sevgili still,

adamın birini alıp uzun uzadıya gezegenleri, yörüngeleri, yıldızları ve bunların özelliklerini anlatmışlar. adam da "hepsini anladım da, isimlerini nasıl öğrendiniz" demiş. bu adamı bir yerden tanır gibiyim.

insanoğlu kütleçekim ile filan uğraşırken, einstein diye biri çıktı ve ışıktan hızlı hiç birşeyin olamayacağını söyledi still. öyle ya, bir cismi ışık hızında fırlatabiliyor olsaydık, o cismin güzel bir kız gibi parıldayarak enerjiye dönüştüğünü görebilirdik ve bu mükemmel bir görüntü olurdu. bundan da eminim. ama still, ışık hızından daha hızlı bişey varsa o da hayal kurmaktır.

bir hayal kurdum. futbol jargonuyla konuşacak olursam still, attığımdan çok kaçırdım. bulduğum fırsatları cömertçe harcadım. beraberliğe razı olmadım (çift anlamlı burası). çünkü still, bir sıkıntıya düştüğümüzde hemen kızların başkanlığına dilekçe yazıyoruz. arkadaşlarım bu gidişle yalnız öleceğimi söylüyorlar. ama kim yalnız ölmüyor ki still? yani, düşünsene, giderken yanında başka birini de götürebilen olmuş mu hiç? duydun mu böyle bir şey?

sana hiç oldu mu bilmiyorum ama insanlar bazen kalbini kırar. sen onlar üzülmesin diye bir şey yokmuş gibi davranırsın. ağlamıyorsun diye acı çekmediğini düşünürler. kalbini kıran insanlar, still, en azından kalbinin yerini biliyorlar. bu da bişeydir.

olay tam olarak şöyle gerkçekleşti. münih havaalanında inançsız gibi dolaşırken bir oyuncakçı dükkanı gördüm. girdim, şöyle biraz dolandım içeride. nereden gözüme iliştiyse ilişti; bir kaleydoskop gördüm. aldım. inceledim dünyayı öğrenen bir bebek gibi. abimin ufaklık da böyle yapıyor kerata. bir gözlük kabının bu kadar uzun süre incelenebilir olması akıl dışı. her neyse, sonra kaleydoskopun deliğinden içeri baktım. biraz çevirdim. çok geçmeden bir tuhaf aleme girdim still ve dönen şekiller beynimi aldı götürdü. kaleydoskop nasıl bişeydir bilmiyorum biliyor musun ama en büyük özelliği içine bakınca gördüğün bir şekli bir daha görmemen. yani her saniye daha önce görmediğin ve bir daha göremeyeceğin bir şekille karşılaşıyorsun. dedim bunu ona versem, o bundan çok hoşlanır. kaleydoskoptan herkes hoşlanır. ama sanki o daha çok hoşlanır. yani, kaleydoskoptan hoşlanmak bir apartman olsa o yönetici olur kesinlikle. cebime attım. en güzel hediye, senin için çalınandır. ama sonra, vazgeçtim ona vermekten. bir an için çalınan bir hediyeyi haketmediğini düşündüm. gittim ona parasıyla saçma sapan bir şey aldım. o kalbimin yerini biliyordu. senin bu olaydan çıkarman gereken ders still, bir yerlerde bir kaleydoskop görürsen onu hemen almak olmalı. bunu senin de yaşamanı isterim.

arayışım sürüyor still. benim bahtım biraz terstir. yolculukta bir kızla tanıştım. sonra çişim geldi. evine kadar bırakamadım. iki üst sokaktan evime koşmak zorunda kaldım. telefon değiş tokuşuna da ramak kalmıştı. bilirsin, bir balona binecek olsam, ısınan hava yükselmeyi bırakır. daha önce görmediğim, bir daha da göremeyeceğim şeyler görürüm. bendeki bahtı sksinler. kızların ülkesine heykelimi diksinler.

