öncelikli not: aşağıda okuyacağınız hikaye tarafımdan çok eskiden yazılmış olup, gerizekalıca ve malcadır. okumadan önce bu bilince sahip olmanız oldukça önemlidir.

(ilk bölümü kafamda bir hikaye olmadan yazdığımdan bir bütünlüğü yok. ancak 2. ve özellikle 3. bölümlerde olaylar bağlanıyor)

ocak ayı

felaketin başlamasının ilk günü;

o sabah diğerlerinden çok daha mutlu bir şekilde uyandım. içimde garip, daha önce hiç hissetmediğim bir duyguyu yoğun bir biçimde hissediyordum. sanki hayatta olmamın farklı bir amacı vardı ve ben bu amacı gerçekleştirmek için bu yataktan kalkıyordum. evet saçma bir düşünce belki ama içimde bir yanım buna inanıyordu işte. bir de sanki içimde farklı bir enerji vardı, açıklayamıyordum tam olarak. sonunda hiçbir şey olmayacak olsa bile bu enerjiden mümkün olduğu kadar faydalanmayı düşünerek, aldığım duşun ardından sokağa fırladım. gökyüzünde kışın ortasında pek görülemeyecek türden pırıl pırıl bir güneş vardı. işime doğru yürümeye başladım, yürürken bir yandanda otobüs duraklarında öpüşen çiftleri görüyor, içimden her zamanki gibi onlara lanet ediyordum. tanrım, ne olurdu arada biri "birader canın çekmiştir, buyur sende bir öpücük al" deseydi. ben eski sevgilim hala yeniyken böyle mi davranıyordum? kim bilir kaç kişiyle onu bir kez bile lafını etmeden paylaşmıştım, niye kıymet bilmiyordu bu insanlar? sinirlenmiştim yine, karmaşık duygular ve düşünceler eşliğinde yoluma devam ettim. işte tam bu sırada birdenbire etrafa bir karanlık çöktü. ancak doğruyu söylemek gerekirse bu ilk başta pek de dikkatimi çekmemişti. muhtemelen bir bulut güneşi kapatmıştır diye düşünüyordum herhalde bilinç altımda, zaten bilinç üstüm böyle basit mevzuları hesap edemeyecek kadar doluydu. ancak uzun süre havanın aydınlanmaması ve etrafımdan belli belirsiz çığlıklar yükselmeye başlaması beynimdeki düşüncelerin uzaklaşmasına neden oldu.

kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım.
ve onu gördüm.
gökyüzünde kocaman bir göt vardı.

evet, kocaman bir göt. tanrım, eski sevgiliminkinden bile korkunçtu. adeta tüm gökyüzünü kaplıyor, gölgesinin karanlığında beni ve tüm insanlığı boğuyordu. kulağa garip geldiğini ve bir çoğunuzun buna inanmayacağını biliyorum dostlarım, ama bilin ki gerçek bu. insanlığın yeni dönemi tam olarak böyle başladı işte, devasa bir götün gölgesinde. felaket kapımıza kadar gelmişti ve biz o kadar uydu sistemlerimize ve teknolojik ıvır-zıvırlarımıza rağmen bu tehlikeyi farkedememiştik. korkuyordum ve bu konuda yalnız olmadığımı hissediyordum. çevremdeki çığlık seslerinin arttığını, bunlara öğürme seslerininde karışmaya başladığını hayal meyal farkettim. ve tam o anda gerçeği anladım.

artık olan olmuştu ve belkide yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu.
gerisingeri koşarak kendimi evime kapattım.

