kadın benim buruşuk kã¢ğıda ansiklopedi okur gibi ağırbaşlı ve ciddiyetle bakıp duruyor, ben de fırsattan istifade onu seyrediyorum. tiksinerek ve bana bakmadan konuşmaya başlıyor. bu tavır mesai saati bitmesine yarım saat kalan memur zevatında da mevcuttur. eve gitme moduna giren amca ya da teyze her haliyle aşağılar seni ılık mudanya sirkesi kıvamında. işi yapmasına yapar, lütfetmiştir öncelikle. maaş alma sebebinin bu iş olduğu fikri ve işgal ettiği koltuğa göz diken binlerce insanın dışarıda gezindiği veya kahvehanelerde okey oynayarak can sıkıntısını ertelediği gerçeği, mesleğe başlamasının ikinci senesinde kendisini terk etmiş, çok çalıştığı halde hak ettiği ücreti alamayan ve üstleri tarafından yeterince takdir edilmediğini düşünen huysuz ve sıkılgan hayatlar derneğine üye olmuştur. zaten ne hikmetse bu ülke de sakıp sabancı dã¢hil herkesin bir takdir edilme arzusu mevcuttur. niye ki olum ya, paranın .mına kodun, tüsiad da sağlam bir koltuğun var, aklına esince kitap yazıyorsun ve onu basacak matbaayı kökünden satın alacak paran var, boğaz manzaralı atlı köşk'ün var, senin için ter döken on binlerce işçin var, her halükarda taşaklarını yalayacak yüzlerce siyasetçin var, neredeyse her üniversiteden fahri doktoran var, hemen hemen her konuda fikrin var ve bunları yayınlayacak televizyonlar var, hızını alamıyorsun "doğu raporu" adı altında girişimlere imza atıyorsun. neden? doğu ile alakan ne, kalantor üç beş antepli iş adamı hariç kimi tanıyorsun, milyar dolarla ölçülen işletmelerin var hangi biri esaslı bir yatırım yaptı doğu anadolu'ya? banka şubesi açıp para transferi yaparak komisyon almaktan başka ne tür bir katkın oldu ki memleketin bu garip köşesine. mesela kulp spor kulubüne ne tür bir faydan dokundu? urfa'nın etrafı türkülerin dediği gibi dumanlı dağlar mı çevrili sabah vakti hiç gördün mü? "gabar dağlarından indim aşağı karşıda göründü apo yavşağı" diye bağırarak koşan komando er trabzonlu hasan'ın köyde bıraktığı yavuklusu emineyi bilir misin ya da grup yorum'un "cemo" türküsü ne anlatır farkında mısın? bu kardeş kavgası neden asala terör örgütünün bittiği yılın ertesinde başlamıştır ve kürt türk kavgası kimin ekmeğine yağ sürer son tahlilde? irak'ın demokrasiyle yönetilmesi amerika birleşik aletlerini neden ilgilendirir de, libya umurunda değildir? iraklılar ağlamak için conilerin gözyaşı bombalarına gereksinim mi duyarlar, yoksa zaten yeterince sebepleri var mıdır? listeyi uzatabilirim ama sorular keskin cevaplar muğlã¢k. ölünün arkasından konuşulmazmış, hadi oradan. cengiz han da ölü turgut özal da, cengiz'e istediğin kadar giydir, özalı koru, olur mu hiç? her şey konuşulacak, eğrisi doğrusu ne varsa eteklerdeki taşlar dökülecek. ben lise de öğrenciydim sene bin dokuz yüz seksen dokuz, birinci sigarası içiyorum parasızlıktan ve gazetelerde manşet aynen şöyle; semra özal papatyalar grubuyla bulgaristanda doğum günü partisi yaptı, iki yüz adet don perin yon şarabı eşliğinde. papatyalar anavatan partisinin kadın kolları organizasyonu, dernek başkanı da selim edes denen iş adamının karısı. iski ve engin civan skandalı patlamamış daha ve ben liseli küçük aklımla don perin yon şarabının kaç para türk lirası ettiğini hesaplıyorum. sonra sene bin dokuz yüz doksan üç nisanı özal ölüyor ve ben susuyorum, yok öyle yağma. içilen şarabın da hesabını sorarım, gidilen yerin de. "ben zengini severim" kelamını da unutmam, "verdimse ben verdim" saçmalığını da. kimin parasını kime veriyorsun ulan, allah seni başımızdan uzak tutsun, aile fotoğrafında yer alanları da bildiği gibi yapsın, bu dünya da olmaz artık umudum yok, ancak öteki dünya da iki elim yakanızda olacak bunu bilesiniz. tüyü bitmemiş yetim diye diye bu milletin kanını emdiniz yahu, yeter. öldüğünüz gün rahmet yağıyor memlekete, ardından sizin yanaşmalarınız ele geçiriyor siyasi iktidarı ve her şey devam ediyor kaldığı yerden. demir ellerden ve büyük anıtlardan gına geldi memlekete bilesiniz. atatürkçü düşünce ve çağdaş yaşamı koruma derneğinde de gına geldi. özgür yaşamak ve mümkünse özgür ölmek istiyoruz gari. ne paramız var ne de işimiz, sevgilimizle dertleşmek için meclis parkında cop yemeden oturmak istiyoruz, kuğulu parkta gece bankta uyumak istiyoruz, başörtümüzü takmak ve üniversitede okumak istiyoruz, solcuysak da sınavlarını kazanıp maliye bakanlığında müfettiş yardımcısı olarak istihdam edilmek istiyoruz, bir şey yazarken arkasını düşünmemek istiyoruz, işe girerken aşağılanmamak istiyoruz, onurla kimseye muhtaç olmadan yaşamak istiyoruz, çok mu şey istiyoruz?

ve müdire beni ölçüp biçip benimle eften püften konuşarak on beş dakika içerisinde kararını verip "sonuç belli olduğunda size on beş gün içerisinde haber verilecek" diyor. zaten yeterince sıkılmışım (aslında .ikilmişim daha doğru olur), artık gitmem gerektiğini düşünüp ayrılıyorum odadan. daha kapıdan dışarı adımımı atar atmaz rahatlıyorum. bundan sonraki hayatımın bu odalarda geçeceği fikri midemi bulandırıyor hala. yapacak bir şey yok, ya bu deveyi güdeceksin, ya deve dikeni gölgesinde geberip gideceksin. ekmek yemek, elektrik faturanı ödemek, ayakkabı almak, sakız çiğnemek, rüya görmek, ayakta işemek, burnunu kaşımak, türkü dinlemek, el çırpmak, dişlerini fırçalamak, kaşlarını çatmak, bira içmek, uyumak, çarşafları yıkamak, kapıları kilitlemek ve benzeri binlerce eylemi günlük hayatına iliştirmek zorundasın bir kere. böyle dillendirildiği vakit saçma sapan yaptırımlar zincirine dönüştüğünün farkındayım ama kaçış yok. çağla şikel'in bu yaz bodrumda giyindiği bikiniden, ultra modern dans eden ve her klipinde oynattığı mankene aşık olup onunla üç ay takılan mustafa sandalın kıçına parmak atılmış kedi misali zıplayıp durduğu son klipine kadar yüzlerce görüntüyü gün aşırı beyne enjekte etmek ve ardından hazmetmekte ayrı bir mevzuu. "ben hiçbir yere ait değilim" çığlığı bir rock müzik konserinin en orta yerinde kafa sallamaya yaramıyor, olsa olsa bira içip sızarken allah'a "bugün de bana verdiğin hayata tahammül ettim, ancak yarın ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yok" derken bulursun kendini. yastığa başını koyduğun andan itibaren aslında en ateşli eyleminin uyumaktan ibaret olduğu fikriyle oyalanırsın bir müddet. hiçbir şey ile bir şey arasında sıkıntılı bir cenderedir geçirdiğin gün ve tozu alınmamış mutfak rafları kadar çaresizdir bedenin. bir başkasının gelip seni cehenneminden çıkaracağı hayali artık yol üstünde çalı dikeni eziyetten başka bir şey değildir ve bir millet uyanıyor dan o halde ben niye hala mahmur gözlerle onları seyrederek uykuya dalıyorum a dönüşümdür olagelen.

kadıköyün kalabalık bir caddesine sürükleniyor ve bir kızın önce bana sıkı bir omuz atıp ardından "önüne baksana be" deyişiyle irkiliyorum. ben iki adım atar atmaz babamın öküz ya da ayı olduğuna dair düşünce beyanında bulunacağından adım kadar eminim. gitsem yanına "aslında durum sandığınızdan daha farklı hanımefendi, babamın sri lanka büyükelçiliğinde ikinci katip olması ya da mezbahanede kasap olması benim keş veya dünya rekortmeni bir yüzücü olmamı zerre kadar ilgilendirmiyor, hem bildiğim kadarıyla kendisi öküzü sadece annesinin köyüne gittiği vakit saban arkasında ya da kurban bayramı öncesi mal pazarında, ayı yı da her yaz memlekete gelip bir iki ay kalan çingene sirkinde sarhoş bekir'in zinciri eşliğinde defle oynatılırken görmüştür. vakit olsa size daha çok şey anlatırdım kendisine dair ancak istanbul da yaşama kuralları gereği görüyorum ki beni kapkaççı veya sapık sanmanızdan irkilip yürüyüp gitmem gerekiyor yoluma. üstelik omuzu yiyende benim öncelikle, dalgın olmam size bana çarpma ve üstüne hakaret etme lüksünü bağışlamaz." desem. ancak burası istanbul ve herkes haklıdır kendi meşrebince. sırf bu yüzden bazen gözlüklerimi çıkartarak yürüyorum yollarda, kimsenin görüntüsü iki metreden evvel beni esir almasın diye. hele güneşliyse hava daha iyi, siluete dönüşür istanbul anında.
2