kalplerimizle,
we

25.11.2011 - izmir.
sevgili still,

mektubunu ve ash'i kaybettiğin haberini aldım. bu kaybolan ilk ash değil. ama umarım son ash olur. ona neden hep ash dendiğini hep merak etmişimdir. bu soruya yanıt annemden geldi. onu bebekken 'oştan' diye severmiş. ismini böyle söyleyebilirmiş. oradan kalmış olmalı, diyor annem.

bildiğimiz kadarıyla ash'in çocukluğundan beri gelen yeryüzüne değmek gibi bir tutkusu hep vardı. gökyüzüne olan ilgisi ise herkesçe bilinir bu allahsızın. şimdi şimdi anlıyorum derdini ash'in. yani bir kayaya kulağını dayayıp "nasıl dönüyor lan bu dünya" diye sorduğu zamanı dün gibi hatırlarım. 10 yaşında filandık. dünyayı döndüren bir motordan bahsediyordu o aralar. "sus" diyordu, "dünyanın motorunun sesini duymaya çalışıyorum." yıldızlar üstümüze düşmüyorsa, still, bu onların beyefendiliğindendir. ash'in lafıdır bu da. o kayanın resmini de gönderirim sana still.

sonuç olarak, bu inançsız hıyarın dünyaya dokunmak gibi bir derdi vardı. tam anlamıyla lanet diye bunu derim ben. bu basit nedenden ötürü birisine, bir hayvana veya bir cehennem bekçisine ash ismini takmak doğru değil. şu ana kadar takılmışlar takılmış, olur, ama bundan sonra bir daha yapmayalım bunu.

ash'in diğer bir tutkusu ötekine nazaran daha mantıklıydı: şu princeton kütüphanesinde tutulan salinger öyküsü "ocean full of bowling balls"ı okumak. kahrolası ihtiyar bu öyküsünün tek kopyasını princeton'a bağışlamış. içeri girip kimliğini bırakıyorsun. birkaç form filan dolduruyorsun. bir gözetmen eşliğinde okuyorsun öyküyü. fotoğrafını çekmek kati surette yasak. benim de ilk aklma gelen fotoğrafını çekmek oldu. bu öyküyü dışarı çıkarmanın bir yolu yok still. üstelik bu huysuz ihtiyar, ölümünden sonra 50 yıl boyunca da basılmamasını da vasiyet etmiş. 2060 yılına kadar dayanabilirsek still, onun yerine okumayı düşlüyorum. birisinin yarım kalan düşünü devam ettirmek ne kıyak bir keyiftir bilemezsin. yoksa bilir misin?

"ulusal miras müzesinden çıktıktan sonra birer hamburger yedik. o ketçapsız istedi. garson, ancak kahredici soğuk isveç kralının takdir edeceği bir nezaketle hamburgerlerin zaten ketçapsız ve mayonezsiz servis edildiğini söyledi. istersek masaların üstündeki ketçap ve mayonezleri kullanabilirmişiz. bu lilly'nin suratında tarifi imkansız bir gülümsemeye neden oldu. çünkü, baksanıza, herşey istediği gibi gidiyordu. kahrolası bir domates ezmesinin verdiği oldukça olağandışı bir histi bu."

salinger'den bahsedince içimde yukarıdaki gibi bir pasajla devam etmek geldi. öyle aklıma esiverdi, yazdım. elimde değil. beni affet, belki salinger'i özlemişizdir. benim tek bir tutkum var still. bir gün bir öykü yazacağım ve insanlar "vay canına, işte bundan hiç haberim yoktu. salinger bunu acaba ne zaman yazmış olabilir?" ahh elitist sanat düşkünleri ve bayan fedder!

ash'i kaybettiğin için dehşetli üzgünüm. aklıma seni neşelendirecek tek bir halt gelmiyor. üstelik her kayıp aslında iki kayıptır. öyle ya, sen birisini kaybediyorsan; o da seni kaybetmiş demektir. çok sevdiği bir şeyi kaybetmiş biri olarak, hem de öyle bir anda değil, yavaş yavaş, kemiğine batıra batıra kaybetmiş biri olarak demeliyim ki, aklıma seni neşelendirecek bilsey gelseydi bile bunu sana söylemezdim. çünkü yaralarımız bizim bedenimizdedir. başka bir bedende şube açamayız still

kalplerimizle,
we

10.12.2011 - izmir.
sevgilli still,

fırsat bulup da sana iki satır yazamadığım için kendime duyduğum kızgınlığı ifade edecek kelimelerin türk dilinde mevcut olmaması, bu kızgınlık hakkında ufak bir fikre bile sahip olmanı engellemesin lütfen.

