sevgili evrim;
benim saydığım üçüncü tutuklanışını f tipinde geçiriyorsun. dinlediğimiz onca şeyden eser var mı, mesela margarine batırılmış atletlerle çay demliyor musunuz merak ediyorum, ama daha çok bu sakin ve rahat halini merak ediyorum. hep aynı değil mi kavganın kıvırcık saçlı bacısı...
senden mektup beklerdim ulucanlar'da, şimdi senin mektup beklediğini hatırlamak için günlük yaşamın tatsız silkelemeleri ile boğuşmalıyım önce, sen mektupların arasına garfield yaprakları sıkıştırırdın. bir de siz kale semtini görürmüşsünüz koğuştan, bak unutmam nasıl içime dokunurdu, vurulma kaygısı ile tırmandığımız pencere kafesinden göre göre seyranbağlarından üç ev görürdük, bir de asfalt yol. garfield konusunu ise ucuz bir sataşma olarak değerlendiriyorum, ben o vakit 50 günlük direnişin ardından 55 kilo kalmıştım, şu kadar benzerliğim olduğunu kabul etmem. ayrıca 11 eylül olmuştu ki o vakitler konuşmak için ciddi konuydu bu.

mektupların duruyor bende, belki vakit olursa sırf teşhir etmek için özensiz yazını yayınlayabilirim de.

bütün bu eskileri bir kenara bırakarak ve merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak... sahi duyuyordunuz 14'ten anma yaparken çıkan seslerimizi. bırak bunları hücreleri de konuşmayalım,şirintepe ve tuzluçayır'ın soğuğuna denk gelen hücre direnişlerini... babanı merak ediyorum mesela, geliyorsa yanına durumunu, biraderi illa ki ne heveskar çocuktu. ve çokça seni merak ediyorum, dünyanın en köhne gecekondusunda astım nöbeti geçirip sonra da hiçbir şey olmamış gibi "konuya dönen" seni, yahut bir türlü anlamadığım şekilde yaşlanmayan seni -hala liseli gibi duruyorsun- belki işte geç kalmayı ilke edinen seni veya güleceği zaman boynunu tutan seni. eskimediğinin farkındasın değil mi?

iki numara büyük botlar giyerdin, ilmiye teyzelerin yokuşta... biliyorum ne çok...
acıktığımız bir zamandı, bayat ekmek kırıntılarını tavada kavuruşun, yoğurt bile yoktu.
hiç sıkılmadın evrim, hiç yorulmadın, bilsen ne çok anlatırdım seni çocuklara, kıvır, kıvırcık...

boşver bunları, yarıda bırakınca insan biraz duygusal oluyor, çokça dinlemeye değmiyor. oraları anlat, hava saati sınırlı mı, sayımlar zor mu, fazlası sen nasılsın? biliyorum cevabını yayine de duymak isterim. "ben iyiyim, her şey yolunda, tolstoy okudum bu hafta" diyeceksin. be kızan, her şey eskiyecek sen ve çocuk ellerin eskimeyeceksin. resmine baktım saçların beyazlıyor, boyayalım çıkınca, bir de çıkınca...

çıkacaksın, umarım yakında.
sevgili gülnur;
bugün garip bir haber okudum, şaşırabilmek isterdim şaşırmadım; tecrit uygulaması sıkılaştırılıyormuş ve evrim "henüz bilinmeyen bir nedenle bir hafta tek kişilik hücre cezası" almış. tek kişilik hücrenin "ceza" olduğunu artık kabul ediyorlar sanırım, bir zamanlar bunun bizler için kötü emellere alet olmaktan kurtuluş olduğunu savunuyorlardı, yine şaşılası değil. zamanında mamk'ta tabut hücreler vardı, zamanında dediğime bakma hala vardır, içinde mahkumun dikilemediği sadece çömelip kamburunu çıkararak oturduğu, şimdi tek kişilik olması yeterli mi acaba, yoksa fiziksel güçlükleri de varmı, bunları evrim'e soracağız. ilk ceza alanın evrim olmasına da şaşırmadım, bizde de öyle olmuştu, deneyimli ve direnmek konusunda yol gösteren her kimse ilk onu alır götürürler, buna rağmen şimdiye kadar zindan yaşamının temel kuralını öğrenmişsinizdir: "diyorlarsa yapma!" ama asıl hala garipsediğim, nedeninin öğrenilememiş olması. şimdi sen o hareketin içindesin anlamazsın, ama bir düşün ankara'da, burnumuzun dibinde ve her devrimcinin 3-5 avukatta vekaleti varken üstelik, bir mahkumun aldığı cezanın nedeni öğrenilemiyor. tecrit budur!