etkilenmek istiyorum. siyasi, estetik, dini, sosyal, kültürel, sanatsal, etnik, teknik, felsefi, etik, sembolik, fantastik, karizmatik herhangi bir önderim yok benim. uğruna ölümü göze alacağım idealimde yok. ülkem için ölürüm belki, hani amerika birleşik aletleri gibi emperyalist bir ülke şu an olduğu gibi mali, sosyal ve politik ablukaya almaktan vazgeçip ülkemi doğrudan doğruya istilaya girişirse gözümü kırpmam, dedelerimden bana miras "hür doğdum hür yaşarım" şarkısını çağırırım elimde mavzer conilere ateş açarken. ama niye gerek duysun ki, zaten yeterince söğüşlüyor memleketimi ve istemediği kadar kıç yalayıcısı mevcut her bir güruhtan. güce tapınma post modern dünyanın yeni dini. yavşak ve sırıtkan ama iş bilir ve atak, cevval, fırdöndü iş adamı ve her ne demekse iş kadını dolu etraf. artık çocukların isimleri ingilizce karakterler gözetilerek konuluyor, ilerde e-mail adresi alırsa başı ingilizce ile derde girmesin diye. erovizyon şarkı yarışmasına ingilizce söyleyen ucube sınıfıyla katılıyoruz ve avrupalılar birincilik vererek ödüllendiriyorlar bizleri. hindistan'ı, pakistan'ı, hatta cezayir'i bile anlarım dil satılmışlığında ancak ömrü hayatında her türlü meşakkate rağmen hürriyetinden vaz geçmediğiyle övünen bir halkın kaymak tabakasının batı dünyasının giyimine, yaşantısına, diline olan hayranlığı ve geri kalan sürünün onları her gördüğü yerde alkışlayarak onları onaylaması beni rahatsız ediyor. osmanlının son devirlerinden itibaren fransızca revaçtaydı ve başta galatasaray lisesi olmak üzere pek çok saygın lise yabancı dilde eğitim yaparak gençleri yetiştiriyordu. dili piç, ruhu piç, beyni piç binlerce genç adam salındı meydana ve geldiğimiz aşama "şarkının türkçe olmasında ısrar etmek, eski kafaların düşüncesi" diyen kenan doğulu ile güzellik yarışmaları daimi jüri üyesi hıncal uluç'tur. bin dokuz yüz elli sonrasında geçirdiğimiz sosyolojik evrim sonrası "küçük amerika" hayalleri kuran bir ülke olarak ingiltere'nin konuştuğu dile merak sardık. ne yazık ki bizi bu kã¢bustan uyandıracak bir mahatma'mız yok ve artık pek çok yerde köprüler yıkılmış durumda. "küçük rusya" olma hayalleri kuranları hiç saymıyorum bile. gündemimizi moda belirliyor artık ve kaçış yok asla. bir dönem de üniversite seçme sınavı revaçtaydı, hayatın ritmi duruyordu sınav yapılacağı zaman ve ne hikmetse tüm ülke geleceğini üniversite sınav sonucuna endekslemişti. yıllar yılı bu memleketin kalkınma sorununun eğitimden kaynaklanan yapısal sorunlar olduğuna dair demeçler dinledik. aklım başıma geldi geleli müfredat değişiyor bu ülkede ve ne hikmetse kapitalist ekonomik düzeni kıçına parmak atarak tersinden oluşturduk hep beraber. dedelerimizden enkaz devralmıştık kabul ama üzerinde özgürce uyuyabileceğimiz bir tutam gökyüzümüz vardı hiç değilse. ülkemizi askerler kurtardı ve ondan sonra da onlar yönetti. evrensel "asker politikaya karışmamalı" kuramı modern dünyayı elli yıl geriden takip eden üçüncü dünya ülkeleri için geçerli değildir sevgili dostlarım. tanzimat'tan bu yana devlet tarihimiz paşaların kalemleriyle yazılmıştır ve siyasetin baş aktörü olmayı elden bırakmamışlardır. solcu tayfasından bir cenah eski zamanlarda komün devrimini gerçekleştirmek üzere yüksek rütbeli askerleri manipüle etmeye kalktıydı da, emeklide olsa bir generali yanına çekmeyi başarmıştı. tepeden inme demokrasinin tepeden inme reform arayışları olması mümkündür, hak ve özgürlükler de tepeden inebilir, bu mantıkla tepeden inen tepe tarafından zaman zaman askıya da alınabilir. ortam yeşillendi haddinden fazla, diğer renklere ayıp olacak şimdi. kırmızıya ne dersin? he olur! eski sevgilim, gözümün itdirseği, hayınım, beş para etmezim, sırt dönülmezim, karanlığım, fikrimin kaynanadili, beynimin kanserli hücresi, seni unuttum ben. bana kaderimin bir oyunu mu bu? sinirli ve genç bir yazarımız bir karadeniz türküsünü hatırlatmış bir yazısında "o boklu şalvarın ben verdim parasını, seni alacak uşağın ..kerim anasını" diye. diyelim ki bundan on sene evveli olaydı bu türküyü çığırıp eserdim istanbul semalarında ve sana iki metreden fazla yaklaşacak her erkeğe yırtıcı bir kuş gibi saldırıp yanına yöresine çizik atardım. gençken insan deli dolu ve akıl dışı oluyor demek ki. üzerine birde yirmi yıllık eğitim sürecinin buruşturduğu beyin ile pısırıklaştırdığı bedeni ekle aha sana ankara kurtuluş parkında saat gece yarısını gösterirken ikiye ayrılmış bacak arasından bırakılmış ve daha yere düşmeden sıcaklığını kaybetmiş köpek boku değersizliğinde yavuz araf selim.

lise son sınıftayken bitirim dünyasının eşiklerinde dolaştım ben. "horoz sevenler derneği" adı altında bir kuruluş aklına getir, sokak itlerinin tekmelenerek kovulduğu bir orta anadolu şehrinde. sevilen horoz denizli veya normal ebat ve boyutlarda envai çeşit horoz değildir bir kere. en babasından hint cinsi dövüş horozu olması gerekmektedir. çirkin ve vahşidir, doğası gereği kavga etmeye meyillidir ve onları izleyenler bu dövüş üzerine bahse girerler. öncelikle horoz sahipleri bu bahis işine bulaşmışlardır, geri kalan herkes de bilgi ve görgüsüne güvenerek bahse para yatırır. mekã¢ncının komisyonu haricinde para el değiştirir, olan hayvanlara olur. kıyasıya girerler birbirlerine, dünya ağır sıklet boks maçı bu kavganın yanında çelik çomak türünden çocuk oyuncağı kalır. horoz olmak, zaten yapısı gereği kasıntı ve erkeksi iken bu tür horozlarda bir başka kişilik kazanmıştır kendiliğinden. kazanmak için her yolu denerler ve gaga, pençe, hırpalama, saldırı, savunma başlangıçtan bitime kadar türlü şekillerde yenilenir. öldüresiye darbelerle üstünlük bir o yana bir diğer tarafa geçer ve bir tanesi artık dövüşemeyecek duruma gelinceye ya da ölene kadar devam eder. seyirciler de bir tuhaftır, insanın aklına para kazanma hırsından öte bir şeyler var bu adamlarda dedirtir. sanki ölüm kalım savaşında kendileri sürülmüştür arenaya. hele horoz sahiplerinde heyecan doruk noktasındadır, öyle haykırışlarla horozlarını yüreklendirirler ki aslında kavga edenler horozlar değildir sanırsın. yılmaz vural'ın teknik direktörlüğünü aklına getir, elli misli el kol hareketi, mimik, haykırış, heyecan, tansiyon ve gerilim ekle sahne az da olsa canlı yayına dönüşür anında. mekã¢n dışarıya karşı yapısı gereği korunaklıdır ve eskiden savaşların süvarilerle yapıldığı dönemlerden kalma askeri bir ahırın kalıntılarından oluşmuştur. kocaman asma kilitli ahşap kapılarını bir yana bırakırsan, yüksek duvarlarla örülü ortasında bir meydanı olan genişçe bir hanı düşünün. meydanın tam ortasında bir çeşme, muhtemeldir ki eskiden etrafı atların su içtiği yalakla çerçevelidir, ancak geriye sadece taştan bir çıkıntı ve üst tarafa iliştirilmiş birbirine ters yöne bakan iki damlayan musluk kalmıştır. hayat bir devinimden ibarettir ve türkler, tarihi ve tarihlerinden kalan yapıları modernize etmekle iştigaldirler uzun bir süredir. restorasyon adlı kelime epistemolojik anlamını yitirip pratik ve ucuz montajı angaje etmiştir yerine ve türk, pratik üstadı olarak uzak ya da yakın tarihi eserlerini yeni kullanım amacına uygun dizayn edip onları bozup çirkinleştirmekle ünlüdür.

şimdilerde "türklüğü aşağılamak" adına açılan davalarla çalkalanıyor memleket, davalar beraatla sonuçlanıyor genelde ve akla hayale gelmez bir gündemle ülke halkı meşgul ediliyor gün aşırı. sevgili adalet bakanımız konuyla ilgili anayasa maddesi hakkında "301 kapı numarası değildir" gibi bir vecizeyle gündeme yeni bir pencere açtı ve fakat halen aydınlanmış değilim ben bu mevzuda. biraz kalın kafalı olduğumu itiraf etmeliyim öncelikle ve bir önceki paragrafın son bölümünde var olan yargılarımın kapı numarası olmayan anayasa maddesini ilgilendirip ilgilendirmediği hakkında derin endişelerim var. sallamıyorum desem daha doğru olacak, yazacağım şeylerin çerçevesini çizebilecek bir ana ya da baba yasa maddenizin olabileceği vehmine nereden kapıldınız sevgili büyüklerim? şimdi ben mi kahramanım mı böyle düşünüyor? kahramanım bir vatan haini veya eli kanlı bir devrimci ya da en aşağılığından azılı bir suçlu olsaydı ne yapacaktı bu fakir? "büyük birader" tabiri bir kurgu roman kahramanı olarak kalsın ve biri beni beynimin içerinde gözetlemesin ne olur?