---------------------------------------------------------

uyanmamla yaşadıklarımın sıradan bir kabus değil, gerçekler olduğunu anlamam arasında geçen kısa zaman hayatımdaki en mutlu zamanlarımdan biriydi. evet götün gökyüzünde belirmesinin ikinci gününe uyanmıştım, kıyametin ikinci gününe. ilk günün geri kalanını nasıl geçirdiğimi, evime nasıl döndüğümü hatırlamıyordum zaten. beynim bir şekilde bastırmıştı bu anıları, sanki hiç yaşanmamışlar gibi. geriye sadece karmaşık sesler, görüntüler, uğultular kalmıştı. tanrım, gerçek korkuyu hissetmek için daha çok gençtim, ancak ne yaparsınız yaşam insanlara seçme şansı vermiyordu işte.
bildiğim tek bir şey vardı; hayatta kalmak zorundaydım.
tahmin edilebileceği gibi elektrikler ve telefon hatları kesikti. evde kalmanın bir mezara uzanarak ölümü beklemekten pek farkı yoktu. cesaretimi toplayıp dışarı çıkmak zorundaydım, aslında dışarıda neler olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. belki göt gitmiş ya da ordu nükleer füzelerini devreye sokmuş olabilirdi. işin aslı bilinçaltımda bunların kesinlikle olmadığını biliyordum, çünkü içimdeki o tarifi olanaksız enerji hala duruyordu ve bu götün hala orada olduğunun bir işaretiydi. ama o sıralarda bilinç üstüm bunu bastırmış yalancı bir cesarete kapılmıştı. belkide böylesi iyi bazen insanlar için; boş umutlara kapılmak da gerekiyor. en azından cesaretimizi toplamamızı ve yapılması gerekeni yapmamızı sağlıyor. benim içinde aynen öyle oldu o gün, dolabı açarak giyinmeye başladım. tam o sırada gözüm, çekmecemde duran, dikkatlice sarıp sarmalanmış pakede ilişti. içinde ne olduğunu çok iyi biliyordum, hayatım boyunca onu kullanmaktan kaçınmıştım. hatta pek çok kez onu niye aldığımı ve niye hala orada durmasına izin verdiğimi soruyordum kendime. ama artık anlamıştım, belkide onu kullanmanın vakti nihayet gelmişti. küçük bir çıkın hazırladım ve en altına onu yerleştirdim, gerekli olmadığı sürece onu orada bırakacağıma dair kendi kendime söz vererek. elektrikleri ve telefonu son bir kez daha denedim ve artık gitme vaktinin geldiğine karar verdim.
***
"off nihayet, serkan seni gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim!"
30 dakkadır yürüyordum ıssız sokaklarda. nereye gittiğimi bilmiyordum aslında; gittiğim yere birşeyler çekiyordu beni. olanları anlayamıyordum, tek bildiğim çok korktuğumdu. tanrım, bütün insanlar neredeydi? artık çıldırma noktasına gelmiştim ki kader karşıma onu çıkarmıştı işte. bu bomboş sokakta, koca götün lanetli gölgesinde neden tek başına dikildiğini anlamamıştım gerçi ama ağzımdan çıkan şükran kelimelerinin önüne geçememiştim o anda. hala orada duruyor, gözlerini kısmış birşey söylemeden bana bakmaya devam ediyordu.

içimdeki şükran duygusu yerini yavaşça korkuya bıraktı...
bölüm 2: seçilmişin uyanışı

orada dikilmiş sessizce bakıyordu bana, hala bir tepki vermiyordu. birden arkamdan gelen silah takırtılarını işittim ve sonumun yaklaştığını anladım. o korkuyla geçen birkaç saniyede tüm hayatım gözlerimin önünden geçti ve açıkçası midem bulandı. artık yorulmuştum, daha fazla mücadele edemeyeceğimi hissettim. gözlerim karardı ve yere yığıldım.

"kalk amına koyim kalk senimi taşıycaz bide"
sesleri duyuyordum ancak gözlerimi açamadım. midem bulanıyordu, soğuk asfaltın üzerinde yattığımı fark ettim. yüzüme durmaksızın hafif şiddetli tokatlar yağıyordu. yavaşça gözlerimi açtım. serkan üzerime eğilmiş endişeli gözlerle bana bakıyordu. kendime geldiğimi görünce doğruldu ve arkasındaki kalabalığa döndü. kadınlı erkekli kalabalık bir gruptu, hepsinin de elinde şimdiye kadar görmediğim ilginç silahlar vardı. hepside aynı kıyafeti giymişti, kol ve diz altı kısımları lacivert geri kalan kısımları soluk bir kırmızı renkte kıyafetler. göğüslerinin sol tarafındaki "agt" logosu dikkatimi çekti, şimdi serkan onlara dönmüş anlamadığım terimlerle bir şeyler anlatıyordu. "anten, hırbo, amsikbokgöt" gibi bazı kelimeleri ancak seçebildim. sonunda döndü ve bana doğru ilerledi. kalabalık grup dağılmaya başlamıştı, hepsininde yapacak bir işi var gibiydi. serkan yanıma geldi ve elini uzattı, elini tutarak ayağa kalktım. kendime gelmiştim ve inanın hayatımda hiç sormadığım kadar çok soracak sorum vardı...