sana zaten içinde yaşadığın şeyleri niye anlatıyorum, bilemiyorum. belki de biliyorum, bir neden anlatacağım her şeyin kasvetli olacağını bilmem, bir neden hemen senden önce bizim birkaç yıl temel politik gündemimiz olan "uğruna mapuslarda yattığımız ve ışıltısında yere saplı bıçakların" kafamızı panzerlere çarptığımız tecrit konusunu böyle öğreniyor olman. 2000 yılıydı, abin de vardı, çok garip işler olmuştu kızılay civarlarında, kıyamet orada kopmuştu, sen daha küçüktün o vakitler. ama eminim bizim sandığımız kadar küçük değildin, 13 ya da 14 yaşında olsan gerek. daha önce siyaset üzerine düşünmediysen bu zamanda düşünmüş olsan gerek. biliyorumkızılayın göbeğinde taş atan adam ve kadınlar pek etkili olmuştur, abin de oralarda bir yerlerdeydi. bak işte, heyhat, bizim püskürtemediğimiz hücrelerde şimdi sen kapalısın, epik bir tiyatro hayat, o kadar hepsi.

nasıl tanıştığımızı hatırlamaya çalışıyorum, ilk bağlantıyı bulamıyorum bir türlü. ama sakarya caddesinin alt taraflarında bir işhanının 5 ya da 6. katında bir kafede oturduğumuzu hatırlıyorum. o vakitler ne çok sol tendensli kafe vardı, adları, umut, özgür, can... yanında bir okul arkadaşın, kısa boylu çok konuşan bir kız. sonra kayboldu gitti.o çok konuşunca seni dinleyememiştik, gerçi sonra da pek konuşkan olmadın, hiç değilse benim dönemlerimde. tiyatro da konuşulmuştu galiba ve hatta o kız rosenbergler oyununu göndermişti bize daha sonra, ne ilgimiz varsa artık... sen sonra bir süre kayboldun, pek haberini alamadık, görüşmeye çalışırdı bizim tombul kızan, oralı olmazdın. burada diğer figürleri ve olayları bahis konusu etmeyelim.

öss tercihini hatırlıyorum, birlikte yapacaktık aslında, sen önce davranmıştın. ısparta mı burdur mu ne uzak bir memleketse orada fizik tedavi yazmıştın, içim kararmıştı inan. tercihin nedenini sormuştum, meslek falan diye anlatmıştın, çok bozulmuştum, artık öğrenmişsindir: her örgütçü bozulur. sonraki yıl ankarada kalmana rağmen sana ilgi göstermeyişimin bir nedeni budur, bir nedeni ise benden daha fazla artık aranızda bulunmayan yakında anne olacak olan arkadaştır. yanlış hesapmış bağdattan dönmüş.

anlatmayayım daha fazla, evrim ceza almış, yük senin omzundadır. seversin kararsız görünmeyi, ama be canım kardeşim, insanda öyle kartal gagası gibi burun olunca pek inandıramaz kimseyi kararsız olduğuna. bir de sözcülük garip iştir, ellerin bağlı konuşursun, dayak atacaklarsa ilk sen yiyeceksin, kaçmazsın kolay kolay biliyorum, meleğin inadından bulaşmıştır sana. sonra dört duvar işte anacım, volta dönecek, dışarıda bir şeyleri özleyeceksin.