not: 2006 yılında yazmışım ben bunları, idare ediverin gari...
3

akşam karanlığına kaldım yine ve kadıköy'den uzaklaşmam gerek parasız yaşam kuralı gereği. her köşe başında para harcamam için bir sebep yaratılmış sanki. geçenlerde orta yerde ki parkta bulunan tuvalete girme gafletinde bulundum da yeni türk lirasıyla bir lira verdim tamı tamına. sadece ben şikã¢yetçi değilmişim demek ki, içeriye girdiğim tuvaletin metal kapısına keçeli kalemle "bir milyona ağzına da sıçtırtıyor musun ulan?" diye yazmış benim gibi söğüşlendiğini düşünen bir arkadaş. elimde iki üç tane bukowski kitabı var. ne yazık ki modası geçti 'pis moruğun' ve korsanı basılmıyor artık. eski kitap satan dükkã¢nlar var rıhtımdan moda'ya çıkılan yol üzerinde. çaresiz üç beş lira eksiğine eski kitaplarını aldım otobüs duraklarının paralelinden yürüyüp minibüs durağına geldim sonra. yakacık dolmuşlarının önünde sıraya girdim hemen. demokratik bir toplum, herkes mahmur gözlerle boş dolmuşlara yerleşiyor ve koltukları dolan araba kalkıyor. sıra bana gelir gelmez en arka koltukta en dip köşeye yerleşiyorum. ne kadar az insan teması o kadar çok bukowski böyle zamanlarda. hemen yol paramı da yollayıp gömülüyorum kitabın içine. amerika, evsizler, ayyaşlar, düzüşler, kaybedenler, kadınlar, at yarışları, kasabalar, tren ve otobüs yolculukları, hastaneler, işler, şehirler, ibneler birbirine karışıyor yine ve ben istanbul'dan azat oluyorum bir kere daha. anında fark ediyor it oğlu it ve bir hareketlenme oluyor minibüsün içerisinde. önce büyük bir alışveriş merkezinin yan tarafından geçerken üç beş tane zibidi biniyor minibüse. neşeleri yerinde cıvıl cıvıl ve kaygısızlar. her konuşmalarında gülecek şeyler buluyorlar. erkeklerin saçları uzun, kulakları küpeli, kızların ise tam tersi neredeyse sıfır numara saç, erkeksi ve yeni yetme metalci giyim. bunlar bizim oraların değil kozyatağı ya da bostancı'nın çocukları. kıyafetler rahat, konuşmalar esprili ve coşkulu, gülücükler teklifsiz ve kendiliğinden. derken şoför mahallinde ufak bir arbede yaşanıyor ve şivesinden kürt ya da en azından doğulu olduğu anlaşılan on sekiz yaşlarında fütursuz bir erkek sesi bölüyor bizim zengin çocukların sesini. şoför ile yandaki koltuğun arasında motor kabini diyebileceğim yere oturmuş genç ile koltukta oturan yolcu tartışıyor önceleri. genç işi kabadayılığa vuruyor sonra, "konuşma lan!" la kurulan cümleler "bana istanbul çocuğu ayağı yapma" larla devam ediyor. diğeri ne kadar laf anlatırsa anlatsın, doğulu gencin "in lan aşağı, ne diyeceksen orada de" tehdidi sonrası kırılan onuru bir türlü yerine oturmuyor. mesele "biraz öte git beni sıkıştırıyorsun" gibi boktan bir mevzudan açılmış, gencin terslemesiyle farklı bir boyut kazanmış ardından. bukowski'yi kenara bırakıp kendi gerçeğimle yüz yüze geliyorum. erkek saçlı kızlar korkuyla, küpeli erkeklerinin koluna sarılmışlar sıkı sıkı ve şoför dã¢hil hiç kimse konuşmuyor. derken tahminlerimi doğrularcasına bostancıda iniyor tigi genç güruhu ve biraz sonra da bizim bıçkın delikanlı iniyor aşağı. gömlek düğmeleri üsten üç düğme açık ve göğüs kılı bile yok bu sert adamda. tek serveti gençliği ve istanbulda var olmanın anlamını çözmüş kıyısından köşesinden. kendini ezdirme, söz söylerken tekleme, gereken söz ve davranış kalıplarını cesurca yerine getir ve sonuna kadar git. ya bir gün dere kenarında leşini bulurlar ya da en babasından yeraltı dünyasına kaydın yapılır. kapı kapandıktan sonra geride kalan adam son hamlesini yapıp şoföre çıkışıyor "helal olsun kaptan, minibüsünde yolcuna hakaret edildi, sen tek laf bile etmedin" diye. minibüsçü ben her gün nelerle uğraşıyorum dercesine elini şöyle bir sallayıp üzerine bir de sigara yakıyor. tekrar kitaba gömülüyorum ben de ve minibüste kalan yolcunun yerinde olmadığıma şükürler ediyorum içimden.
4

sırtımızda bize ait olmayan ama üzerimize yapışıp kalan ve bir daha hiçbir yere gitmeyen mahur ve melankolik bir hüzün paltosuyla dolaşıyoruz biz türkler. gittiğimiz her yere ve tanıştığımız herkese sunuyoruz onu ve bu hüznün pazarlanma işi bizi epeyce meşgul ediyor. eski yıllarda kamyonlara asılan "ağlayan çocuk" kartpostalı gibi yerel ve yaygın. menşei türk değil ancak o denli içselleştirilmiş ki seksenli yıllar onunla anılıyor nostalji niyetine. istanbul'da dolaşıyorum ve omzumda bir adam oturuyormuş gibi yürüyorum yollarda. adam her nedense git gide ağırlaşıyor ve en sonunda akşamüstü evime dönmek için herhangi bir vesaitle genellikle de otobüs ya da minibüse bindiğimde omuzum çöküyor üzerime, uyukluyorum ya da anlamsızca yola bakıp gözlerime yapışan her türlü ışıktan sakınıyorum. para babaları dolu etraf sanki ve otobüsün dışındaki her araç beni fakirliğimle aşağılıyor. yağmur yağıyor ıslanıyorum, kar yağıyor üşüyorum, güneş çıkıyor kavruluyorum ve bu pastadan bana düşen payın neden bu kadar az olduğuna bir türlü akıl sır erdiremiyorum. sonra acıbadem sokaklarında geceleri çöp toplayan çingeneler, merter'de yol üzerinde müşteri kovalayan travestiler ve sur dibinde kağıt mendil satan çocuklar aklıma geliyor ve ben şükretmem gerektiğine karar veriyorum yeniden. oysa biliyorum ki sadece üç gece üst üste kadıköy'den evime taksiyle gelmeye kalksam kişisel bütçem o denli sarsılır ki tekrar eski düzenini alması dört aylık kemer sıkma politikası sonucu ancak mümkün olabilir.

off ulan off! yüreğim yağmur ormanları benziyor biliyor musun? hiçbir müdahale söndüremez bu yangını. sefilin tekiyim ben, aptal, aptal, aptal! geberene kadar içmek ve kaybolmak zamanı şimdi. ben arızalıyım, güne kara çalarım, tanıdığım herkese felaket taşırım, "lanetli yahudi" gibi gittiğim her yere bela taşırım, asla iflah olmam, asla durulmam, yararlarımı kaşır dururum. allah beni affetsin, ya da yok yok, affetmesin!

"lanetli yahudi" hıristiyan ã¢leminin bu taraflarda az bilinen mitlerinden bir tanesi. rahmetli cemil meriç beyefendiden öğrenildiği kadarıyla; hazreti isa sandaletlerini tamir ettirmek için bir ayakkabı tamircisine uğramış. kibirli ve ukala tamirci kılık kıyafetine bakarak gelenin bir hırpani olduğuna karar verip kendisini dükkã¢nından kovmuş. allah, peygamberine yapılan bu saygısızlığı affetmemiş ve ayakkabıcıyı cezalandırmış. kıyamete kadar gittiği her yere felaket taşıyacak ve o orayı terk edene kadar bela o şehirden uzaklaşmayacaktır bundan böyle. "serseri yahudi" dendiği de olur, gittiği her yerden kovulur ve iki bin yıldır felaket taşır oradan oraya. rivayete göre veba türü salgın hastalıklar, haçlı seferleri sırasında meydana gelen yıkım, yenilgi ve bozgunlar, dönemsel ekonomik buhranlar, kıtlık, bin yedi yüz seksen dokuz fransız ihtilali, amerikan iç savaşı gibi sosyal felaketlere neden olmuştur. rivayet edilmez ama, (zaten bunu ilk defa ben açıklıyorum); kendisi ara ara tatil yapsa da yirminci yüzyıla kadar yedi yüz sene kadar irlanda'yı kendisine mekan tutmuş ardından orta avrupa'ya sıçrayarak iki dünya savaşında bizzat onbaşı olarak görev almıştır. "dünya barış günü" ilan edildiği günden sonra önce birleşmiş milletler cemiyeti'nin kuruluş aşamalarında aktif görev almış ardından da yeni kurulan israil devleti ile birlikte ortadoğu'ya geçmiştir. osmanlı dağılalı beri huzur nedir bilmeyen bu topraklar artık kaderine boyun eğer gözükmektedir. demokrasi, batı medeniyeti tarafından toma hawk füzeleri eşliğinde getirilmektedir ve geldiği andan itibaren kan, ter ve gözyaşı eksik olmamaktadır bu topraklarda. israil, iran ve türkiye petrol yatağı ortadoğu'nun arap olmayan üç ülkesidir ve her biri farklı rejimlerle, farklı ideolojilere göre yönetilmektedir. israil, amerika'nın hem uşağı hem de efendisi olarak ikinci dünya savaşı'ndan sonra gıdım gıdım ilerleyerek kendine bir yurt edinmiştir ve şimdilerde tüm enerjisini bu devleti korumaya vakfetmiştir. bu amaç uğruna başta filistin halkı olmak üzere toplu ya da tek tek adam öldürmekten çekinmez. göt kadar ülke bir tutam nüfusuyla devasa arap ã¢lemine kafa tutar ve deyim yerindeyse onları parmağının ucunda oynatır. arap dünyasının ileri gelenlerinin yeni jet motorlu uçak modelleri ve avrupalı genç yaşta fahişeler gibi çok derin sorunları olduğundan kardeşkanı dökülmesi umurlarında değildir, en çok televizyonda seyredip, vah vah der geçerler. bu arada atı alan üsküdar'ı geçer amerika irak'ı işgal eder, afganistan tarihten silinir ve iran kuşatılır dört bir yanından. türkiye zaten kafadan, avrupa birliğinin ağzı açık ayran delisi olduğundan ümüğü sıkılmaz. ne ota ne boka yaranır, ermenileri katletmiştir geçmişte, bu yüzden önce diplomatları öldürülür, sonra ermeniler katledilmemiştir diyenlere para ve hapis cezası öngörülür frengistanda. ermeniler o zamanlarda çok masumlardır, komita ve milis kuvvet oluşturmak yerine marangozluk, terzilik ve kuyumculuk gibi işlerle uğraşmaktadırlar. osmanlı devleti durduk yere bu adamların yaşadıkları yerden sürülmesini devletin bekası açısından gerekli görüp "tehcir yasası" nı çıkartır. ne sikim iş kimse bilmez ve tarihçi ya da değil bu ülkede herkes hayır katledilmemiştir der durur, zaman zaman şöhret budalası birkaç hırt aydın çıkar batı gazetelerinde aksi görüş beyan eder o ayrı. göç sırasında terzi etyen makasını, kasap agop'un karısı eleni terliklerini bile alamadan yola koyulurlar. bu yolculuk sırasında ölenler olur belki ama sadece çanakkale savaş'ında ölen iki yüz elli bin türk askeri kimsenin umurunda değildir. bin yıldır bu topraklardayız ancak bin yıldır geldiğimiz yere sürülmek isteniriz. ermenistan ağrı dağının doğal sahibidir, kars, erzurum ve civarı onlara aittir, kürtler ankara'nın kenarından karadeniz bölgesine hat çizer, yunanistan'a göre batı ege, istanbul ve batısı onundur, suriye hatay'ı sınırları arasında gösterir, rusya'ya bakarsan boğazlar onun kontrolünde olmalıdır. ne bereketli memleketmiş arkadaş ver ver bitmiyor. kimse demez ki artık orta asya çin işgalindedir kardeşim orada bize ekmek yok, geldik küçük asya'ya artık geçim derdindeyiz. bırakın uzak tarihi iki yüz yıl evveli sınırlara dönsek dünya jandarması amerika yerine ulu manituâ’nun çocukları at koşturuyor olurdu yeni kıtada. bu arada iran ablukaya alınırken, biz hala küçük amerika hayalleri kurmaya devam ederiz. birkaç hafta önce hakkında idam kararı alınan saddam hüseyin diktatördü, cellã¢ttı, egoistti, şuydu, buydu amma iyi kötü ülkesini idare etmeyi biliyordu kardeşim. hiç değilse şii, sünni, arap, kürt ve türkmen gruplarını bir arada tutmayı başarabiliyordu. şimdi batı ithali demokrasiyle baş başalar ve herkes birbirinin gırtlağına sarılmış durumda. sıçayım sizin özgürlük ve demokrasinize. materyalist hıristiyan ahlakı nasıl bir insanlık türü yarattı, açın internet sayfasını ve gezinin şöyle bir göreceksiniz. seks, uyuşturucu, paraya tapınma ve kendi nefsini yüceltme zafiyeti. paris hilton yaratık değil batı toplumunun geldiği son merhaledir. ama daha kötüsü de mevcut; tam bağlantısızlar...

