sıkıldım, eve gitmek üzere kalkıp vedalaştım dostlarımla, beni severler, sessizliğimi ve hüznümü anlarlar ve üzerime ilişmezler hiç. salih " baba yarın bir işim olacak seninle, akşam görüşelim " diyor " eyvallah " çekip düşüyorum karanlığın koynuna. evim hiç olmadığı kadar kasvetli bu gece, elbette göreceli bir durum. evin sabah bıraktığım halinden biraz daha tozlu olması dışında pek farkı yok ancak ben iyi değilim. radyolar bile can sıkıcı, konuşacak o kadar çok şeyleri var ki şarkı çalmayı unutuyor dallama sunucular. ã¢lemin bütün gevezeleri radyolarda dc'liğe soyunmuşta türk dil kurumu bu mesleğe isim bulmaya üşenmiş. sersem sepelek boş konuşur tayfası tamlamasının ilk iki harflerini kes birbirine japon yapıştırıcıyla ekle al sana mükemmel bir meslek ismi; sesebokota. mutfağa dalıyorum bira kalmamış buzdolabında, yarım şişe cin buldum ama ve zulasında bir de çeyrek limon. yarım limon olsaydı daha iyiydi ama henüz suyunu çekmemiş ki buna da şükür. çekirdeklerini bıçakla ayıkla ki midene girip de oradaki bakterileri kudurtmasın akşam akşam ne lan bu diyerek. yarım şişe cin benim gibi bir alkolik namzedine ne yapar ki, en çok uykusunu kaçırtıp boş boş duvarlara baktırır. az alkol içmenin de bir jargonu var, dilinin altına alkolü dokundurarak içeceksin, nikotinin ağız içine ne kadar etkisi varsa kahvenin ve alkolünde o kadar var. bunun ayrımına ağız tadıyla varanlar şarap eksperi olurlar, olamayanlarda bodoslama dalarlar masaya, bardak bardak içkiyi sadece mideye yuvarlamaktan ve bu sırada tıkınmaktan ibaret sanırlar içki alemini. ufak yudumlar ve japonların çay seremonisine benzer uzatmalarla cinden alacağım verimi maksimize etme telaşındayken telefonumun cırlamasıyla dünyaya geri dönüyorum. kim ulan gecenin bu kör vakti? cevap yok, karşı tarafta biri beni dinliyor ama ben ne söylersem söyleyeyim kendi sesini bana duyurmaya yanaşmıyor ve ne hikmetse ben buna sinirlenmem gerektiğini düşünerek hırsla kapatıyorum telefonu.

bir keresinde aslı'yı aramıştım da konuşamamıştım böyle. o kim bilir hangi şehirden kim bilir ne nedenle geri dönmüşmüş istanbul'a meğer. ilkinde ne söyleyeceğimi bilemeyerek kapadım telefonu, bir daha aradım elbette sonrasında. " nereden bildin ki, bu sabah geldim ben istanbul'a." diye şaşırdı. ne bileyim anasını satayım çok sarhoştum elime bir ajanda geçti haritada bir yerlere bakıyordum ki bir baktım cep telefonunun kaybolması ihtimalini göz önünde tutarak bütün telefon numaralarını kaydetmişim ajandanın fihristine. her tür salak eyleme kafa yoran bir yeni yetmenin, boş vermeden önce hayata tutunma çabalarından biridir telefon numaralarını her ihtimale karşı saklamak. bu yedi haneli sayılar yerine dostlarımın ve sevgililerimin adlarını yüreğime hançerle kazısaydım her şey çok daha farklı olurdu farkındayım. aslı'nın karşısında bir istanbul telefonu. kendi evini boşalttığından bir ara birlikte kaldığı avukat arkadaşı da olabilir ablasının evi de, herhangi bir yerde ve ben bir yılı aşkın süredir tek bir ses işitmemişim daha dudaklarından. ilk telefonda " efendim " dedi durdum kapadım. sonra tekrar aradım, sonra konuştuk, sonra çok sarhoşsun kelimeleri karıştırıyorsun dedi, bir ara cep telefonum yok dedi, ardından da cebi arıyorlar sonra konuşalım dedi, orospulara takılma dedi, sonra çok içme dedi, şimdi değil ama seni bir gün göreceğim dedi, sonra hala mutsuzum ben biliyor musun dedi ve ben neler söyledim bilmiyorum pek fazla. seni hala seviyorum gibi yavşakça kelimeler ettiğimi hatırlar gibiyim. orospulardan ve içmekten bahsetmiş olmalıyım nereden icap ettiyse. öylesi bir sarhoşluk halinde nasıl oldu da kelimelerini yakalayıp hafızama yerleştirdim o da muamma. o öyle yok ki uzun zamandır, ölen dedemle aslı arasında ki tek fark ikincisini sisli bir istanbul sabahı hafiften görebilme umudundan öteye geçmez. fakirin karnını yarmışlar içinden gelecek sene çıkmış derler ya, benim aşk hayatımın da kısa özeti olur bu deyiş. her şey ' gun 'n roses ' metal topluluğunun dağılmasıyla başladı. aslında kurt cobain'in intiharı bir şeylerin habercisiydi ancak daha toydum ben, anlamadım. otuzuna doğru hayat inişe geçiyor ve batık bankaların kar göstergesinden daha dik bir çizelge biçiminde irtifa kaybedebiliyor bazıları. dibe vuramıyorsun ölene kadar. intifada hali, devamlı eylem kararıyla, kalk ve diren şiirsel söyleminde hayatıma anlam katma çabalarım elimde kalıyor teker teker. rus yazarları kadar mutsuzum ey allah'ım ve rusya kadar yalnız iki binlerin istanbul'unda.
sonraki günlerin birinde internette araştırma yaptım biraz. önce aslı'nın t.c. kimlik numarasını buldum. adı, soyadı, ana ve baba adı, yaş ve cinsiyeti bilmek yeterli ne de olsa. sonra ssk'nın ana sayfasına girip biraz uğraşarak hala sigortalı olarak çalıştığını ve pek de iyi maaş almadığını öğrendim. işyeri numarasını kaydederek kadıköy ssk da çalışan üniversiteden arkadaşım hüseyin'e telefon açtım ve çalıştığı yerin telefonda söylediği gibi balıkesir'de özel bir okul olduğunu öğrendim. bir an içimden atlayıp yanına gitme isteği geçti ama bilirim bu yolda erkeğin başvuracağı en son seçenektir yapışkan aşık rolü. telefon numaralarını kayıt altına aldım işyerinin ama onu da aramadım sonrası. artık onsuz devam etme gerçeğine alışmam gerekiyordu nasıl olsa. aynı kuyuya üst üste iki kere düşmemeli insan, ihanetin cezası unutmak olmalı, ancak bir süreç sorunudur aşk denilen hadise. bazen sadece süprüntü yaşantımı sürdürebilmek adına geçerli bir sebep aradığımı ve bulabildiğim en şiirsel bozguna aslı'yı bilerek ve isteyerek alet ettiğimi düşünüyorum. yaşantılarına sadece elleriyle değil her hücresiyle kök salmış bel bağlamış efendilerin dünyasında benim payıma düşen de kıpırtısız can sıkıntısı sevgilim. ben böyle sonradan olmuş da değilim, bununla doğdum, bazen tamamıyla ben buyum. derin ruhi depresyonda denir telaşlı bir etiketleme varsayımında. hiç fark etmez, kelimeler sadece işkenceyi betimlemenin izini sürerler. nihilist hiç değilse ne olmadığının farkındadır, ben topyekã»n kaybolmuş bir neslin geleceğiyim nasılsa. kavramlardan beynim buruşmuş, aklım tavana vurmuş, korkudan gözlerim çukura kaçmış, rüyalarımda demir yabalı iblisler, sesinden sakındığım, görüntüsünden sıkıldığım puslu istanbul akşamları. böyle bir yol haritasında, her şeyin çözümünü aslı'nın varlığına ve yanımda olmasına indirgemem ve o'nun benim kimliğimi alıp, çiğneyip, fırlatıp atıp, hükümsüzleştirmesinin ağır gelişi. içimde birbirine zıt iki değil her biri ayrı hava çalan binlerce çingene duygulanımın salınışı ve bunları herhangi bir faniyle paylaşamamanın derin kederi. akan kan yerde kalmaz piç diyerek akla gelecek her suçu kabullenen batıl itikatlarımla, devasa cahil bir müminin nafile yakarışlarında ki çaresizlikleri el ele gönül gönüle birbirlerine dost tutturmuşum ki akıllara zarar. arada kalmışık da ötemizden berimizden çekiştiriyormuş bizi yırtıcı akbabalar gibi kapitalist abilerimiz ve onların muhteşem renklerde ışıklı reklam panolu şirketleri. seni elde ettiklerinle değil de, edemediklerinle tartan çağdaş zaman ilahlarının kulağına fısıldadıklarına ne çabuk kandın, o lanet ruh hangi zamandır kapı dibinde bekliyordu da sonunda evinin kapısını ona ardına kadar açtın ve nutkun tutuldu be oğlum. dünyada hiçbir şey onursuz bir yaşamın gerekçesi olamaz. hayatın geri dönüşüm kutusu ve garanti belgesi yok. yaşanılanlara bir daha yeniden başlamak mümkün değil. hem geçmişten daha boktan ne var ki? yaşasak ve unutsak her şey çok daha güzel olacaktı. ama hayır, hep peşinden kovalar seni bet sesli kurbağa, ne çok eksik taş vardır yerine konulmadık ve ne çok eylem vardır gereksizce harcanmış. dudaklarımdan dökülen her kelimenin saçma bir söylemin kırıntıları olduğunun henüz farkına vardığım yıllarla, suskunluğumun etrafımca anlamsız bulunduğu ve kötüye yorulduğu günler arasında ki sırat köprüsünün üzerinde dans ettiğim zamanlar o kadar da uzak bir geçmiş değil henüz. şunun şurasında aslı'yı bir buçuk yıldır görmedim ve topu topu iki kere telefonda konuştum bu zaman zarfında. ilkinde beni terk etti ikincisinde de kafam bir milyondu. balıkesir civarında bir yerlerde öğretmenlik yaptığını söyledi en çok. aramıza önceden boğaz girerdi şimdi bir de marmara'yı sıkıştırdık.