- ilk seçemedim seni kusura bakma, birde bunca zaman sonra hala hayatta olduğuna inanamadım.
grupla birlikte ilerliyorduk, serkan ana üslerine döndüğümüzü söylemişti. bu son cümle kafamı karıştırmıştı, zaten götün belirmesinin daha ertesi gününde nasıl olmuştu da tüm insanlar kaybolmuştu?
- siz kimsiniz serkan, bu silahlar bu "agt" nedir?
- anti göt timi. genelde sağ kalan askerlerden oluşturduk ancak bazı gönüllülerde var.
- bir tek siz mi kaldınız?
- hayır ben bu birliğin lideriyim, daha birçok birlik var, üsse dönünce görürsün.
- napıyordunuz peki burada?
- başka sağ kalmış insanlar arıyorduk, ayrıca cephane, yiyecek falan. biliyorsun, gün geçtikçe yiyecek bulmak zorlaşıyor.

bilmiyordum. bir terslik vardı. bir gün içinde bunlar olamazdı. çevreme baktım, rüzgar bazı gazete parçalarını uçuşturuyordu. gazetelerin üzerinde gökyüzündeki götün resimlerini gördüm, tüm sayfayı kaplayan bir resim ve yok denecek kadar az kelimeler. göt hakkında kimsenin birşey bilmediğini mükemmel bir biçimde gösteriyordu bu. başımı kaldırdım ve binalara baktım. çoğu bina harap haldeydi, camlar kırılmış ve bazıları çökmüştü. aniden içimde bir korku uyandı, mantığım tüm bunların saçmalık olduğunu, bir günde gerçekleşmesinin imkansız olduğunu haykırmaya devam ediyordu bana. sonunda kararımı verdim. duyacaklarımdan korkarak serkana döndüm ve kelimelerin ağzımdan dökülmesine izin verdim.
- serkan göt gökyüzünde belireli kaç gün oldu sahi?
- gün olarak hesaplayamıycam şimdi ancak bugün ekimin ilk günü, demekki 9 ay olmuş.
...

---------------------------------------------

ekim ayı

kabalalık adımı tekrar tekrar haykırıyordu.
sevinçten yüzlerce insan adeta kendinden geçmişti. sonunda kehanet gerçekleşti diyorlardı, bulduk onu işte! ben tamamen sersemlemiştim. bu hayatımda hiç beklemediğim sadece filmlerde görülecek türden bir durumdu. ancak gerçekti işte, herkes sevinmekte haklıydı. gerçi ben hala pek emin olamıyordum ama onlar emindi, sonunda insanlığın kaderini değiştirecek olan uykusundan uyanmıştı ve artık buradaydı. bulunduğum yüksek platformdan kalabalığa baktım ve elimi salladım, haykırışlar arttı. aklıma söyleyecek hiçbir şey gelmiyordu, sanki beynim durmuş gibiydi.