evimden uzakta değilim, buralardayım ama senden biraz uzak kaldığım doğru. nedenine gelince, bunun bir nedeni de yok.

bana durmadan bu dünyadaki görevimin ne olduğunu soran bir kız vardı. ben buna dünyayı iyi yönde değiştirmek diye cevap veriyordum. fakat şimdilerde anlıyorum ki; bu hatırı sayılır bir epifanidir üstelik, benim dünyadaki -asıl- görevim, sevgili still, tabii eğer kabul edersem, ki etmiş gibi görünüyorum; bana yakınlaşma tereddütüne düşen tüm kızların hayatının geri kalan kısmında tam olarak ne yapmaları gerektiğini anlamalarına yardımcı oluyorum. bu görevi kim bana hangi hakla verdi bilmiyorum. çünkü inandığımız tanrı, evreni yarattıktan sonra köşeye çekilip olanı biteni inceleyen eğlenceli biridir. ama arasıra, 'bu böyle olmayacak' diye sinirlenip, biraz kalmış sigarasını hollywoodvari bir şekilde yere atıp, 'şu kızı da şu adama sokuşturayım bari' diye düşünebilir gibime geliyor. evrene yaptığı bu kadar ufak müdahalelerin, thomas paine'nin müdahaleci olmayan tanrı'sına pek kötü bir ün getireceğini sanmıyorum. istisnalar kaideyi bozmaz still. bozmasın da.

bir de çok çalışıyorum still. işten çıkınca spor salonuna gidiyorum. zombi istilasına hazırlanıyorum. yanıma da iki üç arkadaşımı aldım. ama onlar zombi istilasına hazırlanmıyorlar. hazırlanmak bir yana, buna inanmıyorlar bile. insan eliyle yapılan virüs evrimi hakkında tek bir fikirleri yok onların. onlardan erkek olanlarının tek derdi kızlarla tanışmak. kız olanlarının tek derdi, benim cennet olarak isimlendirdiğim kadın soyunmasındaki son gelişmeleri, bel incelmelerini, goğüs büyümelerini ve bacak taşlaşmalarını aktarmak. bu arada ben koşu bandındayım elbette. kıyamete koşar gibi koşuyorum. şu anda benden yardım isteyen 2,25 km uzaktaki her hangi bir kıza 15 dakikada koşup onu zombilerin arasından inci gibi çekip alabilecek kondisyondayım. bu saatte 9 km ediyor. eh biraz da kol kası filan lazım malum. yarıçapı arttırmayı düşünüyorum. bunun için daha fazla çalışmam lazım. sana yazamamın fiziksel nedeni bu.

şu sıralar sigur ros'un olsen olsen isimli şarkısını yeniden keşfetme aşamasındayım. keşfet veya yeniden keşfet. orası sana kalmış.

yazmak bana büyük bir keyif veriyor ama kısa kesmek zorundayım. mutlu ol, mutlu ol, mutlu ol. bu bir emirdir. insanların yaşamlarının içine girdikçe, onların da insan olduğunu hatırlıyorsun ya, işte bu pek keyifli birşey.

kalplerimizle,
we

10.01.2012 - kuzey izmir.
sevgili still,

o cok sevdigim sol yaninda sigara degmesi ile delik acilan kapisonlumu sakla, onu kimselere yar, kimilerine hediye etme. sonracima sende kalan kitaplarimi oku ama anlama, anlatma. onlari koru ve sakin. onlar ki sonradan benim isime yarayacaktir. ayricana, pazillarini bitir ama, pazil olma. sudoku coz, ama esorfman altimi misafirlere "al lan bunu giy bari" diyerekten verme, de ki, "al kanka bu bizim lacrinin cok degerli incecik esorfmanalti, al bunu giy aydinlan" de, de ki, onlar da gulsun. yok lan verme bundan vazgectim. oyle yani still, baska bi mevzu yok.
sevgili still,

