sokrates malunuz olduğu üzere bütün günümüz değer yargılarına göre aylaklıkla geçiren atina meydanlarında leyleğin ömrü iki laklak misali avur zavur bir insanmış.

gerçi günümüzün kabız değerleri düşünce denilen fiilin ne anlama geldiğini bilmez ve şartlı refleksleri düşünce zanneder ya hadi boşverin.

sokrates'in karısı sokrates'in bu hal ve tavırlarından hiç memnun değilmiş. adam gibi bir işe girse evin nafakasını kazansa ben sağa sola ebelik yapmaya gitmesem falan diye illenirmiş. elbette refika dırdırını antik yunanca söylüyormuş.

günün birinde sokrates yancıları ile eve gelmiş karısı başlamış başının etini yemeye bağırıp çağırmaya sokrates hazretlerinde tabiki tık kadın bağırdıkça bağırıyor hidetlendikçe hidetleniyormuş. dayanamış bulaşık kabındaki suyu foş diye sokrates'in kafasından aşağı bosaltmış.

sokrates yanındaki öğrencilere hiç kılını kıpırdatmadan yağmur yağacağı çakan şimseklerden belliydi demiş.

belki bu hareketinden dolayı karısından dolayı tatlı bir şekilde öç almış ve şu kelamı yumurtlamış;

evlenin; eğer karınız iyi biriyse mutlu olursunuz, karınız kötü biriyse benim gibi filozof olursunuz.

gariptir ki kendisinin savunması dillere destan olmuştur. çekirgesi platon efendi kaleme almış olduğu sokrates'in savunmasını ne vakit hatim etsem erdem denilen ulvi duyguyla içim doluyor.

bu kalibrede mesela tarihte thomas moore var. yalan yere tanıklık eden richard rich hıyartosunun tanıklığı ile idama koşar adım giden bu zat mahkemede saon söz olarak şunları sarf etmiştir;

'ah richard insannın ruhunu satması kar getirmez. koca dünyayı verseler bile. hele galler için..

- simdi kötü niyetli olduğunuzu görüyoruz.

- kesinlikle hayır. ben kralın sadık bir uyruğuyum ve onun için ülkem için dua ediyorum. bir kötülük yapmadım. kötü birşey söylemedim. kötü birşey düşünmedim. eğer bunlşar bir adamı yaşatmaya yetmiyorsa o zaman inanın artık yaşamak istemiyorum. fakat başımı istemenizin nedeni kralın kliseye karşı üstünlüğü meselesi değil aslında ikinci evliğine rıza göstermemem.

- vatana ihanetten suçlu bulundunuz. mahkemenin verdiği karara göre londra kulesine götüreceksiniz ve günü geldiğinde infaz edileceksiniz.

hak bildiğin yolda yalnız yüreyeceksin derler. teslim olmayacaksın ve hatta koşarak ölüme gideceksin derler.

ama bazı zamanlar galileo'nun yapmış olduğu kıvırtıp çaktırmadan eserini kaleme alıp el altından dağıtacaksın gibi bir durumda mevzu bahis.

hangisi evladır? yokoluşa gitmek mi yoksa ayakta durup belki dönmüyor diyip zaman kazanmak mı?

emin değilim.

ama emin olduğum birşey varsa ne olursa olsun ne pahasına olursa olsun teslim olmamak, kalenin anahtarlarını teslim etmemek ve yeri saati geldiğinde biraz mola almak. sonra devam etmek.

zaten yolun hepsini insan birden koşamaz durup biraz nefes alması gerekir. bazen o yol koşarak yürüyerek gidilir.

ama işte bu ahvel şeriatta hiç bir recete işe yaramaz, yaradığını sanarsak bile hayal kırıklığı karşı karşıya kalırız. ondan sonra boktan sebeplerden ötürü baldıranlardan daha beter zehirlerle, öldürmeyip süründüren zehirlerle ömrümüz aheste aheste geçer.

yazımı ingeborg bachmann'ın bir şiiri ile bitiyorum;

uzundur gece,
uzundur, ölemeyen
adam için, uzun süre
yalpa vurur çıplak bakışları
sokak lambalarının altında,
içkili soluğuyla körleşen gözleri
ve tırnaklarının altındaki et kırıntılarının
kokuları, uyuşturmaz her zaman, tanrım,
uzundur gece.