karşı kıyının her ışığına farklı bakardım ben aslı'sız yıllarımda. şimdi en azından yalova'yı uzaktan görebilmek için bile darıca'ya gitme gereği cebimde. onu da yaptım araba vapurlarının kalktığı yeri en tepeden gören yerde, yaslı bir marmara akşamında vurdum rakının dibine dibine. muhabbet koyu, mezeler taze, hava güzeldi o gün. her şey zararsız muhabbetler çağında aylak takımından dört beş kişinin kahvehanede yapacak daha iyi bir iş bulamayıp yan yana gelmesiyle başlamıştı. her yarım saatte bir televizyonda canlı yayınlanan at yarışlarının araya girmesiyle kesilen konuşmaların bilmem kaçıncı tekrarlarından birinde " sabri kimi bulursa içer " diye bağladılar lafın sonunu, salih de durdu durdu " selim de ne bulsa içer " diye zıpladı ortalık yere. ben daha yeni gelmişim, ortama ısınma telaşındayım, ancak ispirto ve sulandırılmış kolonya haricinde envai çeşit alkol bileşimini kısacık hayatımın ilk yarısına sığdırdığım ve bunu kendimi övme adına bir iki yerde dillendirdiğimin farkındayım henüz. sabri " bu akşam araba bende, bir yerlere gidip takılalım " demez mi! canıma minnet benim, madem kadim dostlarımdan biri üzerime bir yafta yapıştırmış, bayraktarlığını yapıp yüzünü yere eğmemek boynumuzun borcudur öyleyse. aklıma geldi " darıca'ya gidelim baba " deyiverdim. sabri baba deyişi boşuna değil. mavi gözlü olmasa da enine boyuna dev gibi bir adam sabri. akşama nevale düzüldü, mangal teşkilatı hazırlandı, tekirdağ rakısı alınıp dinlendirildi. e5 karayolundan darıca'ya akşamüstü yola çıktık

bayramoğlu'na uğrayıp rıfat'la kardeşi şeref'i de aldık yanımıza. çimento fabrikası ve araba vapurlarının kalktığı uyuz limanı tepeden gören mekana gelişimiz biraz zaman aldı. rıfat " buralar hafta sonu yiyiş yeri aga, her ağaç dibinde bir araba durur yol boyunca" diye özetledi durumu. arabayı park edip mangalı ateşledik, salih etleri hazırladı, soğan ve sarımsak közledi ve yumulduk rakıya. biraz zaman geçmedi ki tatlı bir rüzgar sardı etrafımızı. neşeli fıkralar anlattı sabri, sivas'tan, diyarbakır'dan, istanbul üniversitesinde ki müptezel yaşamından tayfun talipoğlu tadında yol hikayeleri sıraladı. neşeli kahkahalarla, it kopuk masalları, kaderin cilvesi, öküzgözü üzümünün şaraba dönüşme faslı, demlenmenin incelikleri, dedikodu, siyaset, spor mevzularından hiçbirini es geçmeden, ara sırada ağaç diplerine işemekle aralanan vakit ne zaman geçti ve nasıl oldu da güneş denizin üzerinden batmaya niyetlendi farkına varamadık hani. istanbul her şeye olduğu kadar gün batımına da yabancılaştırıyormuş insanı idrak ettik el birliğiyle. gri, topak topak bulutların üzerinden etrafı kızıla çalarak ve denizle oynaşır gibi kayboldu mübarek. daha o son ışıklarını denizle çakıştırmadan ay kendini gösterdi biraz ürkek ve sanki koyu bej tül bir perde arkasından. karşı kıyının ışıkları seçilmeye başladı yavaştan ve balıkçı tekneleriyle araba vapurlarının farları yalazladı denizi. sabri iyi içiyordu doğrusu, salih araba kullanacağını öne sürerek geri durdu bir iki kadeh sonrası ve güzelleştik top yekã»n. muhabbetin son demlerinde iyiden iyiye kararmıştı ortalık ve karşı kıyıya dalıp efkarlanmıştım yine ufaktan. aslı zihnimin bana oynadığı türlü oyunlardan yol bulup yine açığa çıkarmıştı kendini ve ben teslim olmuştum epeydir, kaçmıyordum düşüncelerimden. rıfat " hadi ağa gidelim artık geç oldu " diyene kadar o hal üzere ne kadar kaldım bilmiyorum. sonra kalktık, cila niyetine yudumlanmış kahverengi şişeden efes birasının da verdiği ara gazla her birimiz bir başka ağacın dibine ayaküstü işeyerek iz bıraktık darıca tepelerine. sırtlanların ve aslanların bu yolla hakim oldukları alanın sınırlarını çizdiğini televizyonda izlemiştim, kedilerin aynı yöntemi kullandığını ise gözlerimle gördüm. hayat devam ediyor ve her tür kendi yaşam mücadelesini ortaya koyuyor ama sadece insan bunu anlamlandırma gayretine yeltenebilme cesaretini gösteriyordu. ve bunu yaptığı her seferde daha da hızla taş duvarlara toslamaktan kendini alamıyor o ayrı.
4

eski usul çin işkencelerinden birinin üzerimde denendiğini ve berbat bir cendereye sıkıştırılmış hissetmemi sağlayan ses düzeneğiyle mekanik saatim, şimdiye kadar onu bozmak için geliştirdiğim tüm yöntemlere rağmen çalışmasını sürdürüyor. kaç kez duvara fırlattığımın sayısını ben bile unuttum, ama kendisi kelimenin tam manasıyla rus oğlu rus olduğundan, ucuz, gösterişsiz ve dayanıklı olmaya daha en başından kurgulanmış görünüyor. biz türkler pratik ve daha günü kurtarmaya yönelik aletlerin mucidiyiz nasılsa. eşyanın tabiatı dedikleri şey de bu olsa gerek. bir şey büyük, abartılı, ambalajı şık ve bol ışıklı reklamla piyasaya sürülmüşse gözün kapalı made in usa damgasını vurabilirsin örneğin. işlevsel ve sıra dışıysa japon'dur, himalaya dağ meltemi esintilerinin ve koskoca, çifte su verilmiş çelik samuray kılıçları tarihinin çocuğudur. eğer mal, güvenilir, pahalı, garanti belgeli ve dayanıklıysa sosis ve bira eşliğinde kuzey avrupa da üretilmiştir. her ne olursa olsun taklitse çin, kore ya da türk malıdır. işkenceye de alışılır, değil mi ki insanın adaptasyon yeteneğine işaret eder yedi bin yıllık yazılı ya da değil tarih destanımız. bir keresinde kendisini aslı'nın gidiş saatine ayarlamıştım benim bu rus'u. kurmadım sonra öylece kaldı uzun bir süre. bir gün aslı saatin durduğunu söyledi. ' senin gittiğin saati gösterebilme yeteneğine sahip sadece ' diye aklımca kompliman yaptım. kendisiyle ilgili her şeyde olduğu gibi aslı ayrıntıya indi, bir sürü süprüntü cümle kurmak zorunda bıraktı beni. kompliman arada kaynadı gitti, geride beklemiş hoşaf tadında buruk lezzetler bırakarak. bir keresinde de kökenleriyle ilgili tuhaf bir övgü saplantısına takılıp kalmıştık böyle. arnavut göçmeni kökene sahip olmasının benim lügatimde ufak taşlarla örülmüş kaldırım, una bulanarak kızartılmış ciğer ve inatçı bir savunma taktiğiyle anti futbol oynayan arnavutluk milli takımından başka hiçbir çağrışım yaptırmayışı, anlamadığım sebeplerden gücendirdi aslı'yı, oldukça güzel geçen bir akşam yemeği sonrası. domuzluk bende biliyorum. doğrucu davut ile kral arthur el ele vermişler de ' şövalye kanunları ' el kitabı yazmışlar sanki okuyup uygulamam için. her yerde her düşünülen fikir dile getirilmemeli felsefesini bir tür maskeli sahtekarlık saydığım sürece başıma gelecek felaketlerden dilim sayesinde mesulüm amenna. olayı neredeyse ırkçı bir söyleme oturtmasını da ben ateşledim farkındayım. ama sırf türk olduğum için neden gururlanmam gerektiğini ve sokağa her çıktığımda, beş bin yıl evvelki atalarının uçsuz bucaksız orta asya steplerinde at sırtında, taş üstünde taş, baş üstünde baş komayarak sınırlar değiştirip devletler kurmalarının, ortalıkta salınan, cadde boylarında piyasa yapmakla meşgul bu nesle ne gibi bir faydaları olduğunu sormak ise başlı başına kabustu. hep tetikte ve savunmada yaşayan habis ve tescilli kötü bir ruha da sevgilisine ufak tefek de olsa mutluluğu çok görmek yaraşır zahir. boşuna kaybetmedim ben bu aşk oyununda.
gece neye hizmet ettiği belirsiz bir içgüdüyle kurduğum saatimin cırlamasıyla uyandım bu sabah. bugün perşembe ve epey süreden beridir ilk defa sabah kalktığımda sigaraya emzik gibi asılmak değil, sıcacık demli bir bardak çay ve ekmek eşliğinde yumuşak, yağlı peynir parçacıkları yemek geçiyor içimden. giyinip bakkala çıkma hevesim ve aynanın karşısında artık dişlerimi fırçalamam gerektiğini düşünmem de iyiye alamet değil. ne olur ne olmaz gibisinden sokağa çıkar çıkmaz bir sigara iliştiriyorum dudaklarımın ucuna. peynir yarım yağlı üç yüz elli gram, fişek yapılmış gazete kağıdına tıkıştırılmış iki yüz gram siyah zeytin, çikolata, ekmek, sigara, kibrit, sakız ve diş fırçası. bu hızla alışveriş yaparsam bir iki hafta sonra iflas bayrağını göndere diker ve borçlanma devresine girerim ki bu oldukça can sıkıcı bir durum. zaten baba desteği olmaksızın bu kadar yıl ayakta kalmam epeyce zor olurdu benim için istanbul'un bu güzide köşesinde. bir de bizi neden avrupa birliğine almıyorlar diye hayıflanıp duruyoruz. otuzlu yaşlarda hayata hala ailesine bağımlı tutunmaya çalışan kocaman bebeklerin boy boy kapılardan dışarıya yeşerdiği bir ülkeyi kucağına oturtsun diye kapı kapı dolanmaktan ayaklarının altına kara sular indi delikanlı başbakanımızın. tanzimat'tan bu yana yüzünü batıya çevirmiş ve demokrasi dahil tüm siyasal ve toplumsal gelişimini dışardan gelecek desteğe endekslemiş bir ülkenin başbakanına da asgari ücrete yıllık yüzde on iki zam yapıp avrupa da kulis yapmak yakışır. hakkını yemeyelim daha kötülerini de gördük evvelinde. bir şeyler yapar gibi görünüp suya sabuna dokunmadan iktidar koltuğunu işgal eden en azından beş tane başbakan ismi sayabilirim türk siyasi tarihinde aklımın ancak erdiği on iki eylül askeri darbesi sonrası. bugünlerde gıda maddelerinde yüzde on sekizlik katma değer vergisinin yüzde sekize çekilmesi gündemi meşgul ediyor ki olumlu bir gelişme, gelirinin büyük kısmını gıda sektörüne ayıran kitleler açısından. fakat fiyat ayarlamasını serbest piyasa koşulları gereği üretici firmaların eline bırakmakla bu ne denli akıllı bir iştir, zurnanın son deliği tüketici zevatın cebine nasıl yansır göreceğiz yakında.