artık ağır gelmeye başlamıştı. serbest piyasanın içinde deliren bir muhalifin balatayı iyice sıyırmaması için annesinin duaları, babasının öğütleri ve abisinin tuhaf gülümsemeli ciddiyeti yetmemişti. istifa ettim. kutsal kitaplara inanmıyorum still. en inanılasına bile inanmıyorum yani. bu derece. hele ki dini para olanların kutsal kitaplarına, yani çek defterlerine, bilançolara ve senelik bütçelere hiç inanmıyorum. insanların bir masa etrafında toplanıp ellerinde kalem ve kağıtlarla yaptığı ibadetleri lanetliyorum, still. sana bu satırları iş yerimdeki odamdan yazıyorum. kloroform kokulu bir laboratuardan yazıyorum. ekşi bir mazot kokusu salıp duran forkliftin tepesinden yazıyorum.

still, biz neyi unuttuk biliyor musun? yani düpedüz neyi unutturdular bize? ilk kez yardımsız merdiven inişimizi unuttuk. ilk defa tek başımıza karşıdan karşıya geçtiğimiz o günü unuttuk. nasıl da uzun gelmişti o cadde, hatırlasana. hatırlayamazsın. unutturdular o anları bize still. o destek tekerlerinin çıkarılıp iki tekerlek üzerinde gittiğin ilk 10 metreyi hatırlıyor musun? dalga kaleni yıktığında duyduğun o öfkeyi anımsamaya çalış biraz. geri getir onu still. o öfkeye ihtiyacın var. hepimizin işte ona ihtiyacı var.

bunları bize unutturuyorlar. çünkü unutursak herkes gibi olacağımızı biliyorlar. her geçen gün, birer herkese dönüşüyor herkes. böyle anlarda, ilk öpücüğünü hatırla, still. biraz olsun hatırlaması kolay olur diye söylüyorum. fakat onu bile unutan vardır, bundan eminim. şu yaşa gelip öpüşmeyenler bile vardır hatta. kahretsin ki, vardır. bir kızı öpmeden dişleri dökülen kalaycı çocuklar vardır. artık sigara içemeyen kot taşlamacılar vardır. çelik çomak yerine kalaşnikof tutan çocuklar vardır. vardır yani, still. ağzımı bozduğuma değer, yani bu dünyanın gelmişini geçmişini sikeyim ki vardır yani bu insanlar. bizimle beraber akıyorlardır dünyanın bir yerlerinde. kaç çocuk mars'a ayak basmanın hayalini kuruyor şu dakika, biliyor musun still? o çocukların babaları, sürpriz bir maç bilmek için değme bilimadamlarına taş çıkaracak şekilde araştırmalar yapıyor, yazıyor, okuyor, çiziyor. biliyor musun still? hayalgücünün gücünü unutma.

ben unutmadım, still. unutmak istemiyorum da. bir gün biz de kazanırız still. bu, 1871 paris kadar kelebek ömürlü dahi olsa, bir gün biz de kazanırız. bunu unutma.

kalplerimizle,
we

15.02.2012
kuzey izmir.
sevgili still,

sana uzun süredir mektup yazmamış olabilirim. ama sen de az çok yaşamımda neler olup bitiyor biliyorsundur. haberleri geliyordur sana. bildiğin gibi işte, zombi kovalamalar, güzel kız sevmeler, yolda bmw'lerle kapışmalar (yenilmeler), hislerime sözcük bulmaya çalışmalar, kitap yarım bırakmalar, sigara içmeler. bırakamadık şu mereti.
insan en zor kendini affedermiş. sigarayı hala bırakamadığım için kendimden özür diledim. "eeee ben söyledikten sonra dilenen özrü yemişim ben"

bu gezegen üstünde doğdum ve kütle çekiminin de katkılarıyla hala üstünde duruyorum still. aslında ben bir toz tanesiyim dünyanın büyüklüğüne bakıldığında. dünya da koca evrene bakıldığında bir toz zerresi. peki biz bu kadar önemsizken, istek ve arzularımızı önemli yapan nedir? müziği icat etmiş olmamız mı? matematikten anlıyor oluşumuz mu? nükleer silahlar mı? konuşabilen yaratıklar olmamız mı? ne?