amerika da türeyen bir grup. allah, din, iman, vicdan, insanlık, onur, haysiyet, vatan, millet, ırk, toprak, bayrak, felsefe, sanat, bilim, aile, klan, soy, etnik köken, ahlak, töre, gelenek, karı koca, anne baba, çoluk çocuk, adalet ve hukuk sistemi gibi kavramlarla ilişiği olmayan, iki ayakla yürüyen pimi çekilmiş el bombaları olarak betimleniyorlar. duygudan yoksun denecek kadar insanlıktan uzak, bencillik kuleleri yüksek bir hayatın izini sürüyorlar. kendi çıkarları için yapamayacakları hiçbir şey yok ve içgüdüleriyle yaşıyorlar. modern insanın yan ürünü olarak sayıları şimdilik az ancak sanata özellikle de sinemaya yansımaları pek fazla zaman almamış. amerikan orijinli şiddet ve hapishane filmlerinin doğal figüranları olarak pek çoğunda rol alıyorlar. hayatta kalma biçimleri para elde etmek ve ölene kadar öldürmek biçiminde. gözü pekler ve kaybedecekleri hiç bir şeyleri yok, zaten hiçlik mefhumuyla var oluşlarını gerçekleştiriyorlar. epeyi otuzunu görmeden geberip gidiyor ve pek çoğu arkasında en azından birkaç silahlı soygun veya cinayet bırakıyor. hapishanelerde ki nüfusları hiç de az değil ve gün geçtikçe sayıları artıyor. batı toplumunun katı materyalist toplumsal düzeni, kendini bir türlü ifade edemeyen ve yolunu kaybetmiş hıristiyan inanç sisteminin kıskacında ucubeler olarak doğup ya elektrikli sandalyede kızararak ya da polisle çatışırken ölüp gidiyorlar. içlerinde amaçsızca adam öldürenler olduğu gibi sudan sebeplerle veya birkaç dolar için suç işleyenlerde mevcut. ã‚lemin derdi beni gerdi havalarına girmeden artık sadece amerika'da olmadıklarını ifade ederek açıklama getireyim. geçenlerde iki tane ciğeri beş para etmez serseri ramazan bayramını kana bulayarak türkiye'yi ayağa kaldıran eylemlere imza attılar. zevk için adam öldürdüklerini söyleyen bu iki cani "katil doğanlar" figürünün bir oliver stone imzalı hollywood filmi olmadığını ispat etmek istercesine arabaya atlayıp kimi zaman üç beş kuruş uğruna, kimi zamanda kafayı esrarla iyice cilaladıkları için haybeye yedi kişiyi katlettiler. sen şanslısın çünkü güzergã¢hta yer almıyordun sadece. amok koşucuları gibi öldürmek ve ölmek adına girişilen bu eylem hapishaneyle sonuçlandı ve hiçbir avukat onları savunmak istemiyor şimdi. delikanlılığın bile bir raconu vardı bu memlekette eskiden, artık tam bağlantısızlarımız var. batıâ’dan ilim ve fen ithal etmek için yola çıktık açık alınla, geldiğimiz aşama kapkaç ve levis 501 kot giyme sevdası. bilmem kaçıncı milli eğitim şurası toplanmış ancak bu toplumun yüzde ellisi milli eğitimden, yüzde yetmişi de şura kelimesinden bihaberdir kimsenin bunu tartıştığı yok. on dört yaşında kız öğrenciler birbirlerine lanlı, oğlumlu konuşuyor, önlerine başarılı yani sadece para kazanan ve lüks yaşam süren türünden deniz akkaya servis ediliyor. artık erkekler alaattin çakıcı ya da onun ekran yaratığı polat alemdar namzedi, kızlar tuğçe kazaz kırması. gel de hayra yor bu rüyayı ve geceleri rahat uyu bundan böyle. yazılı ve görsel basın topunuzun amına koyum, allah belanızı versin ve medya towerslarınızı başınıza geçirsin. kına yakın artık, katı ve sevimsiz cumhuriyetimiz, kıymeti kendinden meçhul dört başı mamur davar sürüsü bir gençlik ile meydanlarda kenan doğulu eşliğinde onuncu yıl marşı okuyabilir artık. kimin eli kimin kıçında sosyetik yaşam, herkesin eli herkesin kıçında toplu seks cinnetine dönüşmüştür. para kirli ise harcanma yolları da ondan nasibini alacaktır. estetik budalası yaşlı kadınlara tayt giydirip sahnenin tozunu aldırarak yürüyecek bu kervan. gazeteler ve televizyon her dem onların yaşamlarını gündeme taşıyacak ve üstüne üstlük şikã¢yette onlardan gelecek. domuzlar körfezinde çıkartma yaparken mangasını kaybetmiş kuş beyinli amerikan askerine dönüşen yığınlar sizi seyredecek ve okuyacak, ortam reklã¢m manyağı olacak, tüm apartmanlar ürün logolarıyla süslenecek, bu siktimin yazım programı da bana logo yerine ayırmaç kullanabilirsiniz diye uyarı verecek. ayırmaç ne oğlum, kim buldu bu kelimeyi, hem kelime bulmak ne haddine? tilcik, tümleç, yerleşke, aktöre, ırlamak, sevi, elinin körü, zıkkımın peki...
5

