tanrı olmak nasıl bir şey, sanırım biliyorum kelamını ben etmiş değilim. vakti zamanında picasso denilen kişi yasarf etmiş bu kelamı. hani kübik resmin kübizmin dendiğin akla ilk gelen keltoş herif. nedense picasso bana şevket uğurluer'i hatırlatır ve eskiden bu ikişiyi birbirine karıştırırdım elhamdürüllah artık karıştırma işi -dı dili -mışlı -muşlu ve -muzlu zamanda kaldı. hem de cift haneleli yıllar öncesinde kaldı.

mesela stockholm sendromunu hep berlin sendromu olarak hatırlarım. galiba önceki hayatımda berlinde bir haltlar karıştırdım belki de ingiltere namına berlinde iş görmüş bir kişiydim 20 yüzyılda. hayır bu mantıklı değil. diyelim ki 960'lar da merhumlar safına hicret ettim 20 seneden daha kısa bir zamanda dünyaya nasıl arz-ı endam edelim kestirmeden? o kadar kişiyi sollayıp sıranın önüne geçmem imkansızdır. reerkornasyon kuyruğu bu arkadaş maç kuyruğu değil kaynak yapasın araya.

bu imkansiz hem o vakitler ikinci dünya savaşında mefta olanlardan insana daha sıra bile gelmez. bunun birinci dünya savaşında ölenleri var oğlu var. yok arkadaş en aşağı bir yüz sene beklemişimdir kuyrukta. o halde niçin neden berlin?

belki de bismarck kalibresindeki kişileri sevdiğim içindir. mesela chruchill'de severim ama. bir terazi olsa elimde bismarck bir kefeye churchill'i diğer kefeye koysam churchill daha ağır basar.

churchill bu fıratpen değil. kan, ter göz yaşı acı vaad ederek stanley baldwin, ramsay macdonald, neville chamberlain'in yapmış politika yanlışlarını anca ve anca savunma gücüyle aşmış, teslim etmemiş ülkesini nihayetinde sebat etmiş abd ve sscb'nin savaşa girmesi ile führer ve saz arkadaşlarını dize getirmişler.

roosvelt sormuş ona bu savaşın adı ne olsun diye. bu zannımca viskiden bulutlanmış gözleriyle bakıp şıraakkk diye yapıştırmış cevabı;

gereksiz savaş.

şüphe yok ki ikinci dünya 19192daki versay antlaşması ile engelenebilirdi. ama işte engelenemedi. çünkü galipler fazla zafer şampanyası içmekten kelle olup işin bokunu çıkartmışlar ve alamanya - bizden kerizi bulamanya diye bir şarkı vardı bu arada- savaş tazmşinatıyla ezim ezim ezilmiş daha ah canım diyerek hoş görülü olmuşlar ama hoş görülü olmanın bokunu fazla çıkartmışlar sonuç ise milyonlarca milyarca telaffuz edilen kayıplar hanesine rakamlar ortaya çıkıyor.

elbette bunu üvertürü var. ispanya iç harbi, habeş diyarının fethi uzakdoğuda ter atma idmanları vesaire ama nedense esas film nedense pearl harbourla başlar ama bu da hollywood'un halt etmesi diyelim. galiba bir habeşinin kıymeti omahalı kıdemli cavusun yanında pek okunmuyor.

wilson ilkeleri var mesela. bu ilkelere göre ulus devlet kavramı tarih sahnesine çıkıyor. imparatorluk çağları artık the end yazıyor. avusturya macaristan parçalanıyor bir koskoca yüzyılı ıska geçiyorlar.

anlı şanlı alaman avusturyası şimdilerde almanya'nın kıbrısı. ama hiç olmazsa gönül ferahlıyla imparatorluk tarihine yaslanabiliyorlar. bol bol avusturalya ile karıştırıyorlar bunu da öfkeyle karışık bir mizahla tepki gösteriyorlar;

'avusturyada kanguru yoktur'

oysa klasik avusturya süvari birlikleri demekti. son derece cafcaflı ama subayların kısıtlı maaşıyla kıtkanaat geçindiği ama süsüne önem vermesi gereken süvari birlikleri.

bütün süvari birlikleri makinalı tüfek karşısında sırpistanda tarumar oldu. süvari askerleri ve subayları ya pilot olmuştu ya da makinalı tüfekci. o güzelim atlar mesela top arabası çekmek yahut ulaşımda kullanılan sütçü beygiri olmuştu ne yazık ki. zaten at yoktu fazla süvari birliklerinin makineli tüfeklerin karşısındaki hükmü neydi ki?

evet bir makineli tüfeğin karşısında bir bölük süvarinin hükmü nedir?

sadece bir avuç boş kovandır. sonuç budur.

topçu birlikleri makineli tüfekleri temizlemezse siperlerde gıdımlık savaşlar yapılır.

klasik anlamda savaş ve savaşlar bitmiştir.

meydanlarda olan insanlığın cinnetini boşaltacakları yerler mecburiş emekli olmuş ve şimdi de ne bakıyorsundan birbirimizi gözünü oymaktayız.

sanki bir tanrıymış gibi.

ama yedi cücelerin cük cük cücelerinden biri bile olunmadığı halde golyat gibi oluyoruz.

günün birinde bir davut geliyor kafamıza taş atıyor ve tanrı olmadığımız kafamıza dank ediyor.

ama bu dank etme olayı ne kadar erken olursa o kadar iyi geç olursa o kadar kötü, mesudiyeli mesut gibi olunur çünkü.

bunları bir kenara atarsak sim city, age of empires gibi oyunlar bizi tanrı gibi hissettiriyor ama bu sadece yanılsama elektirikler gitti mi ne tanrılık kalır ne de başka birşey karanlıktan gayrı ve ağızdan çıkan bircümle istemsiz sarf olur ' allah edison'un ruhunu şad etsin'

yazımı sabahattin ali'nin şiiri ile bitiriyorum;

dillerde gezen adım:
bir seciyesiz, bir it.
nedense olamadım,
sizin gibi bir yiğit...

ne gaye taşıyorum,
ne bir dağ aşıyorum;
delice yaşıyorum,
ne ihtiras, ne ümit...

yuh...eğer hayat buysa,
bu ahmakça uykuysa...
bana kim sokulduysa
hadi dedim, hadi git! ..

bende çok şey var ama,
akıl filan arama...
ciddiyetle arama
koydum dikenli bir çit.

saçıma düşen aklar,
ne bir macera saklar;
çıkarmaz bu dudaklar,
ne bir küfür ne tevhit...

korkutmaz beni ölüm,
bir şeytan kadar hürüm
süremez bende hüküm
ne allah, ne de nahit...