ben ilkokul dörtteydim. birgün karşıdan karşıya geçerken sağıma soluma bakmadığım için sağdan gelmekte olan bisikletliyi görmedim. adam ayağımın üstünden geçti. durdu. birşeyimin olup olmadığını sordu. birşeyim olsaydı söylerdim. (insanlar birşeyleri olursa söylemeliler) ama yoktu. acı çekmiyordum örneğin. en fazla biraz şişecekti ayağım.gel gör ki, adam gittikten sonra oturduğum yerden kalkıp yürümemle beraber büyük acılar çekmeye başladım. bir arkadaşım doğum gününe yetişmek için önden önde hızla koşarak uzaklaştı. bunun için özür dilemeyi de unutmadı. çok içli çocuktur, çok! öteki arkadaşım benimle beraber yavaş yavaş eve kadar yürüdü. hatta sonlara doğru iyice yürüyememeye başlayınca koluma filan girmeye çalıştı. bir yandan da ağlıyorum çocuklar gibi. böyle böyle eve kadar yürümüşüm. iki kat da çıkmışım üstelik. sonradan öğrendik ki, ayak kemiklerimin hepsi tuz buz olmuş. morarmamış da. bildiğin kararmış ayak.

kırık bir ayakla 2 kilometre yürüdüm ben still. 11 yaşındaydım.

sonra benim ayağımı alçıya aldılar. bu haldeyken, evde canım sıkılıyordu. satrançtan zerre anlamam. o zamanlar da anlamazdım. yine de dolabın en tepesine tırmandım alçılı ayaklarlarla. satranç takımını indirdim. bir güzel yerleştirdim. açık renkli kareler sağ alt köşeye gelir. bunu biliyoruz elbette. sonra abimi çağırdım. karşılıklı satranç oynayıp oynamayacağımızı sordum. kesin ve net olarak satrançtan anlamadığını söyledi. e sen anlamıyorsun. ben anlamıyorum. annem babam da bilmez satranç filan. ne sikime duruyor bu satranç takımı bu evde?

hayatımda çözemediğim bir konudur o satranç takımı.

birkaç kez daha ısrar ettim, hatta duygu sömürüsü yaptım. insanlara istemediği şeyleri yaptıramıyorsunuz. bunun bir yolu yok. ama ne istediğinizden de haberleri olması iyi birşeydir. ne düşündüğünüzden haberleri olması iyi birşeydir. bu yüzden konuşmayı icat ettik. sofrada sefil bir tuzluğu isterken bile konuşmaya ihtiyacımız var bizim. abim benle satranç oynamayı kabul etmiş olabilir, olmayabilir de. şu an hatırlamıyorum. ama her nedense satranç oynamak istediğimi hatırlıyorum. satranç oynadığımı hatırlamıyorum. bunun bir önemi yok. peki biz bu kadar önemsizken, istek ve arzularımızı önemli yapan nedir? müziği icat etmiş olmamız mı? matematikten anlıyor oluşumuz mu? nükleer silahlar mı? konuşabilen yaratıklar olmamız mı? ne?

