"aslında bi sistem olacak / utandığın her şeyden kaçıp gideceksin..."
ortaokul ve lise'yi okuduğum o okuldaki, sağlam dsp'li, adıyaman'lı, şaşı, pos bıyıklı müdür yardımcısı, aynı zamanda din kültürü öğretmeni olmasaydı; ve çok fonksiyonlu az angajmanlı bu adam, yedi yıl boyunca her sınavda, muhtemeldir ki sapkın bir tarikat olarak gördüğü bizim sınıfa her sınavda sadece kuran-ı kerim'de isimleriyle anılan ve nübüvvetleri hususunda ittifak bulunan yirmi beş peygamberin adını sırasıyla sormuş olmasaydı; şimdi muhtemelen işe yarar birkaç duayla, daha sağlıklı bir iletişim çabasına girişebilirdim belki de ama; adem'den sonra idris, idris'ten sonra nuh, nuh'tan sonra hud geliyordu ve ben misafirlere alışmaya çalışıyordum...
bir emmett brown olmadıktan sonra, dua etmenin de pek önemi yoktu... zira zaman dediğin, yani senin dediğin, hiç bir şeyi değiştirmediği gibi, kendisi de birden bire değişmiyordu... oturup geçmesini beklediğin acıdan ziyade zamandır, öğrenmelisin... gerisi tamamen ruh tatmin gücünle ilgili bir durum... ve bunu öğrenmek, yirmi beş peygamberin adını sıralamaktan çok ta zor değildir...
misafirlerle aram hiç iyi olmadı sanırım benim... ilk defa evimize gelen, yakın bir tanıdığımızı, o günden sonra, yani yaklaşık on altı -veya ne bileyim on yedi- senedir hiç görmediğimizi düşündüğümde, sadece bacağına soğuk su döken anneme: "allah'tan pantolon kalın, bir şey olmaz, çok acımıyor..." dediğini hatırlayarak; o gün, o banyo kapısının önünde saçma sapan sırıttığım gibi, iğrenç bir diş gösterisine girişiyorum her seferinde...
annem'in o gece, misafirlerden sonra kapanan kapıdan bana dönüp, yani tam anlamıyla bana dönüp, bir bakışı vardı ki görmeliydiniz... resulullah, bana rağmen o halimi görse, muhtemelen merhametten ağlardı...
zira kendi kalesine gol atmış bir defans oyuncusundan daha kötü bi şey varsa, o da misafirin bacağına çay dökmüş bir ev sahibi çocuğun, gülmesini tutamamasıdır...
ben pek hazzetmiyorum sanırım, gidecekmiş gibi duranlardan... ya da bundan hoşlanan var mıdır? çok saçma değil mi? ya da ben öyle buluyorum, ne bileyim?
çayların içinde anlam bulmaya çalışıyor insanlık, ve bir çay tanesinden "misafir gelecek" anlamı nasıl çıkarılır hiç çözemedim ama, benim çay bardaklarımın üzerinde koca çay yaprağı yüzse hiçbir şey olmuyor... tecrübeyle sabitlenmiştir... alın bunu da paketlerin üzerine yazın... özür dilerim, çok "ama kullanırım...
demem o ki, o din kültürü öğretmenimden sonra, zaten uhrevi bir yönümün olmadığına, hiçbir duanın işe yaramadığına kanaat getirmiştim kendimce... zira, zihnim saçma sapan beklentilerle dolup taşıyordu... ama beklenen yolcu, muhtemeldir ki, rötar yapmış herhangi bir taşıtın, herhangi bir koltuğunda oturuyordu uzun zaman...
bazen insanın mantığına ekmek banası gelir... böyle kıpkırmızı, akışkan...
kırk yıl dergahta pişen bir yunus olmadıktan; ve beklenen tapduk emre, zaten gelmedikten sonra, dua etmenin ve beklemenin anlamı yoktur, kalmamıştır... zira zaman hiçbir şeyi değiştirmediği gibi, kendisi de birden bire değişmiyordur... oturup geçmesini beklediğin acıdan ziyade zamandır... gerisi tamamen ruh tatmini biliyorsun-dur!...
mantığıma böyle ekmek banasım geliyordu, böyle kırmızı, akışkan ve yağlı... ve muhakkak taptığın şeyleri birbirine karıştırmak sanırım böyle bir şeydi...
çay bardaklarını bilemem ama, bir tabak patlıcan musakkanın içinde çokça anlam var...
ben hemen kalkacak-bir daha gelmeyecek misafirleri sevmedim, sevemedim; yemeklerde başka anlam aradım, -bilhassa iş yemeklerinde-; din kültüründen yirmi beş peygamberi sırasıyla ezberledim, futbol oynamayı bir türlü beceremedim, ki zaten muhtemelen kendi kaleme gol atmışlığım olduğundan hiçbir okulda hiçbir takıma seçilmedim, ve yine muhtemelen din kültürüm bedenimden iyiydi ve bu yüzden kırk olmasa bile yaklaşık yirmi yedi yıla yakın kendi dergahımda piştim, geleceğe dönüş'teki makineleri yapmaya uğraştım, ki evde o tarihten sonra bir daha çay tepsisi tutacak kadar becerikli bir çocuk sayılmadım, utandığım bir çok şey için kendimce dua da etmeye de çalıştım, kin tutmadım kimseye -en çok ta sakarlığımdan çay döktüğüm, onların yüzünden annemden terlik yediğim tüm misafirlere-, "haydi iç te çay koyayım..." diyemedim ben öyle o usta gibi hiçbir şiirde ama;
gidenlerin bir sıfır galip olduğu maçın, neden rövanşının olmadığını bir türlü anlamadım...