eski bir gazete kağıdı serip kuruldum salonun orta yerine, paraya kıyıp gazete bile aldım anasını satayım. hayatı zehirlemenin iki yolu var; ya günlük yaşayıp sıkıştıracaksın kendini alelade iş ve ilişkilerin demir leblebi kıskacına, ya küçümseyip yaşantını daha yüksek değerlerin peşinde harcayıp gideceksin elinde var olanı. yirmi iki yaşına kadar futbol takımı taraftarı olmamamın anlamını çözemeyişimin arkasında ki hakikat, hayata yeteri kadar tutku yerleştiremeyen silik kişilikler havzasında yitip gitmemdir. arkadaşlarımın sürüklemesiyle gittiğim bir futbol maçında sadece anın tadını çıkartmaya çalışan iki hippi turistin hiç anlamadıkları dilde yapılan tezahüratlara güle oynaya eşlik etme gayretlerine, bizim el kol hareketlerimizi beceriksizce taklit etmelerine ve kalabalığın coşkusuna ayak uydurma çabalarına öylesine imrendim ki hemen orada beşiktaş'ın görüp göreceği en ateşli taraftar olmaya karar verdim. sarışın, yüzü çilli kız bizim takım gol atar atmaz erkek arkadaşına öyle bir sarıldı ki, biz türklerin bir sorununun da aktif yaşama yeteneğimizin daha çocukluk döneminde çeşitli baskılarla sakatlanmış olduğunu hissettirdi bana. roller çiziliyordu daha en başından ve biz o kalıplara uygun davranış türleriyle var olduğumuzda mutlu olabileceğimiz öngörüsüyle yetiştiriliyorduk. haliyle daha stresli ve kompleks mizaçlı olmamız kaçınılmaz bir çıkarımdı ve ' bizim topraklarda sert olmayan adamda dert olur oğlum ' diyen bir babanın oğlu olarak bu saatten sonra hayata bakış açımı değiştirmeyi biraz zor kabullenebilirdim. sanırım aslı'yı korkutan nedenlerden biride bu karamsar izdüşümdü. değilmi ki babasından öğrendiği kırılmaz kalıplar zincirine sıkı sıkıya bağlı erkeklik figürü beni ona çekmişti ve yine aynı gerekçe nasıl üniversiteye başladığından itibaren hızla kendini evinden uzaklaştırıp savurmuşsa ıraklara, benden de o aynı merkez kaç kuvvetiyle kopup gidecekti zamanı geldiğinde. sadece beni algılama sorunlarıyla baş başa bırakıp gitmesi onuruma dokundu. ' sev ama uzaktan ' felsefesini ' ' senle ya da sensiz olmuyor ' aptal diplomatik benzeşmesiyle örtüştürmesini içime sindiremedim hiç.
insanların hayatı biçimlendirme çabalarının da iki eksen üzerine kurulduğunu düşünüyorum; var olmak ve sahip olmak. doğar doğmaz göbek bağını kesip kulağına ezan okuyorlar ardından bir melek elinde iki hapla beliriveriyor bebeğin zihninde. ' mavi ve kırmızı hapım var sadece elimde küçük insan, biri sahip olmanın muhteşem zenginliğini ayağına seriyor, diğeri var olmanın korkunç hüznünü. seçimin üzerine kurulacak bir hayatın izlerini süreceksin gelecek yaşamında. mavi hapı seçersen kendini sahip oldukların ve olamadıklarınla tartacaksın. mutluluk denilen aldanışa aklın sığsa ve benliğin yeterince kuvvetliyse erişmen mümkün. iç onu ve hayatın boyunca var oluşunu yadsıyarak kendin hariç her şeye kucak açarak yaşa. çağlar boyunca insan kardeşlerin milyonlarca defa bu yolu seçti ve geride kalan torunlarına sayısız oyuncak bıraktılar oyalanmaları için. kırmızı hapı seçmek istiyorsan artık uğraşacak sadece kendin varsın sevgili küçüğüm. geride kalan her şey sisli bir perdeden görünecek bundan böyle sana. yaşamını koca bir arayışın pençeleri arasına sıkıştıracaksın ve mavi haplı serdengeçtiler her köşe başında sırıtkan konuşmalarla alay edecekler seninle. sana sadece kendini bulman ve bununla baş edip var olman için yola koyulma fırsatı sunuluyor. hiçbir yere varamaman mümkün, olabilecek her noktaya ulaşman olası. seç birini evladım seç ve kaderini çiz, ardından her şeyi unutup altına işeyeceksin ve her şey kaldığı yerden devam edecek. ' sanırım ben kırmızıdan yana kullandım tercihimi. hikayemin yegane desteği bu masaldır ve aslı'ya mutsuzluğumu açıklayacak başka türlü somut bir gerekçe sunmam da mümkün görünmüyor. başarabildiğim tek şey olabildiğince dürüst olmak ve her ne isem onu açıkça ortaya sürmek. poker oyuncusu olmak için yetiştirilmedim ben ya da ruhumu şeytana satıp elde ettiklerimin üzerine basarak yücelmek üzere kurgulamadım geleceğimi. peynir, zeytin, ekmek yemem gerekiyorsa kahvaltı masasında sadece onlar vardır. dişlerimi fırçalıyorsam hayatı en sıkı yerinden yakalamışımdır, gece yıldızlara bakmayı akıl etmişsem günü artıda kapamışımdır, hesabımı ödemişsem ve borç bırakmamışsam yarına mutluyumdur, ayakkabılarım vurmuyorsa ya da yanından yöresinden patlayıp su almıyorsa halim vaktim yerindedir, işime gücüme karışan pek yoksa ve akıl verip durmuyorsa birileri olur olmaz, bir şekilde hayatımı rayına oturtmuşumdur. bir yalnızlık döngüsünün manifestosunu yazdığım elbette aşikar, ancak şartların sınırını ben belirlemedim. kaderin bana çizdiği minicik rolü sezar gibi güçlü, spartakus kadar onurlu geçirme kararım asla beni terk etmeyecek.

şimdi küçük zeytin tanelerinin sarıldığı gazete kağıdına bıraktığı gri izler üzerine, ' boya katmışlar lan buna zehirliyorlar bizi ufaktan valla ' geyiğine sardırmadan sofrayı kaldırıp dışarıya hazırlanma vakti. gitmeden hafta sonu maçlarına göz atıp bir kupon hazırlamakta fayda var. mahşerin üç kara belası ingiliz ada şövalyelerinden ikisi evinde, biri deplasmanda oynuyor, fransızları es geç dünyanın en dengesiz ligi bu sene, ( geçen hafta lig birincisinin, sondan ikinci takıma kendi evinde berabere kalıp beni hatırı sayılır bir paradan ettiğini sadece sağır sultan duymadı ona da yazılı açıklama gönderdim ) iskoçlardan iki takım iki banko, sanki bu ülkede diğerleri bunların şampiyonluk yarışında figüran rolüne soyunmuşlar yıllardır, geçinip gidiyorlar kendi aralarında, makarnacılardan dört sağlam maç seçersek, üstüne ispanyol boğalarından da bir iki takım eklersek, oranlarının çarpımı otuz ikiyi bulur. üç yeni türk lirası yatırsak doksan altı lira kazanma ihtimalini cebe koyar hafta sonuna da kahvehanede konuşacak mevzuumuz olur hiç değilse. daha adamakıllı bir para kazanmadım devlet marifetiyle tertiplenmiş bu kumar işlerinden ancak sadece çocuk esirgeme kurumuna şans oyunları kanalıyla yaptığım zorunlu bağışlar sayesinde cennette orta büyüklükte bir köşk edinme çabalarımın bir neticeye ulaşmasını umuyorum öteki dünyada. milyonlar milyarlar yerine liralardan kuruşlardan bahsetmem boşuna değil. geçen yılsonu şaşaalı reklamlarla televizyonlarda günaşırı tanıtılarak ocak bir itibariyle altı sıfırı atılmış yeni türk lirasıyla da tanıştık çok şükür. su katılmamış süt rengi iktidar partimizin icraatın içinden programında konuşacak ve gündemi meşgul edecek bir mevzusu daha var artık.
5

epey zamandır sere serpe bıraktığım sakallarımın artık ustura marifetiyle kazınması gerekiyor. ustura deneyiminin başlangıç hikayesi basit. çok parasız kaldığım üniversite yıllarımın ilk döneminde hesabımı kitabımı istanbul'a göre dengeleyememenin verdiği sıkıntı dönemlerinden birinden yeni çıkmıştım ki bir daha asla beş parasız kalmayacağıma söz verdim kendi kendime. yurtta kalıyordum ve o sıralar kredi yurtlar kurumunun bağış ayağına verdiği sabah ve akşam yemeği kuponları ile bir müddet hayatta kalma çabalarım açlık sınırına dayanmadan devam edebildi. bu kuponlara sabah kahvaltı niyetine birkaç hazır pakette zeytin ezmesi, karper peynir ve macun kıvamında yıvışık reçel ile yarım ekmek veriyorlardı. akşam ise ya aldığın yemeklerin dörtte birini düşecek kadar bir miktar paraya saydırıyordun kuponu ya da yarım ekmek ile çorba içebiliyordun sadece. geri kalan tüm masrafım ise günlük iki otobüs biletiyle birinci sigarasına verdiğim ufak bir miktardan ibaretti. kendime yediremediğimden babama haber vermedim, borç almaktan hazzetmediğimden de hemşerilerim ile sınıf arkadaşlarıma hiçbir talepte bulunmadım. hayat geçip gidiyordu istanbul'da ve benim aç yatıp yatmamam sadece benim sorunumdu bu koca şehirde. sayılı gün geçip gider, geriye onun esamisi okunur ya sonrasında hovardaca para saçtığım dönemler olmasına rağmen hiçbir zaman tedbiri elden bırakmamaya gayret gösterdim. o dönemin hemen arkasından kendi kendime bazı ekonomik kemer sıkma politikaları geliştirmeye karar vermiştim. değilmi ki koca koca süslü püslü kitaplarda hatırı sayılır profesörlerin el emeği, göz nuru, bilgi dağarcıklarından süzülme ve seçkin iktisat ilmini okul sayesinde beynimize çivi gibi çakmaya ve orada kalıcı izler bırakmaya niyetlenmiştik, bu ilim irfan ocağından kaptıklarımızın bir kısmını pratiğe aktarmanın zamanı gelmişti hani. en ucuzundan tıraş sabunu aldım bitpazarından, eski zamanlardan kalma hala adını kuaför olarak değiştirmemiş yaşlı ve kesinlikle şişe dibi kalınlığında camlarıyla gözlüklü berber amcalarımızın kullandığı tipte sert ve dayanıklı. üzerinde marka adı olarak ali bıyıklı kabartma yazılı açık mavi plastik bir ustura, bir kutu perma sharp marka jilet, kendinden fırçalı ayakkabı boyası edinmek ilk hamlelerimdi. ürettiği usturasına ismini kazdıran ve berberler dünyasında haklı bir üne sahip ali bıyıklı abimiz gerçek yaşamda ' ustura ali ' namıyla anılmakta mıdır, gerçeğe tam anlamıyla vakıf değilim ancak bir akşamüstü ankara bendderesin'de umumhaneye giderken sırnaşık seyyar tezgahlarının köşesinde hemen kerhaneye dönmek üzereyken " abi boyalım mı? " gibi yavşak bir ağızla önce yakınlık temasında hareketlenen tıfıl oğlan ve benim daha durumu anlamlandırma çabalarım neticeye ulaşmadan bir miktar boyayı o loş karanlıkta ayakkabıma sürüverdiği geliyor aklıma. " ha! ne? ne oluyor? " gibi cümleler dökülüyorken ağzımdan, bu emrivakiye hiç eyvallahımın olmayacağını ve geçim derdini bulaşık suyu hırsına şimdiden bezemiş bu ufaklığa kendimce tavır koyacağımı zannederek yürümeye yeltensem de küçük müteşebbisimiz aniden yüz seksen derecelik değişimle üslubunu sertleştirdi bir de üstüne efelendi kendince. " ha .iktir lan!" diye geçip gittim ki ardımdan beni " ustura cemal'e söyleyecem görürsün sen! " diye tehdit ederek uğurladı. içeri daldım ama tüm hevesim sekteye uğramıştı bir kere. genelev piyasasının ben buralara uğramayalı beri enflasyon oranının iki katı oranda fiyat yükseltmesine mi yanayım, ilerde kuracağı bıçkın yaşantısına alıştırma turları atan bir yeni yetmenin benim gibi eşek kadar bir adama posta koymasına mı takılayım bilemedim bir türlü, attım kendimi dışarı hemen. fırlama boyacımız ortalıkta görünmüyordu ve ustura cemal tarafından az sonra boğazımdan doğranacağım paranoyasıyla baş başa kalmıştım minibüs durağına yollanırken. şimdi bu psikopat cemal ile bizim ali bıyıklı abimizin lakapları haricinde ve cemal'in, ali abinin en sıkı müşterilerinden biri olması dışında bir ilgileri var mıdır gibi bir soru ister istemez akla gelir ve hiç yeri yokken anlamsız bir dolu çağrışımı beynimize nakşeden o kötü anlar hafıza kaydının defterinin dürülmesi gerektiğini hatırlatıp, bunun olanaksızlığını bulabildiği her fırsatta ispat etmesine acı acı gülümsetir. hevesle giriştiğim bu ucuz yoldan tıraş olma ve ayakkabı boyama mevzu bir süre oyalamakla kalmadı, üç ay boyunca suratımda jilet kesikleri ve ayakkabılarımda yer yer göze çarpan boya artıklarıyla ortalıkta dolaşmak zorunda bıraktı beni. yüzümün bir kısmında sakallar ters bir yüzeyden dışarı adım atmaya meyilliydi genlerimde yer alan bir tepkime sonucu ve çene kemiklerimim uç kısmı zayıf olmamın da verdiği destekten ötürü norveç kıyılarına rahmet okutacak derecede oldukça dik kıvrımlara sahipti. elbette ki yaşantım içki, sigara ve kronik uykusuzluk gibi kavramlara uyum sağlama gereği kilo almama izin vermiyordu ve lanet olası ali bıyıklı kabartmalı ucuz usturam ne kadar dikkat gösterirsem göstereyim bir yolunu bulup kıllarımı köküne kadar kazımakla kalmayıp derimin altına da sızarak ince bir kırmızı izi suratıma yerleştirmeyi her seferinde aynı ustalıkla beceriyordu. kan taşı kullanmayı acemi berber anılarımın hafızama kazıdığı kötü hatıralarından dolayı hiç düşünmediğimden ve hayatımın her döneminden hatırladığım kedi çükü benzerliğinde yaralarımın yakamı hiç bırakmadığını bildiğimden haftanın üç günü ' dövüş kulübü ' filminden fırlamış bir klişe tip olarak salınıp duruyordum etrafta.