tabii hepimiz hayal kırıklığına uğrayabiliyoruz. bu dünyadaki en kötü insanlar için bile geçerlidir. eminim hitler bile daha fazla yahudi öldüremedi, devasa fırın projesini hayata geçiremedi diye hayal kırıklığına uğramıştır. hayal kırıklığının en olağanüstü tarafı, daha önce defalarca yaşamış olmamıza rağmen her seferinde sanki ilk kez yaşıyormuş gibi hissetmemizdir; ki başka hiçbir insani duygunun böylesine muazzam bir özelliği yoktur. hayal kırıklığına uğradığımızda şaşırırız. halbuki daha önce başka bir nedenden dolayı yine hayal kırıklığına uğramışızdır. ama daha önce de tattım ben bu duyguyu diye önemsizleştiremeyiz hayal kırıklığımızı. ne yapar ne eder oturur boğazımıza. sevgi duyduğumuzda mesela bunu ilk kez duyuyormuş gibi olmayız. sevgi sevgidir işte. sevgi birikir. nefret birikir. hayal kırıklığı birikmez. her seferinde yenilenir. yenilenmeseydi dünyaya olan hıncımızdan ölürdük. belki de bu doğal seçilimin bir sonucudur. dayanıksızlar dünyadan silinmiş; hayal kırıklıklarını her seferinde ilk günkü gibi taze yaşayabilen, böylece akıl sağlıklarını koruyabilen atalarımız hayatta kalmıştır. bizler böylesine neşeli primatların torunlarıyız işte. bunda mutlu bir taraf var still.

kendini affet. ben de kendimi affedeyim. herkes kendisini affetsin.

kalplerimizle,
wearewinningdontforget

28.04.2012 - kuzey izmir.
sevgili still,

ne zamandır sana bahsetmek istediğim bir kaç konu var. uygun bir zaman, çalışmak için uyanık kalınmış bir gece ve sabaha çok da az var. tabii, bir de ankara nın kasveti var. sevgili still, kulaklarımda ne zamandır dinlemediğim bir adamın sesi var. ne zamandır arayıp bulamadığım gecelerden biri, hani geçen hiç de memnun olmadığını söylediklerinden. işte mevsimimizdeyiz ve kafam bir dünya kadar ayık ve tabii çorba.

bir ara sonbaharı kaçırmışım. şimdi kış ama bu da fena sayılmaz. zaten bunları konuşmuştuk; ama ne de olsa sonbahardan bahsetmem gerekirdi yine. aslında keyfim yeterince yerinde ve ne kadar uzun süredir başka bir şeyin içinde olduğumu bilsem de, çıktığımdaki yine bu ben ve yine bastırınca acıyor dediklerim, ve bastırma o zaman dediğimiz ben.

kafam bir dünya kadar ayık ve bulanık. bütün hücrelerimle nefes alıp boğulmak diye buna derim ben. en son ne zaman güneş doğarken ayıktım ki? bahse girerim dünya koca bir fiyasko ve yeterince yaşanılası bir yerdir. sanki bir gece yazıştıklarımızın üzerinden fazla bir zaman geçti, sanki o gece taksim de yürüyeli uzun bir zaman oldu. ne kadar anı toplayıcısıysam o kadar da unutmadığım kesin. ama yemin ederim, konuyu kaçırıyoruz, biz insanlar. cüzdanımız çalınınca hala üzülüp kahrolabiliyoruz, ya da bilirsin işte başka şeyler.

işte birkaç saat önce dümdüz bir kafayla bir bara girdim, kendime bir bira söyledim, sonra çıkıp yağmurda biraz ıslandım. hepsi bu kadar ve dümdüz şeyler. yine de biz insanlar, karmaşanın içinde boğulmadan edemeyiz. ne de olsa insanız. aynı hataları bin kez yapıp bin kez de pişman olabiliriz. hep, ama hep elimizde kalanlar zaten her zaman yanımızda taşıdıklarımız olduğuna ve zaten biz de ancak o kadar insan olabildiğimize göre uğraşmamızın manevi bir değeri de olmamalı. bir ara z nin de değindiği gibi, biraz bas ve davul gürültüsü ve cebimizde biletler. ondan sonra bizi kim anmayacaksa da anmasın, tanrı aşkına, ne önemi var.
sevgili still,

volkan'ın ölümü beni çok fazla etkilememişti, taa ki geçen geceye kadar.

volkan üniversiteden sınıf arkadaşımdı. mezun olduktan beş sene sonra kanser veya onun benzeri birşey olduğu haberini aldım. hastalığı tam olarak neydi bilmiyorum. haber aldıktan sonra ziyaretine gittiğimde hastalığı hakkında birşeyler anlatmıştı ama gayet iyi göründüğü için can kulağı ile dinlememiştim onu. midesiyle ilgiliydi problem. ama işte, sanki neşelenmesine ihtiyacı varmış gibi espri yapmaya çalışmam yüzünden ne sebeple öleceğini dikkatle dinlememiştim. ölecekti. bunu o da biliyordu. herkes öleceğini biliyor still. ama hayat bunu ne sıklıkla unuttuğunla ilgili birşey.