yolculukta farkettiğim durumu, yani 9 aydır uyuyor oluşumu serkana anlattığımda ilk pek inanamamıştı bana. bir çeşit şaka yaptığımı sanmıştı herhalde. ancak ciddi olduğumu görünce gerçekten çok şaşırmıştı. yalan söylediğimi hiç düşünmemişti zaten. biz uzun zamandan beri arkadaştık ve birbirimize güvenirdik. serkan bu benim anlattığım olaya yakın bir efsane duyduğunu söylediğinde şaşırma sırası bana gelmişti. daha fazlasını öğrenmek istedim ancak söylemeye yanaşmadı. bunun yerine beni üssün komutanıyla tanıştıracağını ve onun gerekli açıklamaları yapacağını söyledi. daha fazla soru sormadım ve yolun geri kalanını rahatsız edici bir sessizlik içinde geçirdik. o sırada serkanın niye bundan bu kadar rahatsız olduğunu anlamadım gerçi, ancak olaydan uzun zaman sonra olanları kafamda tekrar canlandırırken anlayabildim gerçeği. öldüğünü sandığı bir dostunu bulmuşken onu yeniden kaybetme riski serkanıda rahatsız etmişti...

gizli üssü ilk görüşümde çok şaşırmıştım bu kadar geniş bir alan görmeyi beklemiyordum doğrusu. diğerleri gibi hasar almış, yıkılmak üzere gibi duran bir apartman kapısından içeri girdik teker teker. ve serkanın liderliğinde bodruma doğru indik. bodrumda nöbetçinin açtığı kapıdan girerken parolanın "boru" olmasının beni hiç şaşırtmadığını fark ettim. herhalde bir götü en rahatsız eden nesne bu olmalıydı. kapıdan içeri girerken beklediğim küçük bir ev boyutlarında bir alandı. ancak merdivenlerle karşılaşınca şaşırdım. serkan arkasına baktı ve ilerlememi söyledi, bende şaşkınlığımdan kurtulup merdivenlerden inmeye başladım. birkaç dakika sonra (evet birkaç dakika) başka bir kapıya ulaştığımızda şaşkınlığım iyice artmıştı ve kapıların açılmasıyla insanlığın hala pes etmediğini gösteren tabloyu gördüm.

karşımda devasa bir yeraltı sığınağı duruyordu. daha sonra bunu ordunun gelecekteki nükleer savaş vb. gibi tehlikeler için yaptığını öğrenecektim. ilerledikçe hayretim arttı, içeride gözlerim beni yanıltmıyorsa yüzlerce insan vardı. sığınak iki katlıydı ve ikinci katın tam ortası boştu bu yüzden bulunduğum yerden üst tarafıda görebiliyordum. ben donmuştum, kımıldayamıyordum. sonunda serkan onu izlemediğimi fark etti ve geri dönüp kolumdan tutarak beni peşi sıra sürükledi. komutanın odasına doğru ikimiz ilerliyorduk...

- aman tanrım, sonunda sonunda... eğer bu anlattığın hikaye doğruysa kehanet gerçekleşti demektir. bunları sana söylemenin bana ne büyük bir mutluluk ve ümit verdiğini tahmin edemezsin...
- yani ben?
- evet, sen seçilmiş kişisin.
- sekter lan.
- valla bak.

inanmıştım. komutanın gözünden boşalan yaşlar gerçeği söylediğinin kanıtıydı. ancak üzerime yüklenen korkunç bir sorumluluktu. bana söylenen bu sözler tüm insanlığın kaderini benim ellerime emanet ediyordu. sersemlemiştim, komutanın odasından çıkarak kalabalığa bana anlattıklarını duyurduğunu duydum. bir o bağırıyordu, bir kalabalık; herkes gaza gelmişti. bir süre daha konuştuktan sonra komutan beni yanına çağırdı. yine rüyada gibi ilerledim ve deliye dönmüş kalabalığı gördüm. aklıma söyleyecek hiçbir şey gelmiyordu bu yüzden sadece el salladım. ancak görünen o ki bu bile insanları çıldırtmaya yetmişti. ben ise mutlu değildim kesinlikle, gitgide üzerimdeki sorumluluğun daha çok farkına varıyordum. bir yandanda götün belirmesinin sabahında yaşadığım duyguların anlamını çözdüğümü düşünüyordum. demekki tüm hayatım ve yaşama amacım buydu. çevreme bir kez daha baktım ve kararımı verdim. bu insanları ya kurtaracak ya da bu uğurda ölecektim. ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu ancak tek bir şeyi biliyordum.
yapılması gerekeni yapmak zorundaydım.
bölüm 3: insanlığın çöküşü

