sustu, giden bir yaprak dökümüyle,
şen, kayın dilli altın bir orman,
ve acı duymuyorlar artık kimseye
turnalar da, uçuşlarında gam.

acı niye? zaten insanınki gezginlik dünyası:
gelir, girer ve terkeder yuvayı yine.
düşünde görür gidenleri kendir tarlası
enli bir ay ile mavi gölcüğün üzerinde.

ayaktayım, yalnız, ortasında çıplak yazının,
turnalar uzaklara sürükleniyor rüzgarla,
doluyum düşünceleriyle şen delikanlılığımın,
ama hiçbir şeye acımadan geçmişte kalan.

acımıyorum boşuna yitirdiğim yıllara,
acımıyorum leylak rengine ruhumun.
kızıl üvez ağacı meydan ateşince yanıyor avluda,
kimseyi ısıtamaz ama yalımları onun.

güneş kızartır, yakmaz üvezin salkımlarını,
sararmayla dolmaz otların ömrü de.
usul döker ağaç yapraklarını,
hüzünlü sözler döküyorum ben de öyle.

ve eğer rüzgarıyla süpürüp zaman,
sözlerimi yığarsa yararsız bir kümeye,
siz deyin ki...altın bir orman
sustu, giden bir yaprak dökümüyle.
-------------------------------------------------

sergey yesenin denielen rezillerin en rezili, dikiş tuturamayan günün birinde artık bilinen anlamda dikiş tutturmaktan vazgeçen kişinin şiirdir bu şiir.

tuhaf ki tuhaf,

garip mi garip,

önce giden sonra da arkasından da gelinen,

mayakovski'nin elveda diyen dostu nedense,

hergele önde bayrak sallayanıydı.

olduramadı olduramadı, çünkü zinciri bir kere kopuktu ne kadar zincirini normal kullanmaya çalışsa hep belalara çatmıştı.

ve en sonunda belki de kulaklarında o tranquille sommeil çalarak kendi kırdı kalemini.

elveda hüzün diyemedi,

hoş geldin belalar demedi.

çünkü belalardan bıkmıştı.

sanki kıyma makinesine atılmış bir et gibiydi.

bunu her allahın günü çekiyordu pıyrım pıyrım oluyordu.

sonunda, sustu giden bir yaprak dökümüyle....

sahi ya delirmişti bu adam.

bir sanatoryumda ikamet etti bir süre.

ama yeni biçimler getiren kişilerin ve ezberleri bozanlara kaçık gözüyle bakan pek muhterem yurtaşların anlayaşızlıkları ona bu yolu açtı belki.

ne yapalım,

zeytin suyuna kuru ekmek,

böyle gelmiş böyle gidecek.