sevgili dostum;
sana mektuplarımı bu başlık altında yazacağım. bir insanın başka insana dost diye hitap etmesi bence de biraz tuhaf bir durum, ama sanırım zamanla buna alışabiliriz. aslına bakarsan hitabın üzerine çok düşünmedim, bir şey seyrediyordum sen aklıma geldin, sana bir şeyler yazayım istedim -bunu hep sevmişimdir- bende kayıtlı mail adresini kullanmak uygun olmayabilir diye düşünüp, üstelik açık mektup yazmanın belirli sınırları korumak için iyi bir çözüm olduğunu da hesaba katarak buna yöneldim. bir hitap gerekliydi tabii ki. ya da belki tüm bunların dışında gerçekten şu hayat içinde dost olabildiğimden emin olduğum iki kişiden biri ve daha dost olan olduğun içindir, şimdi bu karmaşayı çözmeye gerek var mı?

the magic of belle isle diye bir film. hollywood'un eski büyük aktörleri şu aralar yaşlılık filmi çekmeyi çok seviyorlar. eastwood da çekmişti, yine benzer hikaye. morgan freeman, yaşlı ve huysuz, üstelik tekerlekli sandalyeye mahkum eski bir yazar olarak bir yaz sezonu için boş duran eve taşınır. yan tarafta 6-10-16 yaşlarında üç kızı olan boşanma sürecinde bir hanım oturur (hanım lady'ye karşılık), olaylar gelişir. aslında bizim alışık olduğumuz bir konsept, hem hulusi kentmen hem de bir dönemin tamamı stüdyo çekimli disney filmleri benzer temalar işlemişti. yine de bence güzel, üstelik güzel çekiyorlar. film çok önemli değildi, filmde 6 yaşındaki tatlı flora, bir ara freeman'a "15 ağustos'ta 7 yaşına giriyorum, partime gelmek ister misin?" diye sordu. orada takıldım ben, filmden ıradım (yabancılaşma kelimesiyle çok uğraşıyorum hegel sayesinde, başkalaşım, yabancılaşma vb. bunlar çok karıştırıyor işleri) ve işte seni düşündüm. 15 ağustos'ta doğanlar kümesi canlandı kafamda; sevdiğim bir dost, pkk ve bir filmdeki küçük kız. ortadakini karıştırmadan, diğer ikisinin bir biçimde ortak özellikleri var, ikisi de sevimliler bir kere, biri büyüyünce güzel olacak, biri gençken epey güzeldi. sonra garip huyları, ikisi de anlatılanlara inanıyorlar ve düşünmeye genelde üşeniyorlar. ablası flora'ya yeni komşularının böcek yediğini ve onlar uyurken küçük kızların ayak parmaklarını yaladığını anlatıyor, flora inanıp çok korkuyor. benim tanıdığım kızsa her yaşadığını hayatın merkezi ve tek gerçekliği sanıyor. sonra başka benzerlikleri de vardır, ama film değil mi bu, yoksa burçlara mı inanacağız bu saatten sonra? gerçi senin bu kibritçi kız duygusallığıyla burçlara inanman sürpriz olmaz bu kadar olgucu olmasan.

büyük haberler yok bu cephede, hatta bir cephede bile değiliz. bir cephe ya da safta duramayacak kadar kaybolduk, yine de kaybolamayacak kadar her şeyin bilincindeyiz. büyük haberler yok, küçükleriyle biz ilgilenmiyoruz.

filmdeki üç kız yaşlarının tam karşılığını gösteriyorlar. küçüğü küçük zaten, ortanca bir sal yapıp göldeki adaya gitmeyi ve yazar olmayı öğrenmeyi istiyor. hatta freeman'a imagination derslerine karşılık biriktirdiği 34 dolar 18 centi teklif ediyor. büyükleri fena işte, bir elde sürekli telefon, mesajlaşma, her şeye burun kıvırma, hayatın bütün gerçeklerini çözmüş havaları, aman aman. o yaşlara varmak üzere olan bir yeğenim olduğu için bana bu tür filmler korku filmi gibi geliyor. sonra bak o konuda da seni düşünüyorum, seninle tanıştığımda o yaşlardaydın ve hiç değilse bana karşı öyle bir havan yoktu. burada ayrıcalık sana mı, bana mı ait, yoksa ikimiz de aynı yaşlarda olduğumuz için mi fark edemedik? sahi bizim şımarıklığımızın böyle zararsız bir hali neden olmadı ki, neden her saçmalığımızın ağır bedelleri oldu ve çoğunu kendimize bile söyleyemedik? bunlar ağır konular...

şimdi belle isle'de kalalım ve 15 ağustos'a ne kadar zaman kaldığını, seni bir daha meşru bir sebeple ne zaman arayabileceğimi hesaplayalım.

not: sen şimdi seyretmeye üşenirsin ben filmin bir sahnesindeki diyaloğu ekleyeyim:

- bay wildhorn, hayattan beklentiniz nedir?
- böyle geceleri daha çok yaşamak.