duyduğum her kelime işkence gibiydi.
komutan konuştukça korkuyu, öfkeyi, hüznü tam anlamıyla aynı anda yaşıyordum. içimden ayağa kalkıp ona susmasını haykırmak geliyordu, ancak duymak zorundaydım. tehlikenin boyutlarını öğrenmeliydim. bir yandanda kendi salaklığıma kızıyor, bütün bunlara sadece gökyüzünde duran bir götün sebep olamayacağını bilmeliydim diyordum. nasıl bu kadar aptal olabilmiştim. bu duyduklarımı bekliyor olmam gerekirdi.
komutan aynı üzgün ses tonuyla insanlığın beklenmeyen sonunu anlatmaya devam ediyordu.
***

götün ilk belirdiği o lanetli sabah, ben diğer komutan arkadaşlarla oturmuş (komutanın rütbesinin yarbay olduğunu öğrenmiştim), sabah sabah seda sayan'ı izliyordum. birden dışarıdan yükselen birbirine karışmış haykırışlarla irkildim. ne oluyor dememize kalmadan odaya birkaç asker doluştu. hepsi de aynı deli saçması sözleri söylüyordu, en azından o an öyle düşünüyordum. dediklerine göre gökyüzünde kocaman bir göt belirmişti! yok daha neler! saçma ötesi bir şaka denemesi olduğunu anlamıştım, askerlere bağırmaya başladım. onların hala beni ikna etmek için çabalamalarına şaşırıp kalmıştım, bu nasıl bir cesaretti? o sırada bir komutan arkadaşımın bana seslendiğini duydum. ben askerlere bağırırken sessizce kapıya doğru yürümüştü. başını çevirip bana baktı, gözlerindeki korkuyu farkedince irkildim. odadaki herkes susmuştu, şimdi sadece dışarıdan şiddeti sürekli artan çığlıkların sesi geliyordu. bana bir süre daha baktı, yutkundu ve konuştu.
"sanırım bir problemimiz var..."

yaklaşık üç saat sonra gelen telefondan bir çok devletin liderinin ve bilim adamının bir durum analizi yapmak üzere londra'da toplandığını öğrendim. ben ise başbakanımızı ve bilim adamlarımızı korumak için görevlendirilen birliğin başına geçmek üzere emir almıştım. 20 dakika sonra uçaktaydık, emrimde daha önce bu gibi durumlarda korumalık yapmış adamlardan oluşan seçkin bir birlik vardı. kendilerinden emin görünüyorlardı ancak onlarında bu durum karşısında en az benim kadar korktuklarını anlayabiliyordum. uçağın içinde birçok bilim adamı ve üst düzey yetkili vardı ancak biz ayrı bir bölümdeydik. yinede konuşmalarını duyabiliyordum, ancak konuşmalarında kullandıkları çoğu terimi hayatımda ilk defa duyuyor olduğumdan pek bir şey anlamadım. ancak buna rağmen duyduğum birkaç kelime korkumu katlamaya yetmişti. "marduk" ve "beklediğimizden erken" gibi kelimeler...