üç beş bira alıp eve giriyorum. karnım kazınıyor açlıktan ama bu meret tok karnına pekiyi gitmez ve etki etmez bilirim. sadece uyumak istiyorum, mümkünse günlerce sürmeli, hatta aylarca. sarhoşlukta bir nevi ayakta uyuklama hali. var oluşundan ve gerçekliğinden uzaklaşmak için bulunan en kolay, yasal ve hafif yöntem. hem üzerine konulan fahiş vergiler nedeniyle ülke ekonomisine olumlu katkı sağlamak gibi içerken pek akla gelmeyen hayırlı bir tarafı da mevcut. kimi zaman devletin idaresinde ki büyüklerimizin, "ulan önüne gelen vergi kaçırıyor bu memlekette, biraz daha stres husule getirelim de içki, sigara ve benzin tüketimini artırarak gelir düşüşünü telafi edelim" benzeri düşünüp tartıştıklarını varsayıyorum yuvarlak bir masa etrafında. eskiden olsa şampanya patlatır ya da en azından şarap içerlerdi masanın etrafında şimdi "soft müslüman" bir partinin kabine üyeleri olarak en fazla limonata içiyorlardır. bizim de hoşumuza gidiyor bu durum elbette. nasıl olsa ödediğimiz her vergi bize yol, su, elektrik olarak geri dönüyor, ancak her ne hikmetse bunların kullanımı da ücrete tabi. diyelim ki ben, normal bir işte çalışan bu memleketin en sıradan adamlardan biriyim ve ortalama bir türk'ün yaptığı her eylemi gerçekleştiriyorum. ufak tefek farklılıkları es geçersek geriye, sabah gazete alıp, belediye otobüsüyle yola koyulmuş, mesaisiyle birlikte asgari ücretin biraz üzerinde aylık maaş alan ve haline her hafta cuma günü öğlen arasında gittiği cuma namazında şükreden bir tıfıl oğlan kalır. henüz evlilik gibi masrafları boyunu aşan bir faaliyete girişecek gücü kendinde bulamamıştır ve sabahleyin aldığı gazeteye verdiği otuz beş kuruşun aylık olarak on lira elli kuruş tuttuğunu hesaplamaktadır. günde bir paket kısa lm sigarası içer ki otuz günlük maliyeti tamı tamına seksen yedi lira olup aylık gelirinin altıda biridir. haftada bir kere birahaneye gidip sadece bir çerez ve üç fıçı bira götürse elli altı lirayı gözden çıkaracaktır. işyerinin servisi varsa ne ala ya yoksa tek vesaitle gidip gelse en ufak mesafe bir liradan iki lira ki etti altmış lira. bu adamın kız arkadaşı yok mu, olmalı öyleyse hazır kartlı da olsa cep telefonu muhakkak vardır, idareli kullanıp iki haftada yüz kontör yüklese yirmi beş lira da iletişime harcar. velev ki adamımız askerliğini tamamlamış ve ailesiyle birlikte yaşıyordur ancak nereden baksan diş macunu, fırçası, tarağı, jileti, sabun köpüğü, saç jölesi, ayakkabı boyası derken bir yirmi lirada da oraya bağlanır. ayakkabı, pantolon, gömlek, iç çamaşırı, çorap dersen asgari ayda yirmi beş lira da kılık kıyafete koyarsak, geriye sadece kız arkadaşıyla kafe, lokanta, park bahçe gezmeleri kalır ki oda rahat bir elli liraya mal olur. asgariye vursan temiz üç yüz lira yani bir aylık zorunlu ihtiyaçları için on sekiz günlük çalışması gerekmektedir. adamımız bu dengeyi her ay korumak ve açık vermemek zorundadır. ayda iki kitap alsa, korsanı dört lira olan kitaba on beş lira bayılacaktır, bir kere sinemaya gitse dokuz lira. o da sinema yerine vcd seyreder, korsan kitap alır, tiyatroya gitmez, kaset almaz mp3 yükletir, windows'un lisanslı programı yerine track program kullanır ve geçinir gider. allahtan sosyo-kültürel aile yapımız böyle bir yaşantıyı cevaz kılar. tek başına ya da evlilik hayatı kira, elektrik, su, telefon, ısınma ve beslenme sorunlarını beraberinde getireceğinden türkler de anne baba hayatın her döneminde çocuklarına katkıda bulunmak üzere kodlanmıştır. emekli olunması, çocuklara yardım edilmeyeceği anlamına gelmez ve birazda bu nedenle büyük çocuklar gibi yaşam sürmeye devam ederiz. erkeklerimiz futbol maçlarında kadınlarımız her gün farklı kanalda yayınlanan dizilerde kendini arar. kelli felli adamların cırtlak renkli takım formalarıyla kol kola girip küfürlü bağrışmaları ne denli garipse, kadınların yapısı gereği kurmaca bir dünyanın kahramanlarını, ilişkilerini ve konuşmalarını muhabbetlerine dahil etmeleri o denli sakat bir durumdur. elbette kimseden her akşam felsefi sohbetler yapmasını veya hıncal uluç gibi her akşam o bar benim bu konser senin ultra modern bir yaşantı sürmesini beklemiyoruz ancak her ne kadar da ekmek kavgasının pençesinde kıvranırsa kıvransın diline, yaşantısına, giyimine, evine, kişiliğine, ruhuna kalite en azından bir farklılık ya da farkındalık katabilmeli insan. vıcık vıcık kahvehane muhabbetinde "ver coşkuyu, ver coşkuyu!" sürgit yaşama tarzı beni boğuyor dostlarım. parasızlıktan şikã¢yet edip duran, asgari ödemesi yapılmamış kredi kartının aylık faizinin hesabına saatlerini harcayan, bulabildiği en küçük fırsatta istanbul gecelerinde rus asıllı fahişe peşine koşup "kopan!", üç beş yıllık ömrü hayatında hiçbir yaralı parmağa işemeden geçip giden lavuklar cehenneminde benim payıma da onları seyretmek düştü ya ondan feryadım. ben bu cehennemin ne şeytanıyım ne de kurbanı. sonsuz bir sallantıda hali benimkisi. aşk da boyumuzun ölçüsünü aldık elhamdülillah, meşk zaten kafadan yok, istanbul sağır ve dilsiz, çocuklar çığırtkan, yetişkinler değersizlik kıskacında ve ben ne istemediğimi biliyorum ancak ne istiyorum onun farkında değilim. avrupa birliği'ne girmeli mi girmemeli mi onun ayrımında bile değilim. .ikeyim avrupa'sını deyip geçiyorum en çok ama bu ulu liderin muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak edebiyatına aykırı bir söylem olmaktan öteye geçmiyor. ulu önder ile ilgili fikirlerim popülist genel bakış açısından farklı söylemlere gebe. nihayet bir tane adam gibi adam çıktı ve â“kral çıplak!â” dedi memlekette ve yök, en baba açılımıyla beraber yüksek öğretim kurumu duruma el koyup bu mümtaz ve liberal profesörümüzü aforoz eyledi. resmi söyleme uygun beyanatlarda bulunmayan hocamız benim yıllardır düşündüğüm ancak dillendiremediğim çıkışlarıyla üniversitede ki kürsüsünden oldu ama en azından benim beynimin fikri üstadı olmayı başardı. ulu önder mustafa kemal atatürk bin dokuz yüz otuz sekiz yılında vefat etmiş bir faniden ibarettir ve türk halkının şu an itibariyle kendisine herhangi bir bağımlılığı kalmamıştır. allah razı olsun vatanı kurtarmış bize cumhuriyeti hediye etmiştir ancak söylediği şeyler ve ilkeleri; taklit ve yirmi birinci yüzyılda geçerliliğini yitirmiş demode beyanlardan ibarettir. bir kurmay yüzbaşı bulunduğu konum itibariyle ve geçirdiği tek yönlü eğitim sayesinde kendisini baş tacı edebilir, bir bürokrat varlığının temeli statüko vasıtasıyla başucuna ulu önderin fotoğrafını yapıştırabilir ama nekrofili sadece psikoloji ilminde hastalık olarak betimlenir öncelikle bunu ifade edeyim. üniversitelerde ki en ciğeri beş para etmez güruh atatürkçü geçinen tiplerdir. seksen sonrası resmi söylemin gönüllü uşakları olarak, pastadan, başları ağrımadan ve kısa yoldan çöplenmek adına bu yola başvurmuşlardır. aşırısından en hafifine sağ ve sol cenahı anlarım, ama dyp, anap, chp gibi partilerin gençlik kollarının üniversite şubeleri, birbirlerinin üstlerine basarak yükselmeye çalışan yavşaklar sürüsünden ibarettir. illa muhalif olmak da gerekmez, insan pek ala herhangi bir siyasi parti grubuna katılmadan da hayatını sürdürebilir, saygıya şayan bir yaşam türüdür, ancak gençlik denilen delikanlı adamların meslek, para ve şöhret uğruna düzen partilerine hizmet etmeleri ve böylesi karşılıklı birbirlerinden faydalanma halleri benim içimi buruyor. yirmi beş yaşının altında olup da doksanlı yıllarda turgut özal'a, tansu çiller'e, mesut yılmaz'a, şimdilerde genç parti başkanı cem uzan'a oy veren zırtapoz takımı kırkına geldiğinde hangi siyasi ziyafete çeşni olacaktır varın hesap edin artık. mevzunun ara yollarından kurbağaları ürkütmeden ana yola saparsak; "atatürk öldü", pek çok şeye imza attı ve gerçekten büyük bir adamdı, yalnız o kadar. "nutuk" sıkıcı bir yazılar derlemesidir, "onuncu yıl marşı" dinlenilmekten gına gelmiştir ve bu memlekette ne kadar omurgasız ve korkak adam varsa bu marşı her fırsatta hararetle ve yüksek sesle söylemekten çekinmemiştir. iki bira içtim ve kafam yeterince iyi ve iddia ediyorum ki bu saatten sonra ben atatürkçü değilim arkadaş, bu yüzden türk ve müslüman kimliğinden uzaklaştırılacaksam çok da tın! beni bu iki varlığımdan uzaklaştıracak otorite henüz var olmadı. yasalarınız, hapishaneleriniz, işkenceleriniz beni ilgilendirmiyor. en çok kitaplarımı basmazsınız, aydın doğanlarınız ve karanlık batanlarınız da çok .ikimde, en iyinizin .mına koyum. varoluş dik duruştur gerisi nil ibrahimgil'in şarkıları kadar ütopik ve saçma sapandır. rahatsız ancak keyfi yerinde, kırılgan ama tuzu kuru, sıkılgan fakat para kaygısından ırak, çılgın olduğunu varsayan lakin sığ!

çok önemli not; evet dostlarım bu yazıların yazıldığı devirler türkiye'de kemalist baskının yoğun hissedildiği yirmi sekiz şubat süreci döneminin hemen sonraları. o sıralar ben şimdiki olduğu gibi yine muhaliftim ama siyasi aktörler farklıydı. yazı ne kadar da çabuk eskiyor. hayatım boyunca iktidar partilerinin hiçbir tanesine oy vermedim, o yerden vicdanım rahat, fakat o sıralar askeri vesayeti çok yoğun hissediyordum ve bu hissiyatla bunları yazdım. şimdilerde çok daha farklı düşünüyorum, kendimi gerçekten atatürkçü hissediyorum ve bu kırk beş yaşından sonra olduğu için de gocunmuyorum. bu yazıyı paylaşmamayı ya da kırpıp göndermek üzerine düşündüm biraz ancak en sonunda ne yazdıysam o, bu benim geçmişim ve düşüncelerim dedim kendi kendime. gerçeklikten kaçamayız, kimseye de kendimi beğendirmek zorunda değilim, neysek o. lütfen bu gereksiz çok önemli not nedeniyle kusura bakmayın, ya da bakın işte...
6

otuz yaşına geldim ve hala alkolle kendimi avutup yorgana sarılarak uyuyorum. herhangi bir devlet dairesinde her ne kademeden olursa olsun bir işe girme umudum okulun ertesinde girdiğim sınavlar neticesinde suya düştü. ticaret yapmak adına ne deneyime ne de yeterli sermayeye sahiptim. onurlu ve legal yoldan yok olmak adına askere gönüllü komando yazıldım ancak allah çekilecek çilen var daha diyerek güneydoğu'dan beni sağ salim evime gönderdi. elime geçen üç beş kuruşu da elektronik eşyaya harcadım, sudan çıkmış balık misali döndüm babamın köyüne. önceleri her şey yolunda gitti. yine iş sınavları cenderesinde ankara'ya ve istanbul'a gelip gittim. bir baltaya sap olamamış hımbıl veletler cennetinde dostlarımla pişpirik oynayıp onların evlenmelerine, çocuk sahibi olmalarına, erkek çocuklarını sünnet ettirmelerine tanık olarak gezinip durdum etrafta.

babam onurlu adam, ne laf konduruyor ne de kendisi çekip beni, bir laf söylüyor o zamanlar. ancak yemek yerken kaşığı tutuşu bile beni aşağılıyor sanki. akşam oluyor eve geç geliyorum, odama çekiliyorum, yatağımın başucunda açılmamış paketiyle sigara duruyor, herkes yatmış. açıktan kimse bana para uzatmıyor ama sabah kalkıyorum yastığın kenarında on lira. bu beni derinden sarsıyor fakat elden gelen hiçbir şey yok. parayı alıp kahvehaneye gidiyorum, gazetelerin iş ilanı eklerine bakıp yüzlerce yere başvuru yapıyorum ve cep telefonumun çalıp beni o mutlu haberle buluşturmasını umut ediyorum. ara sıra çağırıyorlar beni ve her gittiğimde sınava tabi tutularak geri dönüyorum memlekete. ekstradan yüz eli, iki yüz liraya patlıyor bu bana. finansörüm her seferinde umutlanıyor ve "hayırlısı" diyerek avutuyor kendini. ezilerek küçülüyorum git gide ve kafka'nın böceğe dönüşen insanlarıyla dostoyevski'nin yeraltında yaşayanlarına dönüşüyorum zamanla.

birde asrın oyuncağı bilgisayar alıp, yalnızlık iksiri internet bağlatıyorum odama. artık içerde daha çok vakit geçiriyor, gece geç yatıp öğlen ikilerde güne başlıyorum. yanıma kimse yanaşamıyor, televizyon ve internetle besleniyorum. ilme hizmet etmesi gerektiği düşünülen tüm çağların en büyük buluşu internet ve onların sayesinde bulaştığım bilgisayar oyunları epey vaktimi alıyor önceleri. her seferinde kendi gerçeğimden uzaklaştırıp kendi kurduğu yapay ortamda ben yorulup sızana kadar beni oyalıyor. derken arama motoru diye tabir olunan internet sitesine bir gece 'seks' yazmak gafletinde bulunuyorum ki al sana sefahatten beyni sulanmış dört başı mamur babil kulesi. milyarlarca site, her birinde yüzlerce resim, video, animasyon film, pornografik yazı. yok yok anasını satayım. istedikleri tek şey kredi kartının numarası vererek üye olup para yatırmak veya çok popüler bir site olup, kenarına köşesine aldıkları şirket reklamı gelirlerini artırmak. bu uğurda yapılmadık rezalet, atılmadık takla, başvurulmadık yöntem kalmamış. her biri bir başka siteye link atıyor ve tüm gece dolaşarak hiçbir yere varamıyorsun. milyarlarca çıplak kadın resmi, her türden pornografik görüntü ve hepsi benim odamda ekranın içerisinde, gel de uyu anasını satayım. zaten hayatım kaymış, dibe düşerken kimseye zarar vermeden onu çirkinleştirmekte beis yok.