çıkılacak oradan biliyorsun, ve biliyorsun mesele çıkmak değil, çıkınca daha güçlü olmak. burnun bu konuda garanti vermiyorsa daha da bir şey bilmem. son bir şey söyleyip bitireyim bu senin hikayeni sana anlattığım mektubu, o ince dal gibi çocuk çok korkardı sana anlatmaktan içinden geçenleri, az şaraba patlamadı bana. ne sırlar tuttum bırakmadım, çık da anlatayım.
sevgili kunduz;
bu gece öyle bir çöküntü yaşıyorum belki, belki şımarıklıktan, yani evrim şimdi hücredeyken mesela kendi dertlerimi düşünmekten, sana yazıyorum, sanki içeriden. içeride daktiloları sökeli çok oldu, 22 aralık tarihli genelgede daktilo ve her türlü mekanik ve elektronik yazı aletinin yasaklandığı altı çizilerek söyleniyor, altı çizilerek! bilmiyorsun birşeyin altının çizilmesini, oysa duvar'ı izledin benim kadar. ama duvarda dilekçe vermiyordu çocuklar, oysa bir dilekçe verirsen cezaevi idaresine o dilekçenin işleme konmasını, numarası ile birlikte işleme konduğuna dair resmi yazısını istersin. böylece dilekçene cevap alırsın, işte o cevabın altı çiziktir kunduzum; mektuplarınınsa üstü çizik.

bu gece sincan'dayım biraz. evet daktilom var, belki fazlası ama sen bunu bilemezsin. sen, ben sincandayken bana her hafta üç kitap getirir, geçen haftakileri geri götürürsün, fazlası yasak. üç kitabım var: yüzük kardeşliği, iki kule, kralın dönüşü... üçüncüsünden kopardığım bir sayfayı yağa batırıp çay demleyeceğim, kolega'nın b bloktaki ruhunu misafir çağıracağım, başka ölenlerin bahsi yok bu gece kunduzum, çünkü dostumla seni konuşacağım.

kendimi hücreme gömüyorum. ne komik, yalnız kalmaya tapan bir kuşağın yanında sensiz kalmaya katlanmak bu hücrede, ne komik yalnız kalmayı kutsamak ve yalnızlığa şiir yazmak. belki komik değildir de büyük komplonun psikolojik savaşın bir parçasıdır; hücre planlarını daha evvelden yapmışlardır da nietsche'nin korsan baskılarını o yüzden koymuşlardır tezgahlara. yan hücreden bir ses geliyor, bunu dinleyeceğim.

peki kunduzum;
benim buradaki varlığıma nasıl katlanıyorsun, nasıl olsa katlanılacak şey değil. elif abla -erol'un eşi- kaç sabah çay içtik de bir kere ağladı bilir misin, erolla tanıştıklarını anlatırken, çok sevmiş, demedi, bildik. sincan uzak ankara'ya, tekirdağ da, çok uzaklar dünyaya güzelim, ben bu gece buradayım ve yarım saat dolmadan piştim. gözlerini yahut boynunu düşünsem, sesin gelse aklıma, arayamıyorsun beni, saçların bir kere omzuma değmişti, bunları yazamam. biliyor musun dgm arşivine yollanıyor yazdıklarımın bir kopyası, koca ülke telekulaktan bahsediyor. dinlendiğini iddia eden savcı -buna da inanmazsın- benim 12 yıllık cezamı onuyor ve mektuplarımızı okuyor. halbuki koridorun ta ucundaki odada yatarken biz, evde kimse olmadığı halde kısık sesle konuşuyorduk ve başka ne yapıyorsak sessiz. savcı benim mektuplarımı okuyor, sana "sevgilim" diyemiyorum, savcı dinlendiğini söylüyor, bu nasıl cüretmiş!