- kızlarıma, hayattaki güzelliklere açılan yolun insanın kendi kalbinden geçtiğini söylerim.
- doğru hanımefendi.

- aşık olduğunuz kadın nasıl birisiydi?
- bulunduğum ortama girdiğinde, sizin hissettirdiğiniz gibi hissettirirdi.
- ben nasıl hissettiriyorum ki?
- dışarıda güneşli bir hava varken bazen hafif bir yağmur yağar. yağmurdan sonra ortaya çıkan güneşin getirdiği bir sıcaklık duygusu vardır. işte siz öyle hissettiriyorsunuz.
gülüm;
votkanın cesaret veren bir yanı var, votkanın insanı garip biçimde çok zengin ve dokunulmaz hissettiren bir yanı var. fakat ucuz sosyal mesajlar vermek bize uygun düşmediğinden ve her sosyal mesaja karşılık (burada bile) 8-10 civarı liberal-dinci geri bildirim aldığımızdan o konuya girmeyelim. bilmeni istediğim, bunları bir kez daha şarjör votka dolu dizdiğim...

yazmaya dair övgülerinle öyle ilgilenmiyorum, yazmamı sevmene tutkuyla bağlıyım. ben niye hala şişmanım biliyor musun güzelim, sen zamanında göbeğimi sevdiğini söylediin için. ve şu saate kadar yazdıklarıma dair -bazısı değerli bulduğum kişiler- çok kişi övgüde bulundu. ben beni bilirim, iyi yazdığıma iyi derim. bir de sen ne zaman bir şey desen ona çok inanırım, 15 yıl oldu, böyle kaldı. kendine haksızlık ediyorsun, iyi bir yazar ve iyi bir incelemecisin sen de, hala kürt sorunu söz konusu oldu mu t'ya sorun deyiveresim geliyor, hala ankara'yı seninle hatırlıyorum ve yenişehir postanesi evet... ve bir saatsiz zamanda senin o çocukla buluşman, çok içmem, yine aynı postane... ve evet bir geri çekiliş anında o civarda... yenişehir postanesi evet, seni çok seviyorum, biliyor musun?

çok anılarla kaplı bu ağaç kabuğu, çok anılar yüklü tenimize ve daha içimizde bir yerlere. ne kadar olsa -beraber büyümenin büyüsü bu- başkasınca anlaşılacak yanı yok bazısının. ben en çok o anılar içinden seni düşünüyorum. insanlar anılarından kendilerine dair şeyler seçiyorlar. eskiden böyle değildi belki, belki klasik edebiyatı tersini yaptığı için seviyoruz. insanlar anılarından içlerinde kendi fotoğrafı olanı 'paylaşıyor' ve seçip saklıyorlar. ben hep seni sakladım, binlerce başka gülüş tonlarını falan ya da kızgınlıklarını, beni kovmamalarını (bunlar çok komik), dizinin yaralanmasını, galatasaray uefa finalini... bunları sanki ben orada yokmuşum gibi kaydedip sakladım. çok sabah şu garip hatıra ile uyandığım vaki olmuştur: bir kere kavga etmiştik, kim için, ne için, meçhul bende, kavga etmiştik işte. ben haklıydım galiba da sen sırf inadın tuttuğu için kabul etmemiştin benim haklılığımı. tuvalete kaçmıştım ben. sonra tam sıçarken, tam sigara hem elimde hem dudağımdayken kapıyı açıp bir kova su döktün üzerime, haklılık diye bir şey kalmadı. işte o andaki gülüşünü saklıyorum, piç seni!

'biz' olmayı başarmıştık, bu doğru. biz olmak eleştirilecek şey bugünün dünyasında. bugünün dünyasında eleştirmek bir spor dalı gibi teşvikli, ama benliği, bireyin kendi varoluşunu yok eden bir şey olarak biz olmak eleştirilerin en ağırının muhatabı. biz nasılsa başardık bunu ve öyle de kalıyor haklısın bir kez başarınca. kimse inanmaz bu kadar iç içe olduğumuza 6 yıl hiç görüşmeyip telefonda toplasan birkaç saat konuştuğumuzu biliyorsa. fakat en önemlisi, buradaki maya sendeydi, ben öyle becerikli bir adam değilim. düşün senden sonra çok kadın tanıdım ve biri hariç hiçtanesiyle bir aydan fazla yapamadım. bir kere daha yanıldın sen de. maya sendeydi, benim zamanında söylediğim "biz senin geçmişine yatırım yaptık" cümlesindeki gibi, bir kere yapabilmen bir dahakini koşullamadı. yine de inan yapabilecek birisi varsa, sadece sensin: seni seviyorum.

votka için de hatırladığım ek şey senin vişneli sevdiğin. tabii ki yalan konuşuyorum burada, tabii ki o votka vişneli ve evden çıkmamalı günlerin çok