chat siteleri de ayrı bir alem, dünyanın her yerinden birileriyle yazışmak mümkün. bir tanesini asla unutamam. sanırım mirc adıyla meşhur, o zamanlar oldukça yaygın kullanılan sohbet programındaydı. ingilizce biliyoruz ayağına yabancı kanallara takılıyorum, derken 'cyber' namıyla bir sohbet odasına denk geliyorum. sağa sola 'hi' yazıp atıyorsun karşında ki 'asl?' yazıyor. bu age, seks, lokasyon nedir anlamında bir soru. yaşını, cinsiyetini ve bulunduğun yeri yazarak kabul görmesini bekliyorsun, cevap gelirse sohbet biri ayrılana kadar devam ediyor. kanada'dan bir kadınla yazışmaya başlıyoruz, benden yaşça büyük ve yazılım mühendisiymiş, takma adı carina. ama her şeyin yalan olma ihtimali mevcut, ben belki de orta avrupa'da kel saçlı, bira göbekli cinsiyet kavramı karışık erkek bir maden işçisiyle konuşuyorum ancak böylesi bir yalanı sadece onun yazdıklarından anlamam gerekiyor. bir kanadalı ile türk bizim saat dilimine göre gecenin saat üçünde ne konuşursa onu konuşuyoruz ve bir ara carina sohbeti 'sana bir şey sormak istiyorum?' diye bölüyor. sor diyorum ve bana 'şu anda sağ elimin parmakları nerede? tahmin edebilir misin?' diyor. hay bin kunduz! 'nerede?' diye soruyorum hafiften kıllanarak. 'bacaklarımın arasında' diyerek çığlık atıyor ardından. bir yazı insanı ne kadar etkileyebilir? o sırada klavyenin başında bir kadının olduğunu ve tuşa dokunurken şehvetli kelimelerle seni azdırmak istediğini düşünürsen etkiliyor birader. 'peki, neler yapıyorsun onlarla?' diye sorunca kıyamet kopuyor tabii. mirc basit bir chat programı ve 'cyber' kanallar bu işe hizmet ediyorlar, bunu öğreniyorsun ilk. ardından sistem gün geçtikçe kendini yeniliyor ve her ne hikmetse, 'eğer bir olgu iyi ya da kötü sonuçlar doğurmak üzere kurgulanmışsa, yirmi birinci yüzyıl itibariyle netice mutlak suretle kötüye eğrilme biçiminde gerçekleşecektir' alev alatlı orijinli beynelmilel prensip gereği işleyişine devam ediyor. görüntülü ve sesli iletişim kurmak mümkün oluyor sonraları ve diyelim ki finlandiyalı bir çift yatak odalarını canlı yayınla tüm dünyaya açıyorlar. bu da bir müddet oyalıyor insanı ve sonunda akla, fenne ve insanlığa hizmet etme yüce amacıyla var olan internet, bu erek hariç her yolda kullanılıyor ve modern insan kendi gerçeğinden kaçışı artık bu yolla gerçekleştiriyor. esrar üretiminden ev yapımı bombaya milyonlarca var oluşu gereği insan doğasına zararlı eğilim bir tuş basımı kadar uzakken, neşet ertaş'ın mükemmel türkü sözlerine ulaşmak ta aynı pencerenin arkasında. sorun sadece nasıl kullanılacağına karar vermekte yatıyor. kafan karışıksa biraz karıştırıyorsun o kadar!

abilerim ablalarım aşk, dostluk ve muhabbet dileniyoruz klavyenin tuşlarından. herkes gibi kusurlu ve herkes kadar çaresiziz. tuz çölüne paraşütle atlamış bir solucandan farkımız yok. sağcıyız ama ahmet kaya dinliyoruz, kolumuz kanadımız kırık, hayallerimiz sakat, rüyalarımız sakıncalı. üzerimize üzerimize geliyor değersizlik sendromu ve bunun tek sorumlusu biziz. arkamız yok, sırtımız açık, karnımız aç ve kaybedecek zincirlerimiz bile yok. sevdiğimiz kızlar parasız, işsiz güçsüz ve aylak diye bizlerle evlenmiyor ve babalarından biraz daha az kel fizik öğretmenleriyle baş göz oluyor. parasız adam gereksiz adam, itten köpekten tekme yiyoruz gün boyu. iş başvurularının sözlü seçmelerinde ayrıksı ve işe yaramaz olduğumuza karar veriyor insan kaynakları uzmanı kadınlar kısmı. 'göründüğüm kadar doğulu, aptal ve kaba değilim ben' diye haykırasımız geliyor göğsümüzü yırta yırta. oysa sesimizin perdesi düşüyor git gide ve çığlıklarımızı içimizin karanlığına gömerek yaşamaya devam ediyoruz sonra. hayatımız diğerlerine öykünmekten başka bir şey değil ve kendimizden intikam alıyoruz sık sık. içerimizde hayatını iyi kötü bir işle düzene koyup ardından evlenip çoluk çocuğa karışanlar da çıkmıyor değil ama onlarda geçim derdi mutsuzluk kervanında umutsuzluk geleceğine yelken açıyorlar. oğuz atay abimiz yıllar evvelinden durumu özetledi ve ezcümle yenildik biz. artık yardım istemiyoruz, ihsan istemiyoruz, kurtarılmak istemiyoruz. bizden geçti artık, şımarık, arsız ve dik başlıyız. kahvehane köşelerinin en saygın yerleri bize ait, laf olsun torba dolsun yaşantımız, çelik çomak sonrası, okey, elli bir, çanak masalarında her konuda ahkã¢m keserek, atıp tutarak, karadeniz'de peynir gemisi yüzdürerek geçiyor ve artık fark etmiyor bizim için, bir eksik ya da bir fazla, iyi ya da kötü hepsi aynı.

babam baktı mevcudiyetinin yegã¢ne devamı gözünün önünde telef oluyor, okul döneminde barındığım evinden kiracıyı çıkartıp beni istanbul'a yolladı. zaten doğru dürüst kira aldığı da yoktu epeydir. üç beş eşyayla geldik yedi tepeliye ve miladımız oldu o gün. istanbul'da öyle bir umut var geri kalan yerlerde zılgıtı yiyenler için. burada her ne hal üzerinde olursan ol haline şükredecek insan manzarasıyla karşılaşma olasılığın vardır bu bir. ikincisi, meret insana her şeye yeniden başlayabileceği hissini yaşatır gün aşırı. mahalle okul yıllarından aşina zaten, sadece belediye artık buralarda birilerinin yaşadığına kanaat getirip elinden geldiği kadarıyla, daha doğrusu her nasılsa işgal edilmeyip yol olarak kullanılmaya karar verilen açıklık alanlara asfalt döşeyip kenarlarına kaldırım döşetmiş. ormanlarıyla meşhurmuş buralar yıllar önce, şimdilerde erdal acar ve babası istanbul gece ã¢leminden boşta kalan zamanlarını buraya villa dikmekle geçiriyor. sabah kalkıyorsun karşı dağda bir hareketlenme baş göstermiş. iş makineleri, kule vinçler, hazır beton kamyonları vızır vızır işliyor. bitime yakın yol bağlanıyor bilmem ne konakları ya da zıpçıktıkent adı verilen konutlara. beş yüz metre berisinde koyun bile otlatamıyorsunuz, güvenlik elamanları, kameralar, alman kurt köpekleriyle korunuyor ve eşek yüküyle aidat ödüyorlar mülk sahipleri lüks konutlarına. daha düne kadar çayır çimen, çam kozalağı, yabani armut, meşe palamutu canım orman milyon dolarlık ultra modern sığınaklara dönüşünce ona manzara teşkil eden karşı kıyının sakinlerinden, bizim şark kurnazı kızı kenar mahalle dilberleri artık adres tarif ederken, mesala hıyarkent'in karşısında oturuyoruz diye lafa başlıyorlar, kat ve dükkã¢n maliki zevat kiraya fahiş zam yapıp, ev fiyatları iki üç kat değerleniyor ve istanbul'un egzoz gazı mağduru ciğerleri tüberküloza yakalanmış, bronşlarında benek benek lekeler var kimsenin umurunda değil. küresel ısınıp kitlesel zehirleniyoruz anasını satayım ve erdal acar her daim iş başında. karısı dahil tüm türkiye artık saymaktan vazgeçti kaç mankeni götürdüğünü. çükü altınla mı kaplı, doğarken şerbetlenmiş midir, nedir bu işin sırrı? bir fahişe ile iş tutmadan evvel bize on lira indirim yaptı diye .ötümüz tavana vurup erkeklik damarımız kabarırken, herifçioğlu her akşam manken adı altında farklı orospuyu cipine atıyor ve biz bunu sadece "adam da para eşek yüküyle aslanım" diye açıklayabiliyoruz. bir derdim de bu benim, gereksiz pek çok şey içime içime akıyor ve gömülüyorum bunlarla kendi mezarıma. neyse işte 'amman amman vehbim öyle de böyle de olur mu? ah ben ölürsem dünya da sana kalır mı?' türküsünü çağırma vakti şimdi, sokmuşum istanbul gece alemine.
7