uzak kalmakları anlatıyorsun, biz bunları başka zaman da yaşamıştık, 5 saat ötede küpelerini göndermediğimden ve sana değemediğimden sitem etmiştin, nasıl temizdi için. hala öyle mi yoksa her pazartesi sutyenini çıkarttıran gardiyanı boğmak mı istiyorsun? burada benim hücremde benden fazla mı acı çekiyorsun? sesleri dinle, madem kolega çıktığında, tuna oradaydı, madem şimdi on yaşına bastı tuna, sesleri dinlemek gerek, karnının uğultusu belki sadece açlıktan değildir. işte bu yüzden hem benimle paylaşmamalısın açlığı, bu benim kalkanım, sabah aramasında fotoğrafını yırttıkları için, ama sen bak kendine aynada, bu kadar güzel kadına bakmamak elde mi, fotoğrafına aynada bak, ben bakmış kadar olurum.

ne kadar az konuşmuşuz kunduz, saatlerimiz varken, ne fena harcamışız. körfeze dokunmamış, cenova'ya gitmemişiz, ne ayıp. bak böyle uzak kalmak varmış, şikayet ederken 5 saatten. zindan şiirleri okumamışız hatta birlikte, cigaranın ateşinin yarım dönmesi ile değil, çıkıp çıkar çıkmaz da gebe koymakla karını ilgilenmişiz, ahdımız o ki kız olsun oğlan olsun düşmesin mapuslara istemişiz. vakti var gülüm, kara mendillere sarılı akasya tohumum, vakti var daha. ama biz konuşmadıklarımıza yanalım.

dün sabah birbuçuk tel saçını bulmuştum halbuki yastıkta, dün sabah belki ve sanki kokunu duymuştum. cam açıktı üşüyordum, inan ben bile üşüyebiliyorum ve kokuyla uyanırken...

biliyorsun hava saati değil, kapı açılmaz ve mümkün değil dışarıdan gelen esintiyle uyanmam, ama biliyorsun yastığı çevirip camdan taraf yıldızlara bakmıştık, oradan hatıra saç tellerin, belki kokun. belki bir elma düşer masalın sonunda diye anlatmıştık, yıldıza yaz, hediyedir gelir. bin kuşaktır benim neslim kapanır buralara ve hala dışarıda vicdandan moral değerlerden bahsedilir.

bütün benlerini ben sayacağım, bundan asla vazgeçmem, ellerini soğuk camın ötesinden tutacağım, bu kadarının değerini biz biliriz, gözlerine herkes baksa içindekini ben bileceğim, hakkım kalırsa kalsın divana, çıkarsam sana sımsıkı sarılacağım. gülüm. gelincik gibi kırmızı, yalınkat bir nezaket gibi sevgili. insan güzeli sevgilim, ne af tantanaları, ne çıkmaklar erkenden, ne tünel (altımız mutfak), ne el değiştirişi iktidarın, hiçbir şey ummuyorum, hiçbirini hayal etmiyor, bel bağlamıyorum, burada geçecek ömrüm, tek umudum orada göğüs kafesinin altında saklanan benin ben çıkınca da orada kalması, tek umudum sen.

içerisi ağlanacak yer değil, burada inan kimse ağlamıyor, daha öfkeli daha vahşiyiz, insan sayılıyorsa eskimiz, şimdi kimse bilmez neye benzeriz. kana, sayağa ve dehşete alışıyoruz, çok garip bizi burada birer ölüm makinesi yapıyorlar, üstelik örgüt eğitimi olamaz, çünkü hepimiz hücrelerimizde tekiz. ama bütün bu çirkinlik içinde senin kokun... biraz annemin çorbaları, babamın laf sokmaları veyeğenim gelince aklıma bir ağaç açması... hepsinde senden, biraz yeşil ve çokça seven gözlerinden köz parçaları. fırat bulsa bu aklımdakini, önce biberleri koyup -illa aga der- sonra köfteleri dizer, o kadar içimde sıcak.

kunduzum;
ferecesi omzunda kırık delikanlım;
12 yıl alsam yine seninle, yine senden uzağım. ama bilmedikleri kadar bilemeyecekleri kadar sevdalıyım, okusunlar mektuplarımı, arasınlar üstünü, odaları bassınlar, yırtsınlar resmini, bulamayacaklar, açıkta hiç göremeyecekleri kadar illegal bütün sevgilerimiz, yetmez hünerleri.