devasa salonun girişinde nöbet bekliyorduk. salonun on dört girişi olduğunu öğrenmiştim, her kapısını farklı ülkeden askerler koruyordu. bu benim için iyiydi, düşündüğümü yapmaya fırsatım vardı demekki. kapıya yaklaştım ve cebimden çıkardığım küçük bardağı kapıya dayayarak dinlemeye başladım. böyle bir şansım olabileceğini düşünerek uçaktan aşırmıştım bardağı.
-komutanım ayıp oluyor ama...
-bu yaptığınız ne kadar doğru sizce?!
alev saçan gözlerle geriye dönüp askerlere baktım. ancak onlar da oldukça kızgın görünüyordu.
-ne var lan dinleyemez miyim?
-yanlış anladınız efendim, biz onu kastetmedik. ayıp olan bizi düşünmemeniz. siz dinlerken bizim burada meraktan çatlayarak beklememiz ne kadar doğru, sorarım sizee?!
haklıydılar, onları düşünmemem büyük hataydı. ancak artık başka bardak bulmak için çok geçti. bu yüzden onlara her duyduğumu anlatacağıma söz vererek yeniden kapıyı dinlemeye başladım, ikna olmuşlardı.
"hiçbir sinyal, radyo dalgası ve benzeri herhangi birşey alamıyoruz. sadece orada duran bir kütle gibi. iletişim kurmaya çalıştık ancak yanıt yok."
"uçaklar ne keşfetmiş?"
"çektikleri fotoğrafları inceledik ve itiraf etmeliyim oldukça şaşırdık. alanında uzman onlarca yetkiliye sorduk, herkes aynı kanıda. bu resimler kesinlikle bir insan götüne ait, başka hiçbir açıklama yapılamıyor."
"götün boyutu da netleşmeye başladı, hesaplarımız doğruysa dünyanın yaklaşık altıda biri büyüklüğünde. ancak dahada şaşırtıcı olan ise şu; kesinlikle dünya üzerine hiçbir çekim kuvveti uygulamıyor."
"uçaklarımızın götün içine girme denemeleride başarısızlıkla sonuçlandı. deliğe yaklaşan uçakların tüm devreleri bozuluyor ve düşmeye başlıyorlar."
"bu götün gerisi var mı?"
"hayır, sadece bir göt var. götün şeklinden ve üzerindeki kılların yapısından bir erkek götü olduğunu tahmin ediyoruz ancak yanılma ihtimalimiz olduğunu da söylemeliyim. ayrıca götün deliğinin de fransa üzerinde bir noktaya denk geldiğini tespit ettik."

göt hakkında bilinenlerin hepsi söylendikten sonra liderler bu durum karşısında ne yapacaklarını tartışmaya başladılar. çoğu nükleer füzelerin derhal kullanılmasını öneriyordu, ancak kanımca daha akıllı olan bazıları en azından bir süre beklememiz gerektiğini söyledi. sonunda ertesi sabaha kadar beklemeyi, hala bir sinyal alamamaları durumunda kademeli olarak saldırmayı kararlaştırarak toplantıyı bitirdiler. insanlığı çok zor günlerin beklediğini artık anlamıştım.
***

aradan sekiz gün geçmesine rağmen göt hala yerinde duruyordu. ikinci günün sabahında başlayan saldırı üç gün boyunca yani dördüncü günün akşamına kadar sürmüştü ancak sonuç bir hiçti, kocaman bir hiç. göt füzeleri olduğu gibi yutuyordu. ister nükleer ister uçakların füzelerinden olsun farketmiyordu, füzeler götün içine giriyor ve patlamadan kayboluyorlardı. dünya tam bir panik içerisindeydi artık. çeşitli yerlerde bunun bize tanrının bir cezası olduğunu haykıran, bunun kıyametin habercisi olduğunu söyleyen onlarca farklı grup gösteri yapıyordu. tam bir kaos ve anarşi ortamı doğmuştu. bazı ülkelerde göte tapan tarikatlar bile kurulmaya başlamıştı, örneğin israil bu konuda başı çekiyordu. kimse ne yapacağını bilmiyordu, bu gidişle götün sadece orada durarak bile insanlığın sonunu getirebileceğine inanmıştım.

ancak dokuzuncu günün sabahı saat dokuzda gerçek istila başladı.