üçüncü biranın belini kırmışım ki kapım çalınıyor. vıcık vıcık mekanik kuş sesinden ibaret kapı zilimin sesine gıcık olduğumdan beri çekip kopardım kablolarını, artık sadece kapı tıkırtısıyla irkiliyorum dışarı kalan dünyayla. birayla tütsülenmiş kafam kendine geliyor anında. kim lan bu gecenin kör vakti? cevap yok, sadece iki tık tık parmakla ahşap kapıya vurma sesi. şimdi kapıyı açsam ve bir kadın karşılasa beni, "merhaba" dese sadece ve o kadın aslı olsa ve ben ne diyeceğimi bilmeden öylece bakıp kalsam gül yüzüne, sonra o'nu içeri buyur etsem, çay demlesem, derdini dinlesem, içimi döksem, yüreğimi açsam, gel vazgeç şu hayatın para pul işlerinden desem, başkalarının ne dediğinin ve düşündüğünün pek de önemi yok desem, ben aslında iyi biriyim, hayatımda kendimden başka kimseye kötülük etmedim mesala desem, kurgusuz ve kuralsızım desem, seninle hep yolculuk sonrası yorgun argın yada kafam bir dünyayken konuşmak zorunda kaldım şimdiye kadar desem, ben aslında göründüğüm kadar hıyar bir adam da değilim desem, yazdıklarımdan daha iyi bir hayatım var ama yazılarımda anlattığım kadar iyi bir adam değilim desem, has .iktir oradan! gerçek sadece bir kapı açımı kadar uzak ve gelen sadece bizim salih. aslı'dan bin kat yeğ, aslı'ya beş çeker pek çok konuda. kadınlar anlamıyorlar erkek arkadaşlarla geçirilen vaktin değerini. gerçek bir erkek dost, asla arkadaşını satmaz, her ne vakit gerekiyorsa o zaman yanındadır, dır dır edip kafa ütülemez, dinlemesi gerekiyorsa dinler, para lazımsa verir, ikaz eder, yol gösterir, anlayışla karşılar, yargılamaz, dayatmaz, kapris yapmaz ve iyi içer. şimdi böyle söyleyince bir tuhaf durdu. sanki kadınlar tüm bunların tersini yapıyormuş gibi oldu, öyle değil. kadın düşmanı olarak anılmak istemem, bazen kantarın topuzunu kaçırıp gereğinden fazla genelleme yapıyorum farkındayım. ama konu bu da değildi dur. evet aslı öldü, bunu her haliyle biliyorum ancak beyin kıvrımlarımın arka sokaklarında hayaleti geziniyor ya onunla derdim var. kadın erkeği seçer ve sonra ağlarını gerip erkeğin onu fark etmesini sağlar. ardından uzun soluklu bir koşu sonrası onun elini tutup onaylar, bu sadece girizgã¢htır. sonsuza kadar böyle süreceğini sanan erkeğin vay haline. ancak olayı sadece kadınlar açısından ele almamak gerekir, ilişkiler artık leblebi tozu niyetine kurulur oldu. vakit çok dar ve skor önemli. lanet olsun, bu çağa tanık olmaktan midem bulanıyor. trabzonlu bir çocuğun yarım aklıyla eline silahı alıp gazeteci hrant dink'i öldürmesini, ardından onu yakalamakla mükellef polislerin kendisiyle hatıra fotoğrafı çektirmelerini, hülya avşar'ın anıra anıra ağlamasını, mustafa altıoklar'ın film çekmesini, fatih ürek'in şarkı söylemesini, şebnem şeffaer adlı mankenin bekã¢ret raporunu, hıncal uluç'un kahkahalarını, yeşim salkım'ın kocalarını, benim zavallı aklım almıyor sayın seyirciler. üstüne krema niyetine marilyn manson verelim abi aç karına iyi gelir. allahtan yanımda salih var. yaşamam için gerçek insanlara ihtiyacım var çünkü. gözyaşları ve dertleri sahte olmayan cinsinden, severken ve nefret ederken harbi davranan adamlar türünden, henüz istanbul'un bozamadığı tiplerden. yanmayan dönmeyen, başı kıçı oynamayan, kelimeleri ağızdan çıkarken dilini kıvırmayan, kimseye yaranma derdi olmayan. biz, orhan pamuk'un istanbul'una sonradan gelmiş ve her daim ona yabancı kalacak çoğunluğuz. istanbul'u sevmiyoruz ve kendisini sivas'a ya da kars'a benzetmeye niyetliyiz. sanki tapulu malları .mına kodumun yeri. istanbul, çorum ya da siirt olmaya özensin. hiç değilse özgür ve insani davranışlar kalıbı ne demek öğrenirdi. yok yok hiç uğraşamam tatlı su liberalisti ızdırapların gölgesiyle. ah ah eskiden beyoğlu'na kravat takılmadan çıkılmazdı komikliğine sırtımız dönük, piyer loti ve mc donald's a kulağımız kapalı, okuduğumuz kadarıyla dillendiriyoruz isimlerini ve ağzımız paslı bize sırıtarak bakan ruhu piç, kılığı piç, dili piç, aksanı piç tayfasına.

dostum hiç olmadığı kadar dertli derin bir mevzuda. yavuklusu seher'in eski erkek arkadaşının mahallede boy göstermesiyle birlikte ilişkisinde sorunlar yaşıyor ve bunu dillendiremiyor, kimseyle paylaşamıyor, her gece alkolle ateşler yakıyor yüreğinde etrafında vahşi kurtların dans ettiği ve tüm bunların ötesinde seher'i köpekler gibi seviyor. az önce müslüm gürses'ten "isyanlardayım" parçasını dinledik birlikte. baba medya maymunu olup lüks konser salonlarında sosyeteye açılmadan evvel bizlere kaset yapardı ve gülhane konserlerinde jilet atarak kutsardık sesini. para satın aldı her şey gibi onuda ve biz eski kasetlerini dinleyerek avunuyoruz şimdi. olsun varsın her yoklukta kendimizi bulalım, varsın akıntıya karşı yüzelim, hayatın çekilmez ve aptalca olduğuna dair kanaatimiz kanatlansın semada ve hiçbir şeye ilgi duymadığımız suçlamasıyla baş başa kalalım. elbette ilgi duymuyoruz, düşünsenize okan bayülgen laboratuar ortamında nane kurusu ve çamaşır suyuyla yeşertilirken ben ergenliğe henüz adım atıyordum ve deniz akkaya yamru yumru olduğunu varsaydığı suratını düzelttirmeyi kafasına koyduğunda estetik cerrahi ile halvet olup daha icat edilmemişti. fındıkoğlu soyadıyla meşhur paragöz doktorlar dönme ameliyatlarında boy gösteriyordu sadece ve insanın hele hele doktor unvanıyla şereflenecek kadar sabretmiş ve akıllı olduğu o zamanlardaki adıyla öss sınavıyla tescillenmiş birinin para için akla gelebilecek her yöntemi insanlık onurunu ayaklar altına alacak şekilde deneyecek kadar özal dönemi kapitalist sistemi içine sindirebileceği, sindirmeyi bırak kalıcı bir hasar olarak ardıllarına bırakacağı fikri aklımıza gelmemişti hiç. masum bir dünyaya inanıyorduk, kötü olan ve başımıza gelen felaketlerin sorumlusu bizlerdik öncelikle. yanlış ama kendiliğinden var olan bir kabullenme neticesinde hıristiyanlar gibi doğuştan günahkã¢r olduğumuza inancımız tamdı. bizleri koruma kollama ve çekip çevirip yönetme arzusuyla yanıp tutuşan başbakanlarımız hem akıllı hem namuslu idi. bizi doğru yola getirmekten ve memleketi müreffeh ülkeler seviyesine çıkartmaktan başka dertleri yoktu. ülke o kadar kötü durumdaydı ki her gelen vaatleri ve büyük kelimeleri ile başımızın tacıydı. biri süper güç usa diğeri bizim gariban memleketimiz olmak üzere çifte vatandaş olmalarından bile medet umduk, oğullarını askeriye gönderirken bile onları korumalarına arka çıktık, sonra oğulları torpilli askerlik yaparken dahi sıkılıp hava değişimi izniyle özbek soyadlı mankenle istanbul gecelerinin tozunu alırken bacımız, anamız, her şeyimiz, aksanlı türkçemiz, yerli demir leydi, sarışın, huysuz ve güzel kadın tansu çiller hanım, şehit cenazelerinde başörtüsünü omzuna atıp nemli gözlerle bayrağa sarılı cenazelere bakarken kendisini televizyonda seyredince içimiz buruldu, ciğerimiz dağlandı, burnumuzun direği sızladı. ama dur! mevzu bu da değildi, topunun dibine kibrit suyu. karşımda oturup sessiz sedasız rakı içen adama ne zaman baksam içim acıyor şimdi ve ona uzanamamanın, elinden tutup düze çıkartamamamın, omzuna yaslanıp ağlayamamanın derdindeyim ben.

bana hiç açılmadı salih. kimseye söylediğini de sanmıyorum ama ancak parçaları yan yana getirdiğimde böyle bir çıkarıma vardım ve sessizlik büyüdükçe aramızda şüphelerimin doğru olduğuna inancım pekişiyor. ilk özlem tekin adlı her şeyi tuhaf bir kızın şarkısına verdiği aşırı tepki ile kıllandırmıştı beni birkaç hafta evvel, ortalık orospu dolu, bunlarda onların şarkısını yapıyor gibi bir son sözle tamamladığı kahve arası muhabbeti hala aklımda. yeterince şerbetli küfürler kullanırız biz kendi aramızda. birbirimize yöneltmeyiz ama, onu dolmuş şoförleri ve liseli bacaksız kızlara bıraktık. salih, seher ile fırtınalı bir aşk yaşıyor iki yıldan beri ve yakın zamanda bir ileri adımı atıp nişanlanacakları haberi dolanıyor eş dost arasında. birkaç kez benim evi mesken tutmuşlukları da vardır. kibar bir ev sahibi olarak onları yalnız bırakıp kadıköy'e sürtmeye gitmişliğim de mevcuttur. gece eve geç döndüğümde tüm çamaşırlarım yıkanmış ve iki haftadır mutfağın bir köşesinde dinlenmeye bırakılmış bulaşıklarımın temizlenmiş olduğunu görmek de bir nevi müstakbel yengemizden teşekkür mektubudur. geçenlerde salih'in annesiyle konuştuğu ve onu ikna ettiği de kulağımıza çalındı ama her ne olduysa bir ay önce salih tutukluk yapmaya başladı. şimdi rakıya metres muamelesi çeken bu sert ama mülayim adam gitti yerine hırçın ve öfkeli bir varoş delikanlısı geldi. erkeklerin hayatının doğal ritmini bozan pek çok şeyin kadınlar sayesinde olduğunu kendi yaşantım vasıtasıyla aslı marifetiyle öğrenmişim ama tekstil işinde çalışan, sokağa çıktığında türban takıp yürürken önüne bakan sakin ve sevimli ve hatta sümsük seher ile bağlantısını kuramamıştım ilk önce. sonra zırt pırt kavga etmeye başladılar, salih'i alkol sofralarında daha sık görmeye başladık zamanla ve şimdi de karşılıklı oturup susuyoruz birlikte!