kunduzum;
bahardır belki, karnımdaki uğultu penceren altında sevişen kedilerin sesleri oluyor, kürenmiş karın erimesine benziyor kitap okumak için yaktığım fitil, kurtuluştan koleje bir slogan uğultusu kimbilir basılan gecelerim, yeter ki asma suratını, bahar dedikse bahar ve biz ne kışlar atlatırız, çünkü hiçbir şeylere benzetemiyorum seni sevmemi.

son bir nor: erol zavar -elif abla'nın eşi- 19. kez ameliyat oldu, hala hücrede, utanmıyor muyuz ey ahali?
bu habere eşlik eden bir mektup var, onu da buraya eklemeli ve sonra hadi hep beraber yüce insanlık değerlerimizden bahsedelim. ayrıca radikal, taraf ve cumhuriyet bu haberi yayınlamayı reddetmişler, birleştikleri yer açık mı, evet açık...

kızıl bayrak gazetesinden alıntıdır:

sincan kadın cezaevi'nde bdsp'li tutsaklara işkence!

(14.09.09) - cezaevlerinde işkence farklı biçimlerde sistematik olarak sürüyor. devrimci tutsakların kimliğini ve kişiliğini yok etmek üzerine kurulu bu işkenceden sincan kadın cezaevi'nde tutuklu bulunan bdsp'liler de nasibini aldı.

sınıf devrimcileri kaldıkları hücrede patlayan kanalizasyon nedeniyle günlerce pisliğin içinde yaşamak zorunda bırakıldı. sınıf devrimcilerinin sorunu çözmek yönündeki uyarı ve taleplerini görmezden gelen cezaevi idaresi, böylelikle bu durumu bir işkence yöntemi olarak kullandığını göstermiş oldu.

durumu mektuplarıyla ayrıntılı olarak anlatan devrimci tutsaklar ayrıca, bu işkenceden dolayı astım hastası olan evrim erdoğdu'nun rahatsızlandığını, kendisinin revire götürülürken de idare tarafından pisliğin içinden geçirilmek istendiğini belirttiler.

tüm ilerici, devrimci kamuoyunu tecrit ve işkenceye karşı duyarlı olmaya çağıran devrimci tutsaklar, devrimci iradenin teslim alınamayacağını bir kez daha haykırdılar.

sincan kadın cezaevi'ndeki bdsp'li kadın tutsakların konuyla ilgili gönderdikleri mektubu yayınlıyoruz:

***

sevgili f....,

sincan kadın hapishanesinden sınıf devrimcileri olarak sizleri devrimci duygularımızla selamlıyoruz. sınıf kavgası hapishanelerde çetin bir şekilde sürüyor. burası devrimci kadın tutsakların bulunduğu hapishaneler arasında en olumsuz koşulların sürdüğü yer. tecrit koşulları, hapishanenin mimari yapısı, uygulanan genelgeler, muazzam bir bürokrasi, ilk girişte çıplak arama dayatması, görüş yasağı, hücre cezasını da kapsayan disiplin cezaları, kollektif hareket etmenin pek çok yolla engellenmeye çalışılması gibi uygulamalarla etkili.

burada devrimci yayınlar 1ay sonra elimize ulaşıyor, mektuplar için de benzer bir gecikme söz konusu. tüm bu uygulamalar ve tecrit koşullarından kaynaklı devrimci tutsaklar olarak ortak alanları kullanmama tutumu alıyoruz. bu çerçevede bir kaç gün önce yaşadığımız bir sorunu sizinle paylaşmak istiyoruz.