bu sefer ilkinden de beter irkilmiştim çünkü o sırada koltuğuma oturmuş binbir farklı şey düşünüyordum. örneğin bundan sonra ne olacaktı? insanlığın tarihi bu şekilde mi sona ericekti? amerika'dan da umudumu kesmiştim artık, her seferinde dünyayı yeni bir tehlikeden kurtardıkları hollywood filmlerinin üzerimdeki etkisi giderek hafifliyordu. daha sonra hepsinden daha korkutucu bir olasılık geldi aklıma, iliklerime kadar ürperdim. lost'un sonunu belki de asla öğrenemeyecektim. tam gözlerim dolmaya başlamıştı ki bir kez daha yükselen haykırışlar üzerine odamdan fırladım. gördüklerime inanamıyordum, ucu sivri kapsüller şeklinde binlerce devasa araç delikten adeta fışkırıyordu. ve her yöne dağılıyorlardı, gökyüzünde bir ağ oluşturmuşlardı. daha o anda savaşı kaybettiğimizi anlamıştım galiba çünkü istila inanılmayacak kadar çabuk gelişiyordu. artık gökyüzü bu araçlarla dolmuştu, belirli bölgelere toplu halde iniş yapıyorlardı, çevreden yükselen siren seslerini duymaya başlamıştım. araçlardan birkaç tanesi üssün tam ortasına indi, bende hemen askerlere dönüp ateş edin diye haykırdım ve ateş başladı. ancak gördündüğü kadarıyla mermiler bu araçlara işlemiyordu. bir süre sonra nihayet birkaç askerin attığı bombaların küçük çapta hasarlar oluşturduklarını gördüm. bu kesinlikle yeterli değildi ancak ne yapmam gerektiğini anlamıştım ve hemen "bazukaları getirin" diye haykırdım. yaklaşık yedi dakika içinde üssün ortasına konan toplam yirmi iki aracın dördünü tamamen patlatmıştık, diğer araçlar ise tamamen hareketsiz bir şekilde durmaya devam ediyorlardı. sonunda hepsinin kapısı aynı anda açılmaya başladı, hemen gökyüzüne baktım, havada araç kalmamıştı. anlamıştım, hepsi belirlenen pozisyonlara yerleşene kadar beklemişlerdi. neredeyse gözle takip edilemeyecek kadar hızlıydılar, bu onlar için hiç de zor olmamıştı. şimdi dünyanın dört bir yanında istila aynı anda başlıyordu işte.

uzunca bir süre neye benzediklerini öğrenemedik, araçlardan bir zırh benzeri birşey içinde çıkıyorlardı. aslında hepsinin üzerinde uluslarını temsil ettiğini düşündüğümüz aynı simge [ (_|_) ] olmasaydı üzerlerinde bir zırh olduğunu bile anlayamayacaktık. zırhlarının arkasında " i'm the boss, talk to this" gibi ingilizce yazılar ve burada tarif etmek istemeyeceğim kaba resimler gördük. son derece korkutuculardı, boyları yaklaşık iki metre civarındaydı. zırhlarının ana rengi siyahtı ve vücutlarının tam ortasında vücutlarına yapışık silahları vardı. ateş ettiklerinde "şşşılaböffff" gibi bir ses eşliğinde mavi bir ışık çıkıyordu. işığın isabet ettiği askerlerin ellerindeki silahları bırakarak korkunç bir şekilde haykırmaya başladıklarını gördüm. daha sonra yere yıkılan bu isabet almış askerlerin vücutları erimeye başladı, bu sırada haykırmaya devam ediyorlardı. vücutları erimeye devam etti, ta ki geriye sadece bir balçık yığını kalıncaya kadar. ancak bunun çevredeki askerleri korkutmaktan çok intikam ateşiyle yanmalarını sağladığını farkettim. bunun sonucunda küçük bir üs olmamıza rağmen yaklaşık yedi dakika dayanabildik, ancak sayımız oldukça azalmıştı. sonunda kalanlar hayatta kalmak için kaçmaya başladılar. kaçan askerleri gördükten sonra artık soğukkanlılığımı tamamen yitirdiğimi anladım ve ben de koşmaya başladım. yanımda başka askerlerle birlikte sadece koşuyordum, her yandan gelen mavi ışıklar ve "şşşılaböffff" sesleri arasında koşuyordum. benimle birlikte koşan insanların sayısının gittikçe azaldığını farkettim, yanımdan bir mavi ışın daha geçti ve ben düştüm.