beyazlaşmıyor saçlarım,
çünkü ben, makinelerin rahminden çıktım
sürünerek, çamkatranı pembe bir çizgi
çekmiş alnıma ve saç örgüsüne,
saçlarda karbeyazı boğulmuş. ama ben,
büyük reis, yürüdüm onçarpıyüzbin
ruhluk kent boyunca ve ayaklarım,
onçarpıyüzbin soğumuş barış çubuğunun sarktığı,
deri kaplı gökyüzünün altında kırkayaklar gibi
kaynaşan ruhlara bastı. çoğu kez
meleklerin huzurunu istedim kendime,
bir de dostlarımın çaresizlik çığlıklarıyla
dolmuş av bölgelerini.

ayakları ve kanatları iki yana açılmış,
herkesin bildikleriyle havalandı gençliğim,
kirli su birikintilerinin ve yaseminlerin üzerinden
uçularak varıldı, kare köklerinin gizini saklayan gecelere,
şimdi ölümün söylencesi, sanki her saat penceremde,
kurt sütü verin bana ve gırtlağıma benden öncekilerin
kahkahalarını akıtın, eğer safaların üstünde
uyuya kalırsam, ve eğer görürsem utandırıcı bir düşte
düşünmeyi beceremediğimi, ancak yılan biçimi
saçakların püskülleriyle oynayabildiğimi.

annelerimiz de düşlemişlerdi
erkeklerinin geleceğini,
pek etkileyiciydi gördükleri,
her biri devrimci ve yalnızlığına gömülmüş,
ama bahçede, duanın ardından,
yalazlanmış otların üstüne eğildiklerinde,
aşklarının geveze çocuğuyla eleleydiler.
söyle, benim kederli babacığım, neden
susmuştunuz o zamanlar,
düşünmeyi sürdürecek yerde?

gecelerden birinde yitip gittiğinde insan,
ateş etmeyen bir topun yanında
ve ateş fıskiyelerinin ortasında,
kahredesiye uzundur gece; sarılık olmuş
ayın atığının, safra rengi bir ışığın altında,
iktidar özlemiyle dolu bir düşün ardından
fırtına gibi geçip gitti (engelleyemediğim) kızak,
içinde kürklere bürünmüş tarihle birlikte.
uyuduğumdan değil: uyanıktım aslında,
buz iskeletlerinin arasında aradım yolumu,
eve döndüm, kollarıma sarmaşıklar doladım
ve bacaklarıma, güneşin kalıntılarının yardımıyla
yıkıntıları aklaştırdım.
kutladım büyük bayramları,
ve ancak müjdelendikten sonra,
ekmeği ikiye ayırdım.

büyük izler bırakan bir zamanda,
çabuk gitmelidir insan, bir ışıktan
ötekine ya da bir ülkeden bir başkasına,
gök kuşağının altında, pergelin ucu yürekte,
odak noktası alınan ise, gece.
alabildiğine açık. dağlardan
göller, göllerin içinde dağlar görünür,
ve bulutların arasında, çalar
birinin dünyasının çanları.
kimin dünyası olduğunu öğrenmek ise
bana yasaklanmıştır.

bir cuma günü oldu
-oruçluydum yaşamım adına,
havadan sanki limon suyu damlamaktaydı
ve kılçıklar saplanmıştı damağıma-
o sırada bir yüzük çıkardım
açılan balığın içinden, doğumumda
gecenin nehrine atılmış ve batmıştı.
onu geceye geri verdim.

ah, keşke korkmasaydım ölümden!
bulabilseydim sözcükleri,
(kaçırmasaydım),
dikenler olmasaydı yüreğimde,
(güneşi vurabilseydim),
olmasaydı ağzımda bu susamışlık,
(vahşi suları içmeseydim),
açmasaydım kirpiklerimi,
(sicimi görmeseydim).

gökyüzü mü çekip götürdükleri?
taşımasaydı eğer yeryüzü beni,
çoktan uzanmış yatıyor olurdum,
çoktan yatardım, gecenin
olmamı istediği yerde,
daha kabartmadan burun deliklerini,
ve ayağını kaldırmadan
yeni darbeler için,
hep peşinde yeni darbelerin.
`hep gece.
ve gün,hiç yok`