birayla yüklendiğim için salih'e gerekli şekilde iştirak edemiyorum ama nihayet ağzından birkaç kelime kopartabiliyorum. böylesi durumlarda ağırdan almayı bilmek ve sabırlı olmak gerek. "içim acıyor abi" diyor gözlerini dikerek ve "ne oldu?" sorusunu soruyorum nihayet. radyo da müzeyyen senar hanımefendiden "kimseye etmem şikã¢yet, ağlarım ben halime" çalmaya başlıyor o sıra. bak çok dramatik oldu bu sahne şimdi, e tarkan'dan "oynama şıkıdım şıkıdım" çalacak değil ya kardeşim, öperim gözlerinden sesini çıkarma emi. susup şarkıya gömülüyoruz anında. balıkçı rüstem amcanın "iyi dinle evlat, kaybedenlerin türküsüdür" dediğini hatırlıyorum bir yerlerden. içkiden daha tesirli olduğunu hissediyoruz ikimizde ve şarkı bitene kadar sesimizi çıkarmıyoruz. "sen bilmezsin usta eskiden kerim diye bir piç dolanırdı buralarda, geçenlerde dönmüş mahalleye, salih artıklarla dolanıyormuş öyle mi?" gibisinden laflar etmiş." . susuyor, önüne bakıyor. mevzu .oktan, eski sevgilisine artık diyecek kadar şirazeden çıkmış bir dallama, pişmiş aşa su katıyor kendi meşrebince, de gel de içme. iki okkalı rakı bardağı hazırlıyorum, suyla yumuşatıp servise koyuyorum sonra, bir tuhaf irkilme sonrası bura bura gidiyor içeri meret. basıyorum küfrü karanlığın ortasına. ulan kavanoz dipli dünya senin de sonun yok mu? kötülük her yerde, genellikle de bizlerin burnunun dibinde. ağzı ve beyni şehrin kanalizasyon kanallarına benzeyen yüzlercesiyle birlikte yaşamak zorundayız ve yorulduk üzerimize pislik sıçratılmasından. gün aşırı arınmak ve temizlenmek için uğraşıyoruz, her gün yeniden kirletiliyoruz. salih'e kalsa parça pinçik edecek kerim'i, hatta üç beş gündür izini sürüyormuş ama allahtan bulamamış hiçbir yerde. seher'e patlamış bir ara sebepsiz yere, boşu boşuna ağlatmış kızcağızı.

her şey geçer toz ve kül kalır geriye. kan, ter ve gözyaşı ile doğup, sabırla günübirlik yaşamak mecburiyetindeyiz. arada kalmışlık, aidiyetsizlik, biat ile itaat köprüsünde kılıçtan keskin, kıldan ince zorlu viraj ve varoşta var olmanın kaçınılmaz can sıkıntısı. kimse bize dikensiz çay bahçesi vaat etmemişti zaten, artık talep de etmiyoruz, ilişilmesin yeterli. hayatlarımızla destanlar yazmayacağız ve tarihin süprüntü sayfalarında dahi anılmayacak adımız, süslü kelimelerimiz ve küçücük dünyalarımız var ve onu idame ettirmenin telaşındayız ez cümle. öğretilerden ve kurtarıcılardan yorulduk artık kendi dünyamızın soytarısı olarak devam etmek istiyoruz, din ve ahlak bilgisi dersinden zayıf not alıyoruz, beden eğitimi halı saha futbol maçlarından ibaret, fizik, kimya zaten ölü doğmuş yabancılık, matematik kahvehanede çay parası hesabı ve edebiyat ağdalı geçmiş zaman ülkesi. ortalamanın altında, yeraltının izlerini sürüyoruz ve bıraktık ipin ucunu. karşımda rakıdan medet uman adam ve ben, yarın hiçbir şeyin değişmeyeceğini bile bile bir gece de olsa rahat uyumak için dionysos'un evine sığındık ve bulabildiğimiz tek yasal intihar türüyle kendimizi öldürüyoruz ufak ufak.
8

her şey geçer toz ve kül kalır geriye. kan, ter ve gözyaşı ile doğup, sabırla günübirlik yaşamak mecburiyetindeyiz. arada kalmışlık, aidiyetsizlik, biat ile itaat köprüsünde kılıçtan keskin, kıldan ince zorlu viraj ve varoşta var olmanın kaçınılmaz can sıkıntısı. kimse bize dikensiz çay bahçesi vaat etmemişti doğarken, beklentilerimiz yanılgıdan ibaretti, artık talep de etmiyoruz, ilişilmesin yeterli. hayatlarımızla destanlar yazmayacağız ve tarihin süprüntü sayfalarında dahi anılmayacak adımız. süslü kelimelerimiz ve küçücük dünyalarımız var ve onu idame ettirmenin telaşındayız ez cümle. öğretilerden ve kurtarıcılardan yorulduk, bundan sonra kendi dünyamızın soytarısı olarak devam etmek istiyoruz, din ve ahlak bilgisi dersinden zayıf not alıyoruz, beden eğitimi halı saha futbol maçlarından ibaret, fizik, kimya zaten ölü doğmuş yabancılık, matematik kahvehanede çay parası hesabı ve edebiyat ağdalı geçmiş zaman ülkesi. ortalamanın altında, yeraltının izlerini sürüyoruz şimdi ve bıraktık ipin ucunu. karşımda rakıdan medet uman adam ve ben, yarın hiçbir şeyin değişmeyeceğini bile bile bir gece de olsa rahat uyumak için dionysos'un evine sığındık ve bulabildiğimiz tek yasal intihar türüyle kendimizi öldürüyoruz ufak ufak. onu bile başaracağımız şüpheli. "ölmeyi dahi beceremedim" diyen cebinde bir zamanların gazinocular kralı fahrettin aslan ile çekilmiş fotoğrafıyla gezen mirasyedi şahap abiyi gel de anma. üç taş ocağı ile iki yüz kamyonluk bir servet yedi yılda nasıl sıfırlanır onun hikayesini dinlemiştim bir akşam. kumarlı ve alkollü bir gecenin sonunda bir kutu ilacı midesine boca edip ardından uykuya dalan ve ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi keskin bir baş ağrısıyla kalkan şimdilerde babadan kalan evde ikamet edip sağda solda ıvır zıvır işlerle uğraşan bir geçmiş zaman gezgini. hayat fahrettin aslan ile çektirdiği fotoğrafta dondurulmuş onun için ve şimdilerde bir zamanlar kumar masalarında avuç avuç saçtığı paranın bir dirhemine bile muhtaç. kimilerinin hikayeleri görkemli ve ibretlik ama ben henüz ders alanını da görmedim. dostoyevskiâ’nin karakterleri ne kadar kederli ve kırılgansa bir yüz yıl aradan sonra o kadar iddiasız ve yorgunuz gerçek hayatta. terkip mevcut ancak toplumun mayasını karacak yapıştırıcıdan yoksunuz biz. asgari müştereklerimiz yok, askeriyemiz var. yasama, yürütme, yargı tek başına ülke yönetmeye yetmiyor. daha laiklik kavramı üzerine dahi anlaşamadık. sadece o mu? türk ve müslümanım ancak bu çok net ifadeler bile karmakarışık ve izah gerektiren vasıflar. beyazdan siyaha uzun ince bir yol var önümüzde ve gerçeğin rengi sadece gri, gide'nin dediği gibi. kapitalizm bu ülkeye yaramadı, sosyalizm din hakkında ki fikirleri nedeniyle zaten sabıkalıydı, geriye elimizde bir şey kalmadı. bireysel yırtınıp, kitlesel şikayet ediyoruz ve bu sistemden en fazla bankalar nemalanıyor. bakkal çakkal, işsiz güçsüz hepimizin cebinde kredi kartları. geleceğimizi satarak günü kurtarma telaşındayız, nereye kadar? balıkçı rüstem amca durup durup dellenir, "yalan oldu hayatımız" diye bağlar lafın sonunu. alev alatlı ablamızın "-mış gibi yaparak yaşamak" dediği şey de bu olmalı. küçük hayatların büyük hayalleri ve ondan daha büyük hayal kırıklarıyla dolu sırtımızda ki heybe. allahtan islam dini öteki dünyayı mümkün kılar, teselliyi ve ikramiyeyi diğer tarafa bırakır. yoksa pimi çekilmeye hazır el bombaları gibi salınacaktı sokaklarda milyonlarca insan. yasama ana muhalefet partisi ve onun şövalye başkanı sayesinde köşeye sıkışmış, bana uygun yasları masaya sürme niyeti yok, yürütme askeriyeden e-muhtıra yemek korkusuyla kendini yürütemiyor ki halkı yönetsin, yargı kendi içindeki aksaklıklar bir yana laiklik hakkında basın açıklaması ve yürütmeye giydirme derdinde. sürerim sürerim getmez gadana, fransız kurşunu da geçmez adama! elbette karamsarım, ilk gençlik çağlarında edindiğim her erdemin, yer aldığım mekan içerisinde kişiler tarafından ayak altında sürünmesi beni başka türlü nasıl yapabilirdi ki? yarın aylık altı yüz türk lirası karşılığında ruhumu satıp kapitalizmin şahikası borsada çalışmaya başlayacağım ve bakışları para ve onların göstergeleri rakamlarla bulanıklaşmış insanların hizmetine koşulacağım. bunu kendi rızamla, ailem ve geri kalan tüm çevremi memnun etmek adına ve borçlanmadan yaşama bahtına erişmek için gerçekleştireceğim. ve her gece yatmadan önce yaradanıma şükredeceğim bir kez daha. gerçek kanatlandırır derler, beni süründürüyor. aslı bu tarz fikirlerim yüzünden beni terk ederken haklıydı birazda. aşk karın doyursaydı eğer karun kadar zengin olurduk ancak meselenin diğer boyutu da şuydu ve kendisi bunu hiçbir zaman kabullenemedi. ben her seferinde gerekirse taş taşıyıp ekmek paramızı kazanacağımın garantisini verirken asıl niyetinin pasta yemek olduğunu ifade edebilirdi. sorun diyalog esnasında mantıklı gerekçeler sunup ardından onları geçersiz kılacak argümanların peşinde koşmasıydı. benim tüm bunları anlamam ve kalemin burçlarına düşünce bayrakları dikerken keskin kısımlarını törpülemem gerekiyordu ancak doğrucu davut ile sahici ibrahim el ele tutuşmuşlar yağmur, çiçek, börtü böcek arasında kırlara açılmışlardı o zamanlar. aradan geçen bunca yıl sonra olabilecek en hayırlı eylemin birbirimizden uzaklaşmak olduğunu görmüyor değilim. sadece tarz yanlış seçilmişti ve olabilecek en kötü zamanlamayla kendini ifade etmişti. uzaktan uzağa kıçı kırık bir mektup ve muhatabına cevap verme şansı tanımayan bir yöntem. uzay mekiği inşa etmiyoruz, masum olmadığımın farkındayım henüz. bizimki geçmiş zaman kipine gereksiz ayrıntılar düşmekten ibaret.

salih artık daha iyi ve uykuya emanet etti kendi. yarın hepimiz için zorlu bir gün olacak, özellikle seher için!
/
tümünü göster