kendime geldiğimde ilk hissettiğim hayatta olmanın verdiği şaşkınlık ve şükran duygusuydu. her taraf karanlıktı ve kötü kokuyordu. doğrularak çevreme baktığımda etrafımda perişan durumda, kir ve mutsuzluk içinde yüzen insanları gördüm. silah seslerinin hala duyulduğunu farkettim ve nerdeyiz diye sordum. ben bunu yüksek sesle söyleyince aynı anda herkes susmam için el kol hareketleri yapmaya başladı. çevreme bir kez daha baktım ve nerede olduğumu anladım. kanalizasyona düşmüştüm ve burada saklanan insanlar tarafından deliğin altından kanalizasyonun yukarıdan görülemeyecek taraflarına doğru çekilmiştim. buraya bakmayı akıl edemiyorlardı, üstteki kapak kapatılmıştı ve o salaklar buraya bakmayı akıl edemiyorlardı. orada tam üç gün saklandık, aslında daha ilk günün sonlarına doğru silah sesleri kesilmişti. ancak biz yinede üç gün boyunca aç ve susuz orada bekledik, hayatta kalma azmi her şeyin önüne geçebiliyordu.
o kanalizasyon çukurunda benimle beraber olan insanların büyük çoğunluğu askerdi ve ben bu sığınağın yerini ve varoluş amacını uzun bir süredir biliyordum. dolayısıyla sonunda buraya gelmeye karar verdik. yolda uzaylı askerlerin gruplarından dört tanesini gördük, bunların üçünden gizlice kaçmayı başarabildik. bir tanesiyle ise çatışmaya girmekten başka şansımız yoktu çünkü geri döneceğimiz yolda daha fazla birlik birikmişti. o çatışmada adamlarımdan üçünü kaybettim ancak dokuz uzaylıyı da öldürdük; çünkü beklemedikleri bir baskın yapmış, onları gafil avlamıştık. sığınağa vardığımızda buraya gelmeyi düşünen ilk kişiler olmadığımızı gördüm. içeride benden küçük rütbeli on dört komutan, yüz doksan sekiz asker ve seksen yedi sivil vardı. rütbemin yüksekliği dolayısıyla başlarına geçtim ve o günden beri daha çok hayatta kalmış insan, yiyecek ve malzeme bulmak için dışarı çıkıyor bazen de küçük çaplı çatışmalara giriyoruz. bir yandanda sivilleri eğitiyoruz. sayımız şu an ilk günküne oranla oldukça fazla, bugünkü sayım sonucunda sana tam sayıyı bildiririm. istilaya gelen uzaylıların çok büyük çoğunluğunun ana gemiye geri döndüğünü tahmin ediyoruz, ancak sayımız onlara kıyasla yinede çok az olduğundan burada kalanlar bile bizim için büyük bir tehlike.
işte insanlık böyle çöktü, yaklaşık dokuz gün içinde. ve götün belirişinin dokuzuncu ayında sen uyandın uykundan, kehanetler doğru çıktı. artık tehlikenin boyutlarını biliyorsun, umarım yapabileceklerini ve yapacaklarını da biliyorsundur.

komutanın konuşmasını ağzım açık dinlemiştim adeta. gırtlağım kurumuştu, yutkundum ve komutanın gözlerinin içine baktım. ancak yinede soracak birkaç sorum vardı.
- nedir bu kehanet, nereden geldi?
- şu an önemli olan bu değil, daha sonra bunu öğreneceksin.
- peki bu istilacıların amacı ne, madem dokuz aydır dünya onların kontrolü altında hala niye başka bir şey yapmıyorlar? niye gemilerinde oturmaya devam ediyorlar?
- keşke bunun cevabını bilebilsem...
- uzunca bir süre neye benzediklerini öğrenemedik dediniz, şimdi biliyor musunuz? hiç gemi ve istilacı ele geçirdiniz mi?
- evet, istilacı ele geçirdik, ancak maalesef ölü olarak. sana daha sonra gerçek vücutlarını gösteririm. gemiye gelince; sanırım bu sadece bir hayal.

soracak başka sorularımda vardı ancak konuşmamız bir anda odaya dalan asker tarafından bölündü. kapı eşiğinde durmuş bize bakıyor bir yandanda titremesini engellemeye çalışıyordu.
- komutanım, geliyorlar...