şu an kaldığımız c-1 koğuşuna getirildiğimizde kanalizasyondan koğuşu su bastı. biz bu suyu temizlemek zorunda bırakıldık. bu kanalizasyon sorunun yaşandığı hücre mutfak olarak kullanmamız için açıldı. biz tuvaletin yine taştığını farkedince idareden bu sorunun çözülmesini sözlü ve dilekçeli olarak talep ettik. 20 gün süren bu çabamız sonucunda sorun çözülmedi. 5 eylül cumartesi günü koğuşu lağım suyu bastı. saatler sonra sürekli çabamız sonucu bir teknisyen geldi ve sorunu ancak pazartesi günü çözebileceklerini söyledi. biz bu pis suyun içine girerek koğuşu bir kez daha temizledik. birgün sonrası 12.00'dan akşam 19.00'a kadar 3 defa daha lağım suyu bastı. sürekli olarak gardiyanları çağırarak sorunu anlatmaya çalıştık. gardiyanlar her seferinde, "hafta sonu olduğu için yapacak bir şey yok" dediler. ancak suyun aktığı üst hücrenin boşaltılması sözü alabildik. pazartesi günü dilekçeyle tekrar başvurarak yetkili biri ile görüşme ve sorunun çözülmesi talebinde bulunduk. sağlığımızın tehdit altında olduğunu ifade ettik. ancak pazartesi günü öğlene kadar bize sorunla ilgili hiç bir açıklama yapılmadı. hatta sorunun çözülmeye başlandığı söylendi. bu söylenenlerin doğru olmadığı yeniden su baskınıyla açığa çıkmış oldu. biz ve devrimci, yurtsever arkadaşların ısrarlı çabasıyla teknisyen geldi ve kanalizasyondaki sorun çözüldü. ancak biz 3 gün boyunca mikroplu kanalizasyon çıkan suyun içine girerek defalarca kez temizlemeye mahkum edildik. çünkü üst kattaki hücrenin banyo suyu bizim koğuşa akıyordu ve gardiyanları her çağırdığımızda tek yaptıkları bakıp gitmek oldu.

en son pazartesi günü koğuşu su bastığında pis suyun ve yoğun çamaşır suyunun kokusuna dayanamayan evrim yoldaş ciddi bir astım krizi geçirdi. yoldaş, revire çıkarken, havalandırma kapısından çıkarılma ihtimali varken, pis suyun geçtiği koridordan çıkarılmak zorunda bırakıldı. biz de yoldaşı kucağımıza alarak koridordan geçirdik.

bizim bu yaşadıklarımız kapitalizmin insanı hiçe sayan işleyişinin hapishanelerinden yansımasıdır. kapitalist sistem çürüyor, çürüdükçe saldırganlaşıyor. bir yandan işçileri, emekçilerin yaşamlarını her türlü haksızlık, sömürü ve hak gaspıyla kuşatıyor. diğer yandan bu koşullara karşı ayağa kalkan sınıfın örgütlü devrimci güçlerine yönelik pervasızca bir saldırı dalgasını arttırıyorlar. çünkü servet-sefalet arasındaki uçurum arttığı bugün sömürü ve zorbalık üzerine kurulu sistemlerin sarsılmasından ölesiye korkuyorlar. tmy, f tipleri, büyük bir hapishaneye çevrilen sokaklar, fabrikalar, okullar, arttırılan şovenizm, kültürel çürüme, dejenarasyon işçi sınıfının ortak hareket etmesinin önüne konan her türlü ideolojik ve fiziki engel bu korkunun ürünü olarak ortaya çıkıyor. biz sınıf devrimcileri olarak tecrit koşullarını mücadelenin farklı bir alanı olarak örgütlüyoruz. işçi sınıfının tarihsel davası olan devrim ve sosyalizm mücadelesinin zafere ulaşacağına dair taşıdığımız sarsılmaz bilincimizle burayı özgürleştiriyoruz. demokrasi maskesi takan sermayenin gerçek yüzü devrimci güçlere yönelik saldırgan tutumunda bir kez daha açığa çıkıyor. biz bu tutuma karşı tüm ilerici, devrimci, sınıf güçlerini duyarlı olmaya ve harekete geçmeye çağırıyoruz.

sincan kadın hapishanesi'nden sınıf devrimcileri

08.09.2009