idealizmin kendine göre saf ve çocuksu yanı çekici gelir önceleri insana, ardından yeteri kadar zeki beyin hücreleriyle çevrelenmişse kişi bunun su katılmamış, dümdüz ve ari bir salaklıkla özdeş olduğunu fısıldar içerlerden bir yerlerden gelen o tuhaf ses. dışarıda gümbür gümbür davul çalarak alay ediyordur etrafın bu tutumunla. ilk başlarda çevrenin bayağılıklarla örülü olup senin elit bir kitlenin adamı olduğun hissiyle oyalanıp entelektüel avuntu kırıntılarıyla vakit geçirirsin yüksek perdeden. hiçbir şey akıntının tersine yüzmeyi uzun süre yanında taşıyamaz oysa. akıntı sonsuzdur, insan fani.

dişlerimi fırçaladım bir güzel, sıcak su kaynatıp aynanın karşısına kuruldum masa başında. perdah atmak diye nitelerler az tıraşlı sakalın üzerinden geçmeyi berber sınıfının ekabir takımı. benimki ise olsa olsa kemik kıran sert sakal kıllarımın verdiği anıştırma sonucu kar kürümek ya da tırpanla tarla biçmek arasında seçim yapmayı gerektirir. artık tıraş sabunu yerine ozon tabakasıyla dost olduğu iddia edilen metal kutularda köpükler kullanıyorum. kim bilir hangi eski geminin demir kaportasından imal edilmiş sıfır kilometre yeni bir jileti ikiye bölüp ali bıyıklı marka usturama takıyorum. sakalları önce sıcak suyla yumuşatmam ardından üzerini köpükle ovuştura ovuştura sıvamam gerek. her ayrıntıyı kralların şölen sahnelerine çevirmekte benim gibi bir çulsuza yakışır eyvallah. epey özen gösteriyorum ve üst üste iki kere alarak sıfırlıyorum sakallarımı, makasla uzun favorilerimin uçlarını düzeltiyorum, briyantin sürüp saçlarımı tarıyorum ( ben ve briyantinli saç bir arada: fredy ve kabusları devam ediyor üzerine çeşitlemeler serisine devam demektir ) ve yüzüm alışılmış olanın öte tarafına ait tuhaf bir görüntüye dönüşüyor anında. epey zamandır sakallı ya da bıyıklı dolaşan birinin kim bilir hangi nedenle bunlardan vazgeçmesiyle etrafındakilerin üzerinde ilk görüldüklerinde bıraktığı tuhaf benzetememe haliyle eşdeğer bir duygulanım yeni yüzüme alışana kadar oyalıyor beni. kaportasına özenle pasta cila atılmış ve görülebilen her bir yeri iyice yıkanıp, silinip ardından da bir güzel parlatılmış eski model ateş kırmızısı bir chevrolet marka otomobile benzetiyorum kendimi keyifle. meraklısına diye satış ilanı verilen ve zaten sadece meraklısının ilgilendiği çok alımlı bir görünüm ve ilk başta fark edilir cinsten övgüye layık görsel bir festivaldir kendileri. bakmaya doyamazsın uzun süre ama kaputunu açmaya gör; en az beş yüz kere kurcalanmış bir aksam, sağına soluna yedek parça fakirliğinden uydurulmuş torna işi yamalar, çalıştığı ilk on yılın sonunda kendini emekliye ayırmayı görev bilmiş amortisörlerle karşılar seni. hele hele onu kullanma hevesine kendini kaptırırsan, devasa büyüklüğüne yakışır manevra kabiliyetini, direksiyona bir vücut geliştirme şampiyonasına hazırlanıyormuşçasına iki elle asılmaları, su gibi benzin içen sık sık yağlamazsan imanının gevreyeceğinden emin olacağın sekiz silindirlik eşek ölüsü motorunu hiç sorma anlatmakla bitmez.
şunun şurasında sadece akşam beşte zenginlerin oyuncağı borsanın giriş katında iş görüşmem var ve ben daha şimdiden yeni yetme manken edalarında aynanın karşısında harcıyorum saatlerimi. epeydir süren başıboş hayatıma getireceği düzenden mi yoksa kronik parasızlık sorunuma bir süreliğine de olsa ara vereceğinden mi nedir bu neşeli hallerim? aslı'dan sonra tepe taklak ve kesinlikle aşağı yönlü seyreden yaşantı sanım meğer en ufak bir tutunuş kırıntısına bile böyle bir tepki verebiliyormuş, ummuyordum hani. kendime yakıştıramıyorum ama üzerime oturuyor elbisesi anında. oğuz atay'dan bu yana ülkedeki en büyük tutunamayanı kendi küllerinden yaratacak olan bu sığırcık kuşuna sıcak ve huzurlu bir ev, uzun vadeli bir iş, prezervatifli güvenli aile içi seks hayatı, çocuk yaparak geleceğe sarkma hayali, süpermarketlerde hafta sonu aile boyu alışveriş yapma ihtimali fazla geliyor yine de. hayatımın ilk yarısından edindiğim tecrübe vasıtasıyla yapabildiğim en iyi şeyin yatağa yanlamasına uzanıp, sigara ve bira içerek bukowski okumak olduğu düşünülürse bulabileceğim tek işin boktan ve batması muhtemel bir derginin ucuz editörlerinden biri olmak olduğunun henüz farkındayım. hayat insanların hayallerinden ve düşüncelerinden ibaret olsaydı diğerlerinin muhteşem kurguları yanında benim payıma düşen sadece pırıl pırıl ışıklar saçan devasa yıldızların arasında kaybolup gitmiş kendi mütavazi ışığıyla avunup diğerlerine öykünen ve onları küçümseme paradoksuna kapılmış bir mum ışığı olmak kalırdı. zannedilenin aksine düşlerin sığlığı mutluluğu yakalamanın muhteşem sırrı değildir babam, önyargılarıyla sulandırılmış dar görüşlü bir dimağın işaretidir kendileri. allah'a şükür ayaklarımız yere basıyor da böylesi kabusları ancak akıl yitimi olarak nitelendirilecek uyku sırasında çoğu zaman da farkına bile varmadan geçiştirip gidiyoruz. yoksa çılgın bir ressamın histeri çığlıklarında kaybolup gitmek ya da deli bir yeni yetme şairin elinde oyuncak olup kadere kahretmek gayet mümkündür ve ben daha kendi düşlerime gem vuramamışken diğerlerininkini kaldıramayacak derecede hassas bir mideye sahibim. benim kendime has dertlerim mevcut, en başta da kimlik sorunum geliyor. 'güdümsüz!' aceleci bir yaftalama çabasıyla bulabildiğim en uygun tabir budur kendime. eğer herhangi bir seçenek varsa ortada, kendi adıma ben her devirde yanlış ya da küçük hesapların adamı olarak sonuçsuz hamlelere meyilliyimdir. en olmadık yerde nereden kaynaklanmışsa köküne kibrit suyu dökülesi gururlanacağım tutar, en gereksiz zamanlarda ortama terslik niyetine olumsuz fikirlerimle çıkışlarım meşhurdur, durduk yere başımı belaya bulaştırıp ardından günlerimi onu defetmek adına harcadığım çok olmuştur. ne var ki zararı kendime indirgeyecek kadar da hümanist ideallerim sayesinde çevremde felaket tellalı olarak anılma bahtsızlığından burun farkıyla yırttığımın da altını çizmekte fayda var. her seferinde bu kez öyle olmayacak diye ne stratejiler geliştirmişim, nice kuramlar denemişim ki haddi hesabı yok.