ortaokul ve lise'yi okuduğum o okuldaki, sağlam dsp'li, adıyaman'lı, şaşı, pos bıyıklı müdür yardımcısı, aynı zamanda din kültürü öğretmeni olmasaydı; ve çok fonksiyonlu az angajmanlı bu adam, yedi yıl boyunca her sınavda, muhtemeldir ki sapkın bir tarikat olarak gördüğü bizim sınıfa her sınavda sadece kuran-ı kerim'de isimleriyle anılan ve nübüvvetleri hususunda ittifak bulunan yirmi beş peygamberin adını sırasıyla sormuş olmasaydı; şimdi muhtemelen işe yarar birkaç duayla, daha sağlıklı bir iletişim çabasına girişebilirdim belki de ama; adem'den sonra idris, idris'ten sonra nuh, nuh'tan sonra hud geliyordu ve ben misafirlere alışmaya çalışıyordum...
bir emmett brown olmadıktan sonra, dua etmenin de pek önemi yoktu... zira zaman dediğin, yani senin dediğin, hiç bir şeyi değiştirmediği gibi, kendisi de birden bire değişmiyordu... oturup geçmesini beklediğin acıdan ziyade zamandır, öğrenmelisin... gerisi tamamen ruh tatmin gücünle ilgili bir durum... ve bunu öğrenmek, yirmi beş peygamberin adını sıralamaktan çok ta zor değildir...
misafirlerle aram hiç iyi olmadı sanırım benim... ilk defa evimize gelen, yakın bir tanıdığımızı, o günden sonra, yani yaklaşık on altı -veya ne bileyim on yedi- senedir hiç görmediğimizi düşündüğümde, sadece bacağına soğuk su döken anneme: "allah'tan pantolon kalın, bir şey olmaz, çok acımıyor..." dediğini hatırlayarak; o gün, o banyo kapısının önünde saçma sapan sırıttığım gibi, iğrenç bir diş gösterisine girişiyorum her seferinde...
annem'in o gece, misafirlerden sonra kapanan kapıdan bana dönüp, yani tam anlamıyla bana dönüp, bir bakışı vardı ki görmeliydiniz... resulullah, bana rağmen o halimi görse, muhtemelen merhametten ağlardı...
zira kendi kalesine gol atmış bir defans oyuncusundan daha kötü bi şey varsa, o da misafirin bacağına çay dökmüş bir ev sahibi çocuğun, gülmesini tutamamasıdır...
ben pek hazzetmiyorum sanırım, gidecekmiş gibi duranlardan... ya da bundan hoşlanan var mıdır? çok saçma değil mi? ya da ben öyle buluyorum, ne bileyim?
çayların içinde anlam bulmaya çalışıyor insanlık, ve bir çay tanesinden "misafir gelecek" anlamı nasıl çıkarılır hiç çözemedim ama, benim çay bardaklarımın üzerinde koca çay yaprağı yüzse hiçbir şey olmuyor... tecrübeyle sabitlenmiştir... alın bunu da paketlerin üzerine yazın... özür dilerim, çok "ama kullanırım...
demem o ki, o din kültürü öğretmenimden sonra, zaten uhrevi bir yönümün olmadığına, hiçbir duanın işe yaramadığına kanaat getirmiştim kendimce... zira, zihnim saçma sapan beklentilerle dolup taşıyordu... ama beklenen yolcu, muhtemeldir ki, rötar yapmış herhangi bir taşıtın, herhangi bir koltuğunda oturuyordu uzun zaman...
bazen insanın mantığına ekmek banası gelir... böyle kıpkırmızı, akışkan...
kırk yıl dergahta pişen bir yunus olmadıktan; ve beklenen tapduk emre, zaten gelmedikten sonra, dua etmenin ve beklemenin anlamı yoktur, kalmamıştır... zira zaman hiçbir şeyi değiştirmediği gibi, kendisi de birden bire değişmiyordur... oturup geçmesini beklediğin acıdan ziyade zamandır... gerisi tamamen ruh tatmini biliyorsun-dur!...
mantığıma böyle ekmek banasım geliyordu, böyle kırmızı, akışkan ve yağlı... ve muhakkak taptığın şeyleri birbirine karıştırmak sanırım böyle bir şeydi...
çay bardaklarını bilemem ama, bir tabak patlıcan musakkanın içinde çokça anlam var...
ben hemen kalkacak-bir daha gelmeyecek misafirleri sevmedim, sevemedim; yemeklerde başka anlam aradım, -bilhassa iş yemeklerinde-; din kültüründen yirmi beş peygamberi sırasıyla ezberledim, futbol oynamayı bir türlü beceremedim, ki zaten muhtemelen kendi kaleme gol atmışlığım olduğundan hiçbir okulda hiçbir takıma seçilmedim, ve yine muhtemelen din kültürüm bedenimden iyiydi ve bu yüzden kırk olmasa bile yaklaşık yirmi yedi yıla yakın kendi dergahımda piştim, geleceğe dönüş'teki makineleri yapmaya uğraştım, ki evde o tarihten sonra bir daha çay tepsisi tutacak kadar becerikli bir çocuk sayılmadım, utandığım bir çok şey için kendimce dua da etmeye de çalıştım, kin tutmadım kimseye -en çok ta sakarlığımdan çay döktüğüm, onların yüzünden annemden terlik yediğim tüm misafirlere-, "haydi iç te çay koyayım..." diyemedim ben öyle o usta gibi hiçbir şiirde ama;
gidenlerin bir sıfır galip olduğu maçın, neden rövanşının olmadığını bir türlü anlamadım...