sonra bir gün telefonum çaldı. çok rahat yalan atabilirdim. ama neredeyse bütün sınıf cenazede olacakmış. cenazeleri sevmem still. buna rağmen uzun süredir görmediğim arkadaşlarımı görme fırsatını kullandım ve arabayı uzağa parkederek bir köşede namazın kılınmasını ve tabutun kaldırılmasını bekledim. sonra tabutun peşindeki, yaşasaydı volkan'ın gurur duyacağı ufak çaplı kalabalığın en arkasındaki yerimi alıp arkadaşlarımı kalabalıkta aramaya başladım. tabutu araca bindirip gönderdikten sonra üniversitedeki yakın arkadaşlarımla başbaşa kaldık. biraz ayakta sohbetten sonra dağıldık. onları tekrar görmek güzeldi. sonra belki de üniversitede kendime en yakın hissettiğim, ama sonra nedendir bilinmez koptuğum bir arkadaşım olan aydan'la birer kahve içip geçtiğimiz bir kaç yılın özetini geçtik birbirimize. o bana neden evlenip boşandığını anlattı. ben de ona arkadaşımın ölümüne neden bu kadar duyarsız kaldığımı anlattım. telefon numaralarımızı yeniledikten sonra ayrıldık.

volkan'ın ölümü hakkında hatırladığım en net şey, aydan'la olan otuz dakikalık bu kahve sohbetiydi. taa ki geçen geceye kadar.

richard dawkins, "enemies of reason (mantığın düşmanları)" isimli belgeselinde ölülerle iletişime geçtiğini iddia eden bir medyuma, ölülere neden çok banal sorular sorduğunu açıklamasını istiyordu. gerçekten de still, bir medyuma gidip büyük dedenle iletişime geçmesini istediğinde, medyum büyük dedene gayet banal sorular soracaktır. ve tabii ki, aslına dolandırıcını teki olduğu için, dedenin bırak ruhuyla, gayet somut bişey olan ayakkabısıyla bile iletişime geçemeyeceği için bu banal soruların banal cevaplarını yine o kendi dolandırıcı götünden atacaktır.

"yerinde rahat mısın? rahatmış. yaşayan birine kızgın mısın? aileden bir kadına kızgınmış, öyle söylüyor. bizden bir isteğin var mı? torunu daha fazla kuran okusunmuş"

bu gibi sorular yerine neden "ölü olmak nasıl bir duygu?" veya "evrenin tamamını görebiliyor musun? evrenin tamamı nasıl gözüküyor?" gibi sadece ölülerin cevap verebileceği sorular sormuyor medyumlar? richard dawkins bunu soruyordu işte.

ben de geçen gece rüyamda volkan'ı görünce bu soruları sordum. yanımda çok tatlı bir kız uyuyordu. yanımda tatlı kızlar uyuyunca rüyalarımdaki tatlı kızlar kontenjanı kapanıp ölü insanlar kontenjanı açılıyor demek ki.

volkan, "ölü olmak nasıl bir his" soruma cevap vermedi. sadece elime bir kağıt tutuşturdu. "bunu sen yazmıştın" dedi. kağıda baktım, okudum ama ne yazdığını anımsamıyorum. şimdi, o kağıtta ne yazdığını deli gibi hatırlamaya çalışıyorum.

sana daha güzel bir mektup yazmak isterdim ama dedim ya, o kağıtta ne yazdığını hatırlamaya çalışıyorum. kafam bununla meşgul. hatırlarsam bunu ilk sana söyleyeceğimden emin olabilirsin. belki böylece neden adam gibi şeyler yazamadığım hakkında kendimi affettirebilirim.

edebiyat ölüyor still. biz de katılalım. yedi kişi ve üstü linç sayılıyor.

kalplerimizle,
we

27.04.2013 - doğu ankara