salih'e telefon açıyorum, akşam sekizde benim evde buluşmak üzere kararlaştırıyoruz. kimseye haber vermememi, yalnız konuşmak istediğini tembih ediyor. epeydir dalgın bu çocuk, yeni yeni ayrımına varıyorum bunun. o kadar çok kendi hayatlarımızla ilgiliyiz ki etrafımızda olup bitenlere kayıtsız kalıyoruz çoğu zaman. onlara ilişmemiz için ya bizim özelimize dokunmalılar, ya da randevu almalılar bizden. yirmi birinci yüzyıl post modern dünyayı kudurmuş köpek dişi emperyalizmin önüne gelen her bakir toprağa saldırması diye adlandıranlara bir hatırlatma da benden. aynı zamanda büyük yalnızlıklar ve kısır döngü bencillikler çağıdır kendileri. aslı'nın bir suçlaması da benim alabildiğince bencil olduğum üzerinedir, boşuna değil. sırf bu laf yüzünden hayatımı ayaklarının dibine bıraktım, bu da olsa olsa evrensel örümcek ağında kendi kendime ördüğüm yapışkan salaklık oyunuyla özdeştir. herkes kendi hayatının güdümünde ben merkez kulesinde hapis. zaten asıl sorun bu olduğu için birbirimizden kaçıyoruz durmadan, boşuna " türkiye birbirlerini arayan ve ısrarla bulamayanların ülkesidir. " denmiyor. fıçı içerisinde yaşayıp elinde fenerle gece gündüz " adam arıyorum! " diye etrafını kendine güldüren saçı sakalı birbirine karışmış milat evveli dostumuzu saygıyla anmamak elde değil. etraf artık yanlış anlaşılmalardan geçilmiyor, dört bir yana kör kurşunlar sıkıp hedefi ıskaladığımıza şaşıp duruyoruz ardından. kadınlarla başım ne kadar dertliyse arkadaşlar konusunda da o denli şanslıyımdır ki her birini yılların süzgecinden ince eleyip sık dokuyarak telefon rehberine yerleştirmişim. salih'le arkadaşlığımız da çok uzun senelere dayanıyor. önceleri sağda solda görürdüm mahallede, çok konuşkan olmadığını biliyordum. devamlı koşturacak bir şeyleri, etrafında sohbete koyulduğu birkaç kişi, birini söndürüp diğerini yaktığı ucuz sigarası, siyah oltu taşı tespihini parmakları arasında döndürmesiyle tam bir şehir bitirimi olma yolundaydı o devirler. kaygan bir zemindir varoşların caddeleri, kim bilir belki de sadece anasının duaları sayesinde takılıp düşmeden hayatını rayına oturtmayı başarmıştı. altı aylık bir süreçte ortak arkadaşlar vasıtasıyla pek çok kez yan yana gelmemize rağmen doğru düzen konuşmadık bile. ben daha yaşlı olduğumdan ağırdan aldım ve varmadım üzerine. kötü içtiğimiz bir sahil gecesi her nasılsa yolu düşmüş muhabbete katılmıştı geç saatlerde. ayarımın kaçtığı bir sefere denk gelmiş olmalı ki dostlar refakatime salih'i kattılar eve yollanırken. yaptığım türlü soytarılığa o içen ve içenleri bilen vakur tavrıyla katlandığını hatırlıyorum. beni evime getirmekle kalmadı odama kadar da eşlik edip yatağıma yerleştirdi o gece. ertesi gün hatırımı sormaya eve gelmesi ve ona çay ikram etmemle kıvamını bulan dostluğumuz hiç aksamadı ondan sonra. tuhaf bir şekilde bana saygı duyduğunu hissediyordum, belli etmiyor ya da hareketleriyle dışa vurmuyor ancak yapmadıkları ve söylemedikleriyle ancak muhatabının anlayabileceği bir tavırla içerlerde bir yerde duyumsuyordum olup biteni. bir yönüyle benim, alıştığı çevresinden farklı olduğumu biliyor, diğer yönüyle yabancılara kapalı tuttuğum pek çok yönümü dostlarıma sonuna kadar açtığımı seziyor ve kendisini de onların arasına rahatlıkla yerleştiriveriyordu. kendince önemli saydığı meselelerinde benim fikrimi almak gibi bir olayı da mevcut, tabii yollardan mahallenin abisi gibi hissetmeme ve kendimi değerli varsaymama neden olan. rıfat'ın babası kara halil amca rahmetli olmadan evvel hastanede oğullarına vasiyet niyetine bir söz bırakmış; " önce gidin karınızı satın, sonra arkadaşınızı satarsınız ". kimse kimseyi satmasın hocam ne gereği var. çorum'dan kalkıp önce kadıköy balık pazarına yakın yerde çay ocağı, ardından fikirtepe dolaylarında kahvecilikle başlayan istanbul macerası küçük oğlu şeref'in uyuşturucu işine bulaşması sonucu gebze'ye kadar sürüklemiş kara halil'i. o devirlerde fikirtepe'ye yeni giren beyaz ölüm bir daha çıkmamış mahalleden ama bir vakit karadenizli bir mafya babasının belki kendi çöplüğünde kendinden başka bir iktidar istemediğinden ya da ailesinden birinin eroine alışıp bok yolunda telef olmasından dolayı mahalleyi bu illetten temizlemeye karar vermesiyle birlikte bir ara sekteye uğramış sokak aralarında al sat muhabbeti. başta şeref'in bütün arkadaşları olmak üzere ne kadar torbacı varsa saçları ve kaşları kazıtılıp, sıra dayağından geçirilip, falakaya yatırılıp sokakta dolaştırılmış ders niyetine. sadece şeref yırtmış paçayı babası sayesinde. rıfat'a gelince kendisi tam bir istanbul fırlaması olmasına rağmen dünyanın en kolay zengin olma yöntemi beyaz işine ve beyaz kadın ticaretine bulaşmadan hayatını kazanmayı bilmiştir. ileri derece de astım hastası olan ve bu nedenle sağlık kurulu tarafından yüzde altmış iş görememezlik raporuyla çürüğe çıkartılıp askere gitmekten yırtan şeref'te babasının o'na son emanetidir. rıfat inanılmaz yollardan para kazanır, bir bakarsın beş parasız gezer, bir bakarsın etrafa kucak dolusu para saçar. son dönemlerde ki yeteneği inşaat sektöründe faaliyet gösteren müteahhit firmalara komisyonunu alarak fatura temin etmektir. minibüsçülerden petrol ofisi sahiplerine kadar geniş bir ağın aracılığına soyunmuştur. para sorunu olan firmalarla tefecileri buluşturması, çeşitli entrikalardan yüz akıyla sıyrılması diğer yeteneklerindendir. bin bir türlü cambazlıklarla iş alan şirketler adlarına düzenlenmiş faturalarla masraf göstererek vergi kıskacından kurtulmak ve dönemsel para sorunlarını tefecilerle çözmek için başvururlar rıfat'a. ışık hızıyla iş bitirip aynı hızda aleme dalar ki esamisi okunmaz. rakı sofrasına sekiz on meze dizdirmeden oturmaz ama kaya dibinde sadece tuzlu fıstıkla bira içtiği vakitlerde o'nu daha çok severim. ne kadar çevresi olduğunu kendi bile bilmez, ama her türden adamla düşüp kalktığı halde soluğu salih'le benim yanımda almaktan da kendini alamaz. salih ile moda'da garsonluk yaparken tanışmışlar delikanlılık çağlarında. para harcamakla ilgili aşırı savurganlık huylarını o dönemlerden kaptığını salih ballandıra ballandıra anlatır hep. o dönemin en popüler ve en pahalı mekanlarından birinde epey bir süre çalışmış yol yordam öğrenmiştir istanbul jet sosyetesinin hizmetinde. ergen zibidilere kız arkadaşlarıyla baş başa kalabilecekleri loş masalar ayarlayıp onların aynalı sazan kıvamındaki pullarını yolmaktan, afyonlanarak mekana damlamış mafya babalarının her kül tablası değiştirmelerinde dönemin en büyük parasını ellerine sıkıştırmalarına kadar yüzlerce hikayeyi keyifle dinledim pek çok akşam.
burası istanbul, her yol mubah… insanlar ayakta kalmak için inanılmaz taktikler geliştirme yetenekleriyle donanmışlardır. ankara kıçı değirmen taşı saygın memurlar şehriyse eğer, istanbul sınırsız özgürlüklerin ince belli çay bardağında içilmiş bir yudum demli çayıdır. tökezlediğin an kimseden yardım dilenmeden kendin ayağa kalkmak zorundasın öncelikle. müthiş zaferlerin muhteşem yenilgilerle at başı koştuğunu ve her an bir tanesinin ipi göğüsleyip seni ele geçireceğinin gerçeğiyle yüz yüzesindir. en büyük suçlu istanbul'dur öncelikle. etrafa bakıyorum bazen, işporta tezgã¢hlarının başında kara saçlı kürt delikanlılar korsan cd, korsan kitap, porno yayınlar, kaçak sigaralar satıp intikam alıyorlar bir nevi istanbul'dan. gerçi sadece sultan mehmet burayı fethetmiştir bunu herkes bilir ama ondan sonra gelen nesillerin her biri, en azından ilk geldiklerinde kendilerini fatih ya da hiç olmazsa ulubatlı hasan varsaymaktan kaçınmamışlardır. hemen ertesi dakika gerçekleşen düş kırıklığı sonrasında, akla gelen tek şey istanbul'un buraya gelen herkese geldiği andan itibaren madik atıyor olmasıdır. ertesi, ömür törpüsü bir öç alma sürecidir. burada doğup büyüyen anadolu kökenlilerin de farklı yöntemleri var elbette. anladık istanbul derinden sarsar insanı, değerlerini yıpratır, kişiliği ters yüz eder, başa kakar, yürek pareler, el yakar. nimet de burada zillette. bir yanda vur patlasın çal oynasın bütün dünya akmerkez'den ibaret, tüm caddeler vali konağı, her semt nişantaşı pırıl pırıl hayatlar diğer yanda onları seyreden on milyon seyirci. bazen tirübünler sahaya inmeye yeltenirse de güvenlik güçleri eliyle yaka paça dışarı atılmaktır akıbetleri. ancak istanbul'a rağmen yaşamayı tercih edersen eğer seni seçen kısır döngü kaderimse çekerim türküsünü çığırmama şansına sahip olabilirsin. salih ayrık otu olarak seçtiği yeni yaşantısını kendi deyimiyle kadıköy ve gece hayatından elini eteğini çektiği zaman ancak kurabilmiştir. inatla ve hırsla çalışır ve askerden geleli beri ehli namus bir kızla evlenmenin hayallerini kurar. son işi bir tekstil fabrikasında servis çekmektir. sigortası olmasa da kazancı fena sayılmaz, kendine ve arkadaşlarına ayıracak pek çok zaman bulabilmektedir işi sayesinde. şükredecek daha çok şeyimiz ve daha bol vaktimiz vardı eski devirlerde. şimdi birinin işinin olması en büyük ve tek şükür sebebi mahallemizde. diplomalar çeşitlendi, sayıları arttı ve ekmek aslanın midesine yuva kurdu ahir zamanlarda. şeref'in " parasız adam, gereksiz adam " önermesi acı acı gülümsetir beni, ne zaman bu ahval üzere düşünsem. sigara gibidir işsizlik belası, tiryakilik yapar, baş döndürür, öldürmez süründürür. kendinden başka suçlayacağın kimse kalmaz git gide. sanki bu hayat seni aşağılamak üzere kurgulanmıştır, havva annemiz yasak meyveyi sırf bu nedenle ağzına götürmüştür, iskender hindistan seferine bunun için çıkmıştır, çanakkale bu sebepten geçilmemiştir. işi olmak aşağılanmaktan kurtulmak mıdır o da ayrı bir baş belası. duyuyorum her yerden kaprislere boyun eğmek ve ağız kokusu çekmek diye nitelendiriyor çoğu meslek erbabı iş hayatını. ya bu patron, amir kısmı arızalı ya bizimkilerde bir tuhaflık var. her mahalleden bir milyoner çıkmış mıdır emin değilim ancak pek çoğundan milyonlarca işsizin fışkırdığı aşikã¢r. en çok da işverenin hesabına dönüyor çark, daha ucuza, daha nitelikli iş gücünü istihdam etme yetkisine kavuşuyor bu durumda. çarkın dişlisine diş bileyenler şaşkın, kendileri mi dışarıda kaldılar yoksa kasten mi bırakıldılar? memnuniyetleri mi onları öfkeli öfkeli söyleten? hırsız olmamamın sebebi elime yeterince fırsat geçmediğinden mi, yoksa muhtaç olduğum kudret damarlarımda dolaşan asil kanda mı? burada basit türüyle yüz kızartıcı suçlar kapsamında dar anlamlı hırsızlıktan değil polisin avantasından iş bilir memurun sakalına, batık bankacılardan hayali ihracata, her türlü beceriye dayalı sebepsiz zenginleşmeden dem vuruyorum. adlar değişir, tanımlar farklılaşır, nitelik farkı mümkündür ve elbette anlaşılabilir kategoriler vardır ama eğer kıyının öteki yanındaysam hepsinin aslı astarının hırsızlığa dayandığını iddia edebilirim. küçük çaplı kolpocudan, hamutuyla götürülen deve kervanına kadar her birinin yolu açık olsun ve mümkün mertebe bana uzak dursun. bana değmeyen yılan ne kadar yaşarsa yaşasın ve her horoz kendi çöplüğünün bilirkişisi olmaya devam etsin. bana sorumluluk, duyarlılık, insani tepkiler koyma gereği, sevgi, barış, eşitlik, kardeşlik, özgürlük masalları sıralamayın beyhude yere. ilk gençlik çağlarımda çok daha heyecanlı ve sinirliydim her türlü memleket meselelerinde. ülserden kıvrılan bir mideyle basurdan muzdarip bir kıç hediye kaldı geriye. allahtan kahvehanede lavuk muhabbetine sardırmadım da bir filin bile ayaklarını yerden kesip, yatak yorgan yatıracak migren belasını başımdan uzak tutabildim. karamba karambita…
6

kravat takmadım ama ceket, gömlek, kumaş pantolon üçlemesini kuşanarak, siyah ve ona yakışan formlarını oluşturmayı becerdim sokağa çıkarken. nisan güneşinin hayata anlam yükleyecek derecede güzel ışıltılarıyla ferahlayarak sanki daha bir temiz, daha bir tenha, daha bir şefkatli istanbul bugün. kahveye gitmekti niyetim ama ekrem'in dükkã¢na uğramaya karar verdim. ekrem'in girmediği denemediği iş kalmamış neredeyse. bir kısmının kanunsuz olduğu üzerine söylentiler var arkasından. ben dedikodulara burun kıvıranlardanım. bir şey doğrulanması gerekiyorsa dobra ve muhatabından gelmeli. ekrem'i ilk tanıdığımda sert erkek tavırlarına gıcık olmuştum. leman dergisinin sayfalarından atlayıp dünyamıza düşmüş karikatürize giyim ve saç tarzı, argo ve üst perdeden konuşması epey bir süre uzak tuttu beni sonradan epey seveceğim bu dostumdan. bıçkındır, tehlikelidir, uçurum kenarı çocuğudur ve içine helva sarılmış ev yufkası kadar merhametli bir yüreğe sahiptir. bir keresinde arkadaşları bunu bir kavgaya götürmüşler, karşı taraf tedarikli ve kalabalık bir kadroyla karşılamış bunları. sadece ekrem kaçamamış, diğerleri tabanları yağlamışlar postu deldirmemek için. beş on kişi almışlar bunu evire çevire benzetmişler tekme tokat, en sonunda bir inşaata sığınmış ve oradan eline geçirdiği bir beş on tahtayla kuşatmayı yararak kendini kurtarmış. o gece yanıma geldi, dayak yediği umurunda değildi, dayak atanlarla da işi yoktu, o'nu götürenleri kafaya takmıştı. tüm ısrarlarıma rağmen hastaneye götüremedim, iç kanama söylemlerimi ağzıma tıkadı. "bırak ağabey yav, ağzına sıçacam hepsinin" diyor başka bir şey demiyordu. bira verdim, elini yüzünü sildim, kolonyayla dağladım yaralarını. bir türlü öfkesini dizginleyemiyordu, ".mına koyacam tümünün, bıraktılar beni sokak köpeği gibi tek başına orada" beni dinliyor ama kendi düşündükleriyle çok meşgul olduğundan pek kaile almıyordu. uyuyana kadar sürdü bu sağırlar diyalogu. "abi anam şimdi endişelenir diye gitmedim eve, bir telefon edeyim de meraklanmasın garip" o gece kurduğu en anlamlı cümleydi, geri kalanların tümü yarın tek tek yapacaklarına aitti. en çok da kedi cevdet'e kırılmıştı, "böyle değildi bu oğlan, neredeyse beraber büyüdük, beraber girdiğimiz kavgaların haddi hesabı yoktu" diyordu. "aç mısın?" diye sordum misafirperver bir ağabey olarak. başını salladı ve sigaraya yumuldu yeniden. sabah kalktığımda gitmişti, başta kedi cevdet olmak üzere diğer bitirim dostlarını ziyarete gittiğini biliyordum, bir kısmının o gün başının epey ağrıyacağını, hepsiyle köprülerin sonsuza dek yıkılacağını da. ekrem asla ertelemez, asla affetmez, asla peşini bırakmazdı kafaya taktığı kişisel davasının. sedat peker ve alaattin çakıcı hayranıdır ayrıca. "arkalarına koca bir karadenizi almışlar usta, yedirmezler istanbul'u karagümrüklüler gibi haytalara. adamların tek özelliği psikopat ruhları, nuriş gitsin sibel can'ın tüylerini yolsun, ne işi olur onun mafya babalığıyla" gibi sanki içerden biriymiş gibi ahkã¢m keserdi kahve köşelerinde. allah'tan hiçbiri ekrem'in farkına varmadı da garip anasını hapishanelere düşüp ya da bir çatışmada bok yoluna telef olup daha fazla ağlatmadı. semt pazarından benzin istasyonunda pompacılığa kadar işlere girip çıktı. "pompacı ekrem" dedikleri de olur o günlerin hatırasına. cinsel bir içerik taşıdığı ve salon kabadayıları arasında kullanıldığında sesini çıkarmaz ama az tanıdığı ya da sevmediği biri tarafından dillendirilirse posta koymayı da ihmal etmez, "bana sadece arkadaşlarım pompacı der, sen kim oluyorsun lan" diyerek tersler. bir ara üç kişi epey afili bir işin peşinden koşmuşlardı. büyük kulüp'te kumar oynayan kodamanlardan biri bunların elinden tuttu ve tuzla tersanelerinde bir kantin işletmesinin sahibi oldular. ihaleyi nasıl üzerlerine aldıkları hala karanlıkta kalan bir konudur. bir gün takım taklavat lacileri çekmiş, siyah güneş gözlükleriyle, güzel bir arabayı kahvenin önüne park etti. kadim dostları sevindi, diğerleri kıskandı ama ekrem eski ekrem'di. üç beş ay sonra ortaklarından bir tanesi içki, kumar, kadın üçlemesinin de verdiği ara gazla ekrem'i ve ortağını soyup soğana çevirip sırra kadem bastı. haftasına işe girmelerine ön ayak olan hamileri bunları beykoz'da ki konağına çekip bir güzel ıslattı. "paraya yanmıyorum ulan, itibarımı iki paralık ettiniz itler, bir daha tuzla'ya elli metre yaklaşın sülalenizi silerim istanbul'dan" diyerek bunlara mühlet verip parasına yüklü bir faiz işleterek geri istedi. bu tür adamlar üzüm yiyen köpeği pekmez sıçana kadar kovalamalarıyla meşhurdur. ekrem atladı otobüse rize'ye gitti, amcaoğullarından her sene gelen çay parasını bu sefer erkenden tahsil etmek ve mümkünse borç para almak üzere. sonra neyi var neyi yok satıp borçlarını kapatıp, mahallemize kesin dönüş yaptı. kendine yamuk atan arkadaşını tüm aramalarına rağmen bulamadı ve içki içerken sıraladığı tehditlerin çınlaması uzayda yankılanıp duran ve kaybolan hoş bir seda olarak kalıncaya kadar küfretmekten kendisini alamadı. bir zamanlar çalıştığı berber rüstem amcanın yanına kalfa olarak girdi ve halen irtibat bürosu olarak kullanıyor dükkã¢nı. rüstem amca, ekrem'in geniş çevresinin de etkisiyle işinden memnun ama kenar mahalle kabadayısı tavırlarına da kıl oluyor içten içe. bir keresinde beni bile aracı etti. "konuş şununla, senin sözünü dinler, içmenin sıçmanın, kavga gürültünün sonu yok, nerde başıbozuk bir hırpani var bunun arkadaşı" diye beni doldurdu. doğal olarak içki eşliğinde açtım konuyu, ne kulak astı ne de söz dinledi. sadece "söylerim az gelirler mekã¢na." diye bağladı muhabbetin sonunu.

"selamünaleyküm!" daldım içeri, ekrem tezgã¢hta bir müşterisi ile meşgul. gözleri ışıdı "hoş geldin baba, otur keyfince" gazetelerin sıralandığı sehpanın arkasına kuruldum. "lan cezmi, çay söyle selim abine" diye seslendi çırağa, müşterisine de çay isteyip istemediğini sorup "üç olsun oğlum, canın çekiyorsa kendine de al." dükkã¢nın önündeki telden çamaşır kurutmak için kurulan tezgã¢ha yıkanmış havluları asan cezmi fırladı gitti anında. berberlerle müşterileri arasında kurulan o özel ilişkiyi baltalamamak üzere gazeteye gömüldüm. aynı teraneler, neden mizah duygusu bu denli az bu gazetelerde. asık suratlı köşe yazarları kabız oldukları bir sırada çektirdikleri fotoğraflarını köşe başına asmışlar. alt tarafa döşedikleri yazıları da kurtlanmış keçiboynuzunu anıştırıyor. yoruluyorum, sigaradan medet umuyorum son çare olarak. cezmi çay tepsisini sallayarak getiriyor. ekrem fırça atıyor "niye sen getiriyorsun çayı?" diyerek. mahcup ve sesini çıkarmadan dağıtım yapıyor. iyi bir bahşişi hak etti şimdiden. müşterinin kulak kılları ispirtoya batırılmış bir ucu pamuğa sarılmış kalın bir tel marifetiyle yakılıyor çay sonrası. kaş ve saçlar elle siperlenip kulağa yaklaştırılıp çekiliyor yanan pamuk. ihtiyarlığın şeref madalyasıdır kulak kılları erkek adamda. kulak kılı işlemi aynı zamanda tıraşın sona erdiğine işaret. kolonyalar ikram ediliyor, rötuşlarla uğraşılıyor ve "sıhhatler olsun" temennisiyle sona erdiriliyor tören. cezmi cekete yelteniyor hemen, yumuşak bir fırçayla omuzlara düşmesi muhtemel kıl artıklarını temizliyor ve ceketin giyilmesine refakat ediyor. "eline sağlık usta, borcumuz?" "beş lira" beş lira cüzdandan özenle çıkartılıyor, paranın bütün olarak sunulması sonucu cezmi'nin bahşişi arada kaynıyor ve çekip gidiyor adam. ekrem aletlerini yerine yerleştirip, tezgã¢hına çekidüzen verdikten sonra yanıma oturuyor. rüstem amca yine hastaneye gitmiş, romatizmaları tat vermiyormuş epeydir. lafı evirip çevirip bana getiriyor, meraklı gözlerle kılık kıyafetimi tartıyor. durumu izah ediyorum, iş görüşmesi için akşam kadıköy'e gideceğimden dem vuruyorum. seviniyor hemen, gözleri ışıyor, kelimeleri canlanıyor. demek ki etrafım benim işsiz halimden endişeleniyor epey zamandır. insanın kendi sorunlarına yakın duran kişilerin yanında olması çok büyük bir şans. umutlandırıyor hayata dair ve tahammül etmeme dayanak oluyor. bir ara beni koltuğa oturtup saçıma çeki düzen veriyor ekrem ve ense kıllarımı alıyor özenle. cezmi'yi iddaa kuponunu yatırmaya gönderiyorum ve geri döndüğünde cebine bir miktar bozukluk sıkıştırıyorum. bir iki müşterinin dükkã¢na damlamasıyla beraber gitme vaktimin geldiğini gösteriyor saatler. biz işsizler sınıfı duyarlı davranmalıyız işi olanlara, onları gereksizce meşgul etmeden ve işlerinden alıkoymadan takılmalıyız yanlarında. "hayırlı işler" diyerek ayrılıyorum dükkã¢ndan, yürüyüşüm bile yabancı geliyor bana bu kıyafetlerle. daha dik duruyorum ve kendinden emin adım atıyorum sanki. pozitif enerji manyaklarına benziyorum hafiften, " her şey çok güzel olacaktan" "ölmek için güzel bir güne" dönüşmek istiyorum ama elvermiyor güneş. kahvehaneye gitme fikri, kılığım kıyafetim sebebiyle olur olmaz herkese izahat yapmak zorunluluğunu çağrıştırdığından çekici gelmiyor artık. atlayıp kadıköy'e gitmek daha iyi, en azından rıhtımda oturup saçıma rüzgã¢rla fön çektirmek mümkün ancak meç yaptırmak imkã¢nsız, zaten meç yaptırmanın mantığını anlamak ta kabil değil. kadınlara yakışabilir ama erkeklerde nuri alço devrinden sonra kalsın hocam ben almayayım. aşağıya doğru yürüyüp e-5 karayoluna iniyorum. bugün benim şanslı günüm herhalde, tanıdık dolmuşçu rast geliyor iyi mi? çankırılı recep abi neredeyse dolmuşçu ã¢leminin lakapsız tek şoförü. çankırılıyı lakaptan sayarsan çok çok öyle anılır. recep abi emekli, başında saçı yok, ağzında dişi yok, elde yok avuçta yok, ama götürdüğü kadının haddi hesabı da yok. tip dersen çarşamba pazarından biraz hallice ve recep abi fahişelerle iş tutmaz gel de akıl sır erdir. çüküne bal çalmış babası doğarken derler de duy da inanma.
"selamünaleyküm, hayırlı işler!" recep abi yan koltuğu boşalttırıyor hemen. "abicim sizi şöyle alalım biraz, hatırlı misafirim var" diyerek, zaten böyle bir surat kime ne derse muhatabına itaat etmek düşer sadece. dolmuşçu tayfasının kavga dövüş işlerinde dayanışma içerisinde olup ã¢leme nam salmaları da başka bir şehir efsanesi. bırakalım sosyete zevatının kimin eli kimin .ötünde muhabbetini şenay düdek gibi ucubeler üzerine vazife bilsin, bizim payımıza da kendi safımızın kahramanları düştü hemşire. şenay düdek hiçbir dolmuşa bindiğinde şoför koltuğunun yanında ki koltuğa oturup sigara içemez, ya da direksiyonda ki arkadaşına yardım ayağına müşteriden para toplayıp hesap üstü veremez, yolun sağını kollayıp el eden potansiyel müşterileri şoföre bildirmez, ben de mermerci'nin kızlarına yüz metreden fazla yaklaşamam, realite bu. recep abi ülkücü olduğunu iddia eder, cep telefonu melodisi "ölürüm türkiye'm" türküsüdür, ekranında üç hilal ile dolunaya başını dikip uluyan bozkurt amblemi vardır ama en çok sevdiği türküde selda bağcan'dan aşık mahsuni şerif'in ‘yuh yuh' türküsüdür. saz çalar kıyısından köşesinden ve ne zaman neşet ertaş'tan "kaşların karasına" yı dinlese o sıra takıldığı kadını arar. "türkü dinledim de aklıma geldin sevdiğim" diyerek. her seferinde aynen böyle olur. "recep abi hepsinin mi kaşları kara yahu?" dersem de "he valla öyle yeğenim" diye geçiştirir, bazen gösteriş niyetine hatunu ön koltuğa oturtup, işi paydos edip mahallede dolmuşla gezindiği de olur. takılırlar ertesinde "anneanneni gezdiriyormuşsun dün akşam" diye, hayatta lafın altında kalmaz, küfrü yapıştırır anında. "çok istiyorsan senin ebeni de gezdireyim" karabiber soslu mısır patlağı, satre'nin bulantısı, alaattin'nin lambası, tansu çiller'in çiftliği. bu ã¢lemde gözün açık sırtın pek olacak, diline hükmedeceksin. istediğini söyleyen istemediğini duyar ne de olsa. dolmuşçu tayfası şoför ve mal sahiplerinden oluşur. hatlı minibüsün plakasıyla birlikte değeri yüz tane asgari ücretli işçinin yıllık kazançları toplamından biraz fazladır. şoför benzini tamamlar, patronun parasını çıkartır, geriye ne kalırsa yevmiyesini cebine kor. kırk lira ve üzeri günü kurtarmaya yeter de artar bile. günde iki paket sigara, sabah çorba, akşam ızgara, kã¢hya parası, çay molası derken para kuşa döner ama günde bir kerede olsa saatini yakalayıp aynı seferde arabayı birkaç kez doldur boşalt yaparsa yeterlidir günü kurtarmaya. dolmuşçu esnafının sahte paradan kaçak silaha pek çok karanlık işe bulaştığı söylentisi yaygınsa da sayıları azdır ancak küfür etmeyenine henüz rastlamadım ben. en çok da kendi aralarında döner küfür muhabbeti. gruplaşma vardır aralarında ve hat uzun, dolmuş sayısı fazladır güzergã¢hta. martıların ekmek kavgasına benzer direksiyon başında para kazanmak. son dönemlerde polis de musallat olmuştur harem-gebze hattına, ayakta yolcu taşımaktan basarlar cezayı köprü altlarında. kırk dokuz yeni türk lirası ve on ceza puanı. işbilir maliye bakanımızın yeni taktiklerinden biridir belki bu yöntem, belki de küçükken annesi evini terk edip şoföre kaçmış bir trafik şube müdürünün beyin kıvrımları arasında sıkışıp kalmış intikam ataklarıdır. bizim gibi işsiz güçsüz tayfasına da böylesi kılkuyruk komplo teorileri yakışır, elhamdülillah.

recep ağabey usulen uzattığım yol parasını elimi tutarak geri çeviriyor. esnaflığın lonca teşkilatından bu yana yazısız kanunlarından biri de budur. hareme yolum düşerse bana çay söyler gerekirse yemek ısmarlar yine elimi cebime attırmaz. bir ara bizim mahallede ikamet etmesi ve benim takıldığım kahveye uğramasıyla başlayan ilişkiler zinciri bu minval üzerinde yürür bu ülkede ve sırf bu nedenle ben başka hiçbir yerde yaşamak istemiyorum ölene dek. eğer küreselleşme ve post-modernizm denilen cenabet düşünce tarzı memleketime sirayet ederde bu hasletler de tarihe karışırsa son kalesi de düşmüş bir imparator gibi ya canıma kıyacağım ya da kendimi bir eve hapsedip kimseyi hayatıma bulaştırmayacağım. e-5 üzerinden haydarpaşa numune hastanesine epey sürüyor yolculuğum, malum köprü yenileme çalışmaları ‘büyükşehir belediyesi çalışıyor' tabelaları eşliğinde tam gaz ilerlemekte, ilerlerken bizim de canımıza ot tıkamakta çok şükür. recep abiye "hayırlı işler" diyerek iniyorum durakta. burası harem'e on dakika mesafede ki son durak. yukarı köprüye çıkıp hastanenin giriş kısmının önünde ki ışıklardan karşıya geçiyorum ve beni beş dakika sonra kadıköy'e ulaştıracak dolmuş taksiye biniyorum. on yedisinde saçları kızıla çalan delikanlı kızlar kadar güzel it oğlu it. her taraftan insan fışkırıyor, hemen rıhtıma atıyorum kendimi. eskiden işgal edilip çayhane olarak hizmete sunulan işletmelerin yerinde yeller esiyor, çiçekçiler ve canlı hayvan satan dükkã¢nlar da kaldırılmış. uyuz üç beş oturak konup istanbul ã¢şıklarının hizmetine sunulmuş ki boş yer bulabilene aşk olsun. buradan moda da ki yelken kulübe kadar sahilden ilerle her kuytuda kapısı içerden kitlenmiş bir kapalı mekã¢n bulamamış çiftlere rastlarsın. yeterince hanzo değilsen göz ucuyla süzüp, geçip gidersin, ama su katılmamış kalassan onları bir şekilde rahatsız edersin ki pek de işe yaramaz sonuçta. en çok yüz metre ötede bir başka yer bulunur nasılsa. ã‚lemin derdi beni geriyor bugünlerde. adamakıllı sıcak var ve canım buz gibi efes bira çekiyor, iş görüşmesine bira kokan ağızla bir gitmek de daha en başından işe alınmamayı garantiler. naneli sakızın üretilme sebebini idrak ederek, bir ağaç gölgesi bulup denize karşı bira içiyorum sonrası. istanbul gümbür gümbür akşama hazırlıyor kendini. çığırtkan kuşlara benziyor biraz, her bir yandan farklı bir ses fışkırıyor. okulu askıya alıp gezinen liseli çocuklarla dolu etrafım. kızlar erkek gibi konuşuyor, erkekler de erkek gibi konuşmaya çalışıyor. kravatlar biçimsizce salıverilmiş, gömleklerin kolları katlanıp geriye atılmış, her biri ayrı telden çalan envai çeşit saç biçimleriyle dudak arası sigara tabloyu tamamlıyor. dünya umurlarında değil gibi davranıyorlar, önemsenmek istiyorlar ama dünya da onları ..klemiyor evrensel birleşik kaplar teoremi gereği. .okunda boncuk arama evresidir lise çağı. ben var olmak üzereyim, ben de farklı bir şeyler var, mafya üyesi ile maden mühendisliği okumak arasında bir yerlerdeyim ama su ürünleri fakültesinden mezun olup gardiyan olma ihtimalim de mevcut. fizik dersinde ivme denilen bir baş belası ile başa çıkamıyorum ancak beş lira ile üç gün geçinmenin ne demek olduğunu öğreneli epey oluyor. ihtilal sonrası özal zamanına denk düşer benim lise çağım. yabancı sigara yasağının kaldırılması ile kaçakçıların ekmek kapısı kapatılmış ve yüklü vergi bindirilerek vitrinlerde yerini almıştır sigaralar albenili paketleriyle çeşit çeşit. o sıra orta anadolu'nun ağaçsız şehirlerinden birinde dayak yiyorum öğretmenlerimden ben gün aşırı. tuhaf bir oyuna dönüştürmüşüz her şeyi "kalk ulan tahtaya" "ulan deme bana" "terbiyesiz, çık sınıftan gözüm görmesin seni". saçımızı elle kontrol ediyorlar örneğin her pazartesi, müdür yardımcısının elinde bir makas, önüne geleni kırpıp gönderiyor geri, limon suyuyla yapıştırmışım sertleşmiş saçım ama cin gibi it oğlu it yemiyor numaramı ve derin bir kesik atıyor alnımın üstüne. çizik karizmayla eve dönüyorum berber parası almak için. berber gülerek karşılıyor bizi, sabah sabah yevmiyeyi doğrultmanın keyfiyle. rahmetli ahmet kaya boşuna dememiş "kırk yıl su değse bir .ikim olmaz mermere, hayatta güvenme ibne ile berbere" diye. okul idaresinin berberler odasıyla işbirliği yoksa eğer, evren paşa'nın askeri yönetiminin sivil yaşama yansımaları bu uygulamalar. kafam bozuluyor, sıfıra vurduruyorum saçımı. diğer arkadaşlarım da bana uyuyor, güneşin altında ampul gibi parlayarak dönüyoruz okula. girişte karşılıyorlar bizi, bu sefer de protesto ediyorsunuz diyerek disiplin kuruluna veriliyoruz hep birlikte. benim gauss yöntemiyle ardışık yüzlerce sayıyı toplamayı öğrenmem gerekirken saçımın iki santimden uzun olması sebebiyle okuldan uzaklaştırma cezası almam aklıma sığmıyor ama kalorifer dairesinde sigara içerken yakalanmamla birlikte tekrar cezalandırılmamı bir nebze olsun kabul edebiliyorum. öğretmen tayfasının bu osuruktan terane işlerle uğraşmasından kelli her şeyden yarım yamalak öğrenerek üniversite seçme sınavlarına hazırlanıyoruz ve o saatten itibaren hayata bir sıfır geriden başlamak zorunda olduğumuzu fark ediyoruz. ingilizce dersi içerisinde barındırdığı ‘.m' yardımcı fiili nedeniyle bizde alay konusuyken zengin tayfası çatır çutur ingilizce konuşuyor kendi aralarında. daha sonraları tüm gramer kanunlarını öğrenmeme rağmen ingilizceden nefret etmemin kaynağı bu yıllara dayanır. matematiği sevmeme rağmen matematik hocalarından nefret etmek de öyle. çağrışımlar tanrı'sının emanetine saygı duyarım ben her seferinde o'da sağ olsun hiç boş koymaz beni. bu yüzden biraz tuhaf bu duruş. gerekli gereksiz pek çok şeyi hatırlama rahatsızlığı veya boş işlerle beyni meşgul etme zırvalığı adlarından birini verebilirim buna. gerçeğim olurlar kendileri, değiştiremem, çaba göstermek işe yaramaz.

bir sabancı iş performansıyla kendini ölçer, köylünün teki son model traktörüyle hava atar, genel kurmay başkanı öldürttüğü terörist sayısıyla övünür, tansu çiller servetinin kaynağını çıkınla açıklar, murathan mungan "bu ülkede her şey olunur ancak rezil olunmaz" der, demet şener herkesi sıraya dizip ibrahim kutluay'la evlenir, dikembe mutombo ribaunt kralı seçilir, sevda demirel orospu olmadığını iddia eder, semra özal, fatih ürek'in şarkı söylediği barda puro içer, ayşegül tecimer yirmi bir yaşında ki sevgilisiyle kavga eder, sezen aksu beşinci kocasını boşar, it ürür kervan yürür, selim seyreder. ara sıra da kendinden ufak boylu kaşları biçimlice alınmış kızlardan dayak yer ve onlara ã¢şık olduğunu iddia ederek avunur, kendini acındırır, acılarından kule inşa edip boş vermişliğe sardırır, yalnızlığına tahammül edebilme gücüyle öğünür, kurda kuşa, börtü böceğe, çayıra yeşile gitme sevdalısıdır, zeki olduğunu varsayar, ailesine uzakta oldukları sürece bağlıdır, dostlarını satmaz, düşmanlarını ağlatmaz, ne ota ne boka yaranır, kendi boşluğunu neden doldurduğundan bihaber ortalıkta salınır durur. müslüman olmasa komünist olmaya karar verecektir, liberal olduğunu varsaysa da tuzu kuru sınıfından olmadığının da bilincindedir, hem onların ne menem bir sınıfı temsil ettiğini de anlamamıştır, sütten çıkmış ak kaşık olmadığını bilir, kızlarını orta sınıf arızalılar grubundan seçer, tek gerçeği beşiktaş taraftarı olduğudur, o da türetilmiştir. ak .öt kara .öt belli olmamıştır bu memlekette atatürk öleli beri ve selim efendi neye inanacağını şaşırıp allah hariç hiçbir şeye inanmamaya özenmiştir, ancak sıkı bir günahkar olmaktan da yakasını kurtaramamıştır. "laik sistemin yaratığıyım ben" diye sisteme giydirirken, içerden bir sesin "hassiktir lan!" diye çığlık çığlığa at koşturduğunu hisseder. her fırsatta belediyeye küfrü basar, devlet dairelerinin azılı düşmanıdır, statükodan sıkılır, bürokrasiden darlanır, politik kasttan haz almaz, aristokrasiden nefret eder, burjuvaziyi aşağılar, üstün insan kavramına .ötüyle güler, parayı sevmez, övünmeyi bilmez, gözyaşını silmez, türkü dinler, halay çeker, ağzı kokar, burnu akar, dümdüz bir adamdır nihayetinde. su akar, deliler bakar, selim de kendi tarifini kendi eliyle yapar.

artık gitme vakti hoşça kal kardeşim deniz, bir borsa şirketiyle iş görüşmesi yapmam ve onlara kendimi beğendirmek gerekiyor şimdi.
tiran

1

kapıda karşılandım ve bir sandalyede beklemeye alındım. içerisi klimanın da etkisiyle yapay bir serinliğe sardırmış kendini. dümdüz ve bembeyaz bir duvarı boş bırakılmış ve önüne sıra sıra lüks sandalyeler dizilmiş, cep sinemalarından biraz daha küçük bir salon. diğer tüm duvarlarda büyük boy resimler var, daha çok manzara ve çiçek. duvarı boydan boya kaplayan pencerelerin iki yanında kalın kadife perdeler var. karşı duvarda yan yana iki pano ve üzerinde mahkeme duvarlarına yakışır tarzda daktilo yazısından fotokopi edilmiş resmi tebliğ yazıları. hem çaycılık hem de güvenlik olarak iki işi üstlenmiş ancak tek maaşla, üstelik asgari ücretle istihdam edilen konuşkan bir delikanlı ilgileniyor benimle önceleri. ilk bakışta alevi olduğunu düşündürten kara kaş kara göz sırım gibi bir delikanlı. samimiyet kuruyoruz anında, ne de olsa aynı sınıfın farklı versiyonlarıyız. bir ara lavabonun yerini sorup, aynada saçıma başıma çeki düzen veriyorum, dişlerimi suyla serinletip parmaklarımla ovuyorum. tekrar salona dönüyorum ve özgeçmiş denilen kã¢ğıdı gönderdiğim odadan beni çağırmalarını bekliyorum. birkaç kişi dolaşıp duruyor etrafta, ellerinde tomar tomar kã¢ğıt var genellikle ve bilgisayardan cızırtılı sesiyle çıktı alınıyor durmadan. çaycı çocuk bir çay daha getiriyor, yine bir sürü şey konuşuyor benimle, ismi talip, çıktığı bir kız var, laf arasında kızın ailesinin görüşmelerine sorun çıkaracağından bahsediyor bir de üstü kapalı. alevi olma ihtimali gittikçe daha güçleniyor şimdi. böyle de bir sorunu var bu ülkenin, eski kulağı kesiklere göre daha farklıymış önceden. yetmiş seksen arası türkün ateşle imtihan edildiği yıllarda, aşırı sol cenah alevi nüfusa el atmış ve birkaç ilde esaslı bir bölünme ve çatışma gerçekleşmiş iki topluluk arasında. bu illerden bir tanesi de benim doğduğum yer. alevi hemşerilerimin büyük çoğunluğunun o olaylar sonrası istanbula göç ettiğini bilmiyorum daha o zamanlar çocuk aklımla. yaşadığım her şeyi sonradan kitaplardan okuyarak öğrenmek gibi bir mevzuum var benim. teyit edilmesi anlamına yakın biraz. alevileri de okudum dinledim ama kafam epeyce karışık bu konuda, ifadeleri kapalı ve dogmatik. ben türkülerini severim, eski nesil alevilerin misafir ağırlamadan yeni doğan çocuğun beşiğinin kenarına saz asma türü adetlerini severim, demokrat yaklaşımlarını severim. ancak azınlık olarak kendilerini ifade etmeleri ve acılardan müteşekkil bir geçmişi süsleyerek üstlenmeleri bana anlamsız gelir. yavuz sultan selim düşmanlığından, nüfus kã¢ğıdından din hanesinde islam yerine alevi yazılması mahkemesine, chp partisinin sözde din ayrımını her fırsatta reddetmesine karşın seçimlerde belli bazı illerde sadece alevi adayları parti listesine almasına kadar pek çok imge ve oluşumu benim küçük aklım almıyor. kimsenin inancıyla derdim yok, sadece tarihe not düşüyoruz kıyısından köşesinden. bir keresinde çocuğuz daha, yaşlı komşumuz gülbeyaz teyzenin tavuklarını ürkütüyoruz oraya buraya koştururken "yezit'in dölleri" diye bizi azarlıyor. kim ulan bu yezit? ve nereden onun soyu oluyoruz? herkeslere soruyorum, tık yok. iki grup arasında kız vermeme gibi bir gelenek söz konusu o günlerden miras. işin cinsiyet ayrımcılığı kısmını anlatmaya bile değmez, onu da sevgili feminist kadın yazarlarımız simone ve satre'nin etkisinden kurtulup fırsat bulduklarında çözsünler. "gerçekçi ol imkã¢nsızı iste" der altmış sekizli fransız çiçek çocukları. feminist türk kadın yazarlarından çözüm beklemek imkã¢nsız ötesi gerçeküstü bir durumdur yaz bunu da bir yere. şimdi bilmem ne zaman yaşamış, kim bilir neler yapmış ebu süfyanın torunu olduğu bilinen şahsın benimle ne kadar bağı varsa, kuantum fiziğinin de bölgesel, ırksal, dinsel, etnik fanatizme o kadar etkisi var hacım. alev alatlı ablamız, bu konuya açıklık getirirse şu günlerde ezcümle haberdar olur, yüreğimize su serpilir, önümüz aydınlanır, kulaklarımızın pası açılır, dilimizin bağı çözülür. valla burada biri var!..

ben bu düşüncelerle epeyce dağılmışken, talip yanıma geldi ve nihayet kabul edildim kraliçenin huzuruna. odaya girip kenardaki sandalyeye iliştim, bir süre bilgisayarla uğraştıktan sonra "talip" diye seslendi. gözlerini üzerime dikip bir müddet tarttı beni. göz temasının .mına koyum, eğdim başımı yere, sıkılıyorum olduğum yerde. mal pazarında satılık koyun klişesi. kavun olsa dibini koklarsın, karpuz olsa şaplak atıp sesini dinlersin, at olsa dişine bakarsın, benim neyime bakıp da tartıya alacaksın. orta anadolu'dan miras yanık ten, asimetrik yüz hatları, kemiksiz boksör burnu, alnı öne çıkaran önden dökülmeye başlamış saçlar, alkollü gecelerin mirası gözaltı torbaları, rengi belirsiz uyuşuk uyuşuk bakan gözler, az önce ekşi limon yemiş gibi bir ifade, sanayi çırağı artığı yanı yöresi çizik kalın ve uzun parmaklar, orta ayar tezgã¢htar giyim tarzı, eğik duruş, sert bakış, umutsuzluk felsefesi, buhranlı yaşam tarzı, ceviz kabuğu geçmiş, bok içinde badem sevdalar, gülkurusu, tuz kokusu, ucuz şarabın cam bardak dibi tortusu, elma şekeri, muz kabuğu. kadın bana baktığında bunları düşündüğümü anlamıyor elbette ve ben de anlatmaya pek hevesli değilim zaten. orta yaşın üzerinde ve son demlerini yaşıyor güzelliği. sutyenle desteklenmiş göğüsler büyük ve biraz eğilse "çorumla sungurlunun arası, yaktı beni gözlerinin karası" türküsünü çaldırtacak cinsinden beyaz gömleğinin üst düğmeleri açık bırakılmış. elbette saçlar sarı ve sabah çekilen fönden eser kalmamış şimdi. "bu memleketin esmer yaratılmış sarı saçlı bayanları birleşin" deseydi karl marks, edirne'den ardahan'a kadar sayıca epey fazla bir taraftar kitlesi olurdu kendine eminim. şimdi bunların bir de dernek falan kurduklarını düşünün, diyelim ki dernek başkanlığına da bizim müstakbel müdire seçilmiş olsun o dönem. bir masa etrafında toplanıp önlerinde çay kahve "sarışın kadın aptaldır" sorunsalına sahte sarışın olarak çözüm aradıklarını hayal edin birde. aman sabahlar olmasın, güneş bir daha doğmasın, kurbağalar kısır kalmasın, kurtlar sisli havalarda dışarı çıkmasın, kargalar beyaz gömleklerimizin üzerine sıçmasın.

önemli biri olduğunu düşünüyor, o öyle sandığından etrafında ki herkesin de buna biat etmesini ister bir hava hã¢kim odaya. isimlik tabelasında müdüre yazısı özellikle büyük yazılmış, sıfatların isimleri gereğinden fazla tamlamaları herkesin işine geliyor olmalı. varsayalım bir gecekondu mahallesinde bir akşam kız istenmeye gidiliyor. çikolata, çiçek, takım elbise üçlemesi tamam. "siz ne iş ile meşgulsünüz hamdi bey?" "hademeyim ben aşağı mahalledeki ilköğretim okulunda, ya kızımız nerede çalışır?" "uluslararası yabancı bir firma da yönetici asistanı" "öyle mi? bizim hıdır da çok uluslu bir firmanın kirli tabaklar servisinde temizleme uzmanı". birleşmiş milletlerin anasını eşşekler kovalasın sabaha kadar, tezgã¢htarına satış temsilcisi adını verdiği halde asgari ücretle çalıştıran ve aylık ssk primini yatırmaktan imtina eden, vampir kırması kapitalist patron zihniyetinin de öyle. solcu senaristlerimiz bunalım altmış sekiz kuşağını anlatmaktan vazgeçip esaslı bir konuya parmak bassalar kurbağalar kısır bilirim, öte yandan "halk bizi anlamıyor, biz sanat yapıyoruz" teranesinin, beceriksizliğin süper ego sayesinde perdelenmesi anlamına geldiğini de iyi bilirim. halk denen güruha inanmadan, ne alçak perdeden ne de bir basamak yukarıdan yaratılmadığını bileceksin bu sanat manat işlerine bulaşacaksan eğer. manatı kırkından sonra resimle uğraşan emekli müsteşar karılarıyla, şiir yazan ibnelere bırak ve asla sanat yapıyorum diye ortaya çıkma bu memlekette. olabilecek en boktan sıfattır, hele bir de meslek olarak nitelendirilmişse durum haddinden fazla tehlikeli bir hal alır. gazetede bir haber, son albümünü çıkarmakta olan kadın sanatçımız malezya usulü rejim yaparak bir ayda beş kilo verdi. iki gün sonra ilk klipini çekerek götünü bacağını, göster ama verme tarzında sergileyecek televizyonlarda ve biz toplum olarak onun kasetini alarak ulus da yeni bir villa almasına katkıda bulunacağız. ne güzel istanbul! yaşasın korsan, kahrolsun sanat. ne diyorum ben yahu? zehirleniyorum hafiften ve ortalığı kana bulamakta sakınca yok amcası.
/
tümünü göster