlarca alt hikayeyle çoğaldığı altı sene boyunca, bir kez olsun kötülüğü ona bir önem atfederek yüceltmedi. onlarca kötü tanıdık, onlarca katil, her bölümün sonunda itiraflarıyla birlikte sebeplerini dinledik onlardan ve dinleyen her kim olursa olsun, o sebebi, iyi bir insan olduğunu göstermek için dahi, karşısındakini aşağılamak için dahi, "umursamadı." tavrı bu olan bir hikayenin kötü karakterinde hangi ezberleriyle örtüşecek saçmasapan vasıflar görmeyi umuyordu izleyenler bilemiyorum, ancak "the mentalist" beni şaşırtmayarak şaşırttı ve artık bir benzerini yaşamayı beklemeyeceğim türde bir tatmin yaşattı, üstelik sinema için bile oldukça zorken bir dizi formatıyla başardı bunu.
başta derdiyle*(*derdini seveyim <3) bütün klişelerden sıyrılan, bütün türdeşlerinden ayrılan bu dizi, benzersiz karakterleriyle de ölümsüz olmayı başaracaktı elbette. yaratılmış bütün dizi karakterleri bir yana patrick jane diğer yana zaten, ancak "kadın polis" klişelerinden tamamen azade kahramanımız, gözümüze sokulacak parlak bir zekadan yoksun, karizmanın k'sını bile taşımayan, en maskülen kadın sevdalısı izleyiciye bile "ben bu kadını neden çok seviyorum ya" diye sordurabilecek, alabildiğine naif, iyilere özgü bir biçimde biraz saf ve hep aşık karakterimiz teresa lisbon ve en sağlam, en duygusal odunumuz kimball cho için de "keşke gerçek hayatta arkadaşım olsalar" dediğim çok olmuştur. normalde böyle şeyler söyleyen biri değilim. "dizi o, dizi salak" derim genelde. keşke dizi olmasaydı işte. çok aşığım, söylemiştim değil mi?
ve aşk demişken, bu dizinin, kendisine yakışacak şekilde, dizi tarihinin bence en iyi aşk hikayesini sunduğunu da eklemeden bitirmeyelim. misal en sevdiğim senaristlerden biri olan jonathan nolan'ın dizisindeki gibi başta kardeş gibi olup üç gün sonra öpüşen rezil çiftlere de ibret olacak biçimde, bize altı sene boyunca sadece teresa'nın gözlerinde izletti aşkı bu dizi. içimiz onunkiyle birlikte eridi, her seferinde. ve hiçbir ilan-ı aşk, hiçbir kavuşma bu kadar anlamlı olmadı "the village"dan beri ki yine söylüyorum o bir masaldı, o zaten sayılmazdı; bir "gerçekçi dünya" hikayesinde bunu başarmak da "the mentalist"e kalacaktı haliyle. biri bu denli şahane bir hikayeye bir aşk sokacaksa, tam da böyle sokacaktı, elbette.
***
şubat 2015 / istanbul
başladığı gibi biten şeylerin en güzeli, on üç bölümün daha ardından kalbimizde eşsiz bir minnet duygusu bırakarak bitti. burada yazdığım şeyleri doğrularken, tavrının güzelliğine denk bir tavrı bir daha görmeyeceğimizi kendisi de biliyor muydu acaba. jane ve lisbon birbirlerine, ne olursa olsun her şeye iyi tarafından bakacaklarına dair söz verirlerken, ben de aynı sözü kendime verdim. ve şimdi hem mutlu hem buruk vedalaşırken, sanal dünyanın bu küçük, bu tuhaf köşesinden paralel dünyaya geçip, emeği geçen herkese sarılmak istiyorum.
teşekkürler, teşekkürler, teşekkürler...
uzun yıllar önce six feet under'ı izlemiştim, çok sevdiğim birinin en sevdiği diziydi; neden izliyor, nesini seviyor görmek istemiş ve ben de sevmiştim üstelik. buna rağmen "o kadar bölüm dizi izleyeceğim vakitte onlarca film izlerim, zaman kaybından başka bir şey değiller" demeye devam ettim sonra. çok daha sonraları, malum, diziler sürekli sıkılan hayatlarımızın vazgeçilmez parçaları haline geldiler. kolay erişilebildiklerinden sanırım biraz, biraz da her seferinde ne izleyeyim derdinin olmayışından böyle oldu bu. bir kere beğenilince onlarca bölüm izleniyorlar; "vaktim var ne izleyeyim" diye bir soru yok, "bugün hangi dizi vardı" sorusu var.
işte ben onlarca dandik diziye birer-ikişer bölüm bakınma, hatta bazılarına alışma sürecine daha hiç girmemişken hayatıma girdi bu hikaye. ya da zorla sokuldu diyelim. sağ olsun dayatan abim oldu, ki bir başkası, işte cinayet davaları çözülüyor, çok zeki bir adamın hikayesi falan diyerek tek bir bölüm bile izletemezdi herhalde. bir bölüm izledim he iyiymiş dedim, iki bölüm izledim tamam harika ama senin olsun dedim, üç bölüm, derken ilk bölüme gidip ne anlatıyor bu diye bir bakayım dedim en sonunda. sonrası, bu beş-altı senelik uzun hikaye işte.
ilk yıllarında severek izliyor, her bölümden başka bir keyif alıyor, ancak onu çok güzel kılan şeyin ne olduğunu bilmiyordum. birkaç iyi insanın hikayesiydi benim için, ama onları gerçekten iyi yapan, beni buna ikna eden neydi, bir türlü bulamıyordum. sonra üçüncü sezon bitti ve orada bir şey oldu. şaşkındım ve artık bu hikayenin sadece izleyicisi değil, hayranıydım da. bizler neler döndüğünü fark etmeye başladığımız sırada, diziye de duyan gelmeye başlamıştı artık; bir yerde bir seri katil hikayesi olsun ve ilgi çekmesin, olacak şey değildi zaten. artık muhatabını tanıyan biri olarak, hakkında yapılan yorumlar çığ gibi büyürken, beşinci sezonun sonunda şöyle bir şey yazmışım:
// sanırım bu dizinin en sevdiğim yanlarından biri, seyircinin beklentileriyle pek ilgilenmiyor oluşu. game of thrones izlerken savaş da savaş, aksiyon da aksiyon diyen kitle ile, bu diziyi izlerken jane'in dissosiyatif kimlik bozukluğunda yatan bir red john görmeyi bekleyen kitle aynı kafada. seyir alışkanlıkları var. hem şaşırmak istiyorlar, hem de şaşırmayı bekledikleri sonuçlar daha önce gördüklerinden oluşuyor. multiple personality disorder, sinemanın üzerinden yeterince ekmek yediği hastalıklardan biri zaten, bence hiçbiri de hakkını vermiş değil üstelik. yani seyircinin jane aslında red john düşüncesi, senarist ben olsam beni ziyadesiyle üzerdi, bir seyirci olarak da sonunda red john'ın jane çıkacağı bir hikayeden daha büyük bir hayal kırıklığı düşünemiyorum.
izleyici kitlesi oldukça geç büyüyen bu güzelliğin bugün hala ilk günkü naifliğini koruduğunu bilen eski ve bence şanslı bir takipçisi olarak, bu hikayeden öyle alengirli saçmasapan şeyler bekleyenlere, gidip dexter, game of thrones, fringe falan izlemelerini öneririm. ve şimdilik şunu da eklemek isterim ki, bu şahanenin üçüncü sezon finalinde, başka hiçbir dizinin hiçbir yerinde yaşamadığımız bir tatmin yaşadık bazılarımız, ki tadı hala damağımızdadır; pek çok dizinin herhangi bir bölümünden daha sıradan bir bölümdü, ama tam bir beyin orgazmıydı. bence şaşırmak budur. //
***
patrick jane adındaki, psişik güçleri olduğunu düşündürtecek kadar zeki bir adamın hikayesi en başta "the mentalist". ama bütün hikaye boyunca kimseden böyle bir şey duymuyorsunuz. hikaye size kendi yarattığı karakteri övmüyor. hatta ne zaman "yok artık" diyecek olsanız, "bunu yapan insan olamaz", sizin bu abartı düşüncelerinize jane el koyuyor en başta; sırrını ifşa ediyor hemen ("sır kimseyi etkilemez"), yaptığı her şeyi küçümsüyor, "ben o kadar da zeki değilim" diyor, üstelik "siz aptalsınız" demeden yapıyor bunu. gözünüze sokulmasına alışık olduğunuz bir "zeka" ve çakma bir zekanın dahi ayrılmaz parçası haline gelen "kibir"le donatılmış yüzlerce karakterden sonra, haliyle merak ediyorsunuz; eskiden nasıl biriydi? gerçekten kibirliydi ve bu kibrin bedelini ödemek miydi onu bu kadar farklı kılan? o nasıl bir acı tasviridir ki, bir insanı daha kötü birine değil, daha iyi birine dönüştürür? lafın gelişi bir iyiliğe de değil üstelik, ki oraya da geleceğiz.
hikaye bir intikam hikayesiydi aynı zamanda ve bizler artık birkaç seneden sonra, bir yandan o hazzı yaşamak için sabırsızlanırken, diğer yandan, bu gerçekleştiğinde hikaye biter diye, o gün hiç gelmese de olur demeye başlamıştık. sonra hikayeye seri katil için gelen izleyici altıncı sezonun başında birden muradına erdi ve "kötü"süne kavuştu. ama ne kavuşma. hayatımda böyle bir tatmin yaşamadım ben. üslubu filan boş verip o günün duygusunu da olduğu gibi ekleyeyim buraya, bir kez daha tarif etmek zor:
// 06x08 itibariyle dizinin seyri için ayrı, izleyicinin hayalkırıklığı için ayrı mutluyum.
jane'in red john'ı öldürerek yaşadığı orgazmik duyguya ikinci kez tanık olduk. bu ikincisi daha orgazmik bir şekil aldı ama ilkinin yeri bambaşkaydı elbette; çünkü "kişisel adalet" kavramı üzerine bizi üç sezon düşündürdükten sonra o tetiğin çekilmesiydi asıl önemli olan. ölen kişinin red john olmadığını tahmin etmek bile aldığımız keyfi etkilemedi öyle ki. memento'nun "john g"sine dönmesin ama ben üçüncü kez yaşamaya da hayır demem şahsen, çok güzel bi duygu sonuçta :p
çoğunluğun yaşadığı hayalkırıklığına gelirsek, daha önce de değinmiştim; bu dizi klasik izleyiciye hitap eden bir dizi değildi ama seri katili duyan geldi, "kötü zeka" hakkında ne fikri varsa yanına alıp da geldi üstelik. beş sene red john da red john dediler bunlar, sayfalarca teoriler yazdılar, şaşırtıcı bir şeyler beklerken şaşırtıcı olan ne varsa kaçırdılar, istedikleri şey belliydi çünkü: yeterince övülecek ve övüldüğüne değecek bir kötü karakter, izleyiciyi ters köşelere yatıracak bir kurgu, ve tabi ki kendisiyle karşılaştıkları zaman edinecekleri bir sürü cevap; ne yaptı, niye yaptı, biz ne sanarken aslında ne olmuştu, ve tabi lütfen, kötü'nün kötülüğünü izah edecek nedenler, aklayacak travmalar, sikimden psikolojik analizler, vs vs... onlarca birbirinden farklı görünen birbirinin aynısı film ve üstüne sekiz sezon dexter izleyip gelmiş adama anlatıyorsunuz bunları; e öyle görmüş adam, ne diyebilirsiniz.
bunca yıl asıl hikayeyi kaçırmadan izleyen, tıpkı hikayenin kendisi gibi kahramanı jane olan, red john'ı değil jane'i anlamaya çalışan, yıllardır onunla birlikte gülmüş, birlikte ümitsizliğe düşmüş, tıpkı ekipteki arkadaşları gibi intikamını alsın da ne olursa olsun diyebilmiş, kötü zekanın değil iyi zekanın hayranı olan kesim için mükemmel bir tatmin söz konusu şu aşamada ve senaristler bugüne dek yaptıkları gibi bundan sonra da beklentileri takmadan, nasıl başlamışlarsa öyle bitirirlerse, the mentalist, dizi tarihinin gelmiş geçmiş en efsane yapımı olarak kalacak benim için.
üçüncü sezonun sonunda jane'in o tetiği çekmesi nasıl üç sene boyunca izlediğimiz her şeyle bir tutarlılık sağladıysa, red john'ın ölümü ve dahası ölümünden önce jane ile geçirdiği her dakika da, geride kalan beş senenin olabilecek en tatminkar sonucuycu. kötünün neden kötü olduğu gerçekten sikimizde değil, inanın. zekasının düzeyi ve onu nasıl kullandığı da zerre kadar ilgimizi çekmiyor, aptallara özgü bir hayranlık uyandırmıyor. haliyle jane gibi bir adamın onunla karşılaştığında gösterdiği ilginin derecesi o kadar tutarlı ve kusursuz ki, beş yıldır hangi adamı izliyorsam hala aynı adamı izliyorum; karakter yaratmak kolaydır ama onu bunca sene kusursuz bir biçimde yaşatmak gerçekten hayranlık uyandırıyor, bir benzerine ben rastlamadım, rastlayan var mı bilmiyorum.
hayalkırıklığı yaşayanlar, muhtemelen yalvararak ölen bi red john beklemiyorlardı. sözde psişik yeteneğinden bahsederken jane'in o boğazı sıkıp o sikik cümleyi yarıda kesmesi de ayrı üzmüştür diye tahmin ediyorum. hayalkırıklığı yaşıyorlar çünkü hayran oldukları kötü karakterlerin aslında hep aynı olduğunu, birer red john olduğunu farketmiyorlar pek; hepsinin temel derdi takdir edilmek, ve bu ihtiyacını gözümüze soka soka gösteren bir kötü olarak red john, tam da sıradanlığın uç örneği olarak, yaratılmış onca karakter arasında apayrı bir yer edindi benim için. tıpkı jane gibi "ben buna rezil bir manyağın hezeyanı diyorum" diyemeyip, bu tip karakterlerde daha fazlasını arayanların, nolan'ın joker'i ile yetinmek zorunda olduklarını hatırlatmak isterim; görüp görebileceğiniz tek farklı model o haliyle. ve o da gotham'ın kötüsü, üzgünüm, gerçek dünyada anca bu kadar:
"habis, görkem sahibi olduğunu sanan ezik ve sapık bir sosyopatsın; geri kalanı sadece detay." //
***
belki de insanoğlunun kötüye bir vasıf, kötülüğe bir anlam yükleme isteği, olmuş olanla baş etmenin trajik yollarından biridir, bilemiyorum. madem yaşandı, bari bir anlamı olsun. ama kötülük o kadar boşuna ve o kadar anlamsız ki, evet belki en çok da bu yüzden acı. o gün jane'in yüzünde gördüğüm şey de tam olarak buydu işte. o koştu, bu artık iyiden iyiye oduna dönüşmüş olan ben ağladım. mutluluk desen değil. acı desen değil. rahatlama bile değil. bir şey değişmedi; ama pişmanlık da değil. sadece, "bitti". "iyi ki bitti".
bu adına hayat dediğimiz gerçeklikte, sevgili laneth, her şey, bildiğimizi sandığımız her şey, gerçekliğin kendisi başta olmak üzere bütün anlam, tek bir şeye, "iyilik"e dayanır ve yaşadığımız, izlediğimiz, okuduğumuz bütün hikayeler de, her şeyden önce iyilik ve kötülüğün savaşıdır. işte bu noktada "the mentalist", sadece meselenin en dibinde gezinmekle kalmadı, gezindiği yerleri darmadağın etti bana göre.
güçlü olan iyilik olduğu halde, kötülük "umursanmak"la silahlandırıldığı için bu savaşın bitmediğini, en büyük problemimizin kötülüğü iyilikten daha fazla umursamak olduğunu, hatta sırf bu tavrımızdan dolayı aslında pek çoğumuzun gerçekten "iyi" kabul edilemeyeceğini düşünen bir insan olarak, bir hikaye izledim ve o hikaye, onlarca alt hikayeyle çoğaldığı altı sene boyunca, bir kez olsun kötülüğü ona bir önem atfederek yüceltmedi. onlarca kötü tanıdık, onlarca katil, her bölümün sonunda itiraflarıyla birlikte sebeplerini dinledik onlardan ve dinleyen her kim olursa olsun, o sebebi, iyi bir insan olduğunu göstermek için dahi, karşısındakini aşağılamak için dahi, "umursamadı." tavrı bu olan bir hikayenin kötü karakterinde hangi ezberleriyle örtüşecek saçmasapan vasıflar görmeyi umuyordu izleyenler bilemiyorum, ancak "the mentalist" beni şaşırtmayarak şaşırttı ve artık bir benzerini yaşamayı beklemeyeceğim türde bir tatmin yaşattı, üstelik sinema için bile oldukça zorken bir dizi formatıyla başardı bunu.
başta derdiyle*(*derdini seveyim <3) bütün klişelerden sıyrılan, bütün türdeşlerinden ayrılan bu dizi, benzersiz karakterleriyle de ölümsüz olmayı başaracaktı elbette. yaratılmış bütün dizi karakterleri bir yana patrick jane diğer yana zaten, ancak "kadın polis" klişelerinden tamamen azade kahramanımız, gözümüze sokulacak parlak bir zekadan yoksun, karizmanın k'sını bile taşımayan, en maskülen kadın sevdalısı izleyiciye bile "ben bu kadını neden çok seviyorum ya" diye sordurabilecek, alabildiğine naif, iyilere özgü bir biçimde biraz saf ve hep aşık karakterimiz teresa lisbon ve en sağlam, en duygusal odunumuz kimball cho için de "keşke gerçek hayatta arkadaşım olsalar" dediğim çok olmuştur. normalde böyle şeyler söyleyen biri değilim. "dizi o, dizi salak" derim genelde. keşke dizi olmasaydı işte. çok aşığım, söylemiştim değil mi?
ve aşk demişken, bu dizinin, kendisine yakışacak şekilde, dizi tarihinin bence en iyi aşk hikayesini sunduğunu da eklemeden bitirmeyelim. misal en sevdiğim senaristlerden biri olan jonathan nolan'ın dizisindeki gibi başta kardeş gibi olup üç gün sonra öpüşen rezil çiftlere de ibret olacak biçimde, bize altı sene boyunca sadece teresa'nın gözlerinde izletti aşkı bu dizi. içimiz onunkiyle birlikte eridi, her seferinde. ve hiçbir ilan-ı aşk, hiçbir kavuşma bu kadar anlamlı olmadı "the village"dan beri ki yine söylüyorum o bir masaldı, o zaten sayılmazdı; bir "gerçekçi dünya" hikayesinde bunu başarmak da "the mentalist"e kalacaktı haliyle. biri bu denli şahane bir hikayeye bir aşk sokacaksa, tam da böyle sokacaktı, elbette.
***
şubat 2015 / istanbul
başladığı gibi biten şeylerin en güzeli, on üç bölümün daha ardından kalbimizde eşsiz bir minnet duygusu bırakarak bitti. burada yazdığım şeyleri doğrularken, tavrının güzelliğine denk bir tavrı bir daha görmeyeceğimizi kendisi de biliyor muydu acaba. jane ve lisbon birbirlerine, ne olursa olsun her şeye iyi tarafından bakacaklarına dair söz verirlerken, ben de aynı sözü kendime verdim. ve şimdi hem mutlu hem buruk vedalaşırken, sanal dünyanın bu küçük, bu tuhaf köşesinden paralel dünyaya geçip, emeği geçen herkese sarılmak istiyorum.
teşekkürler, teşekkürler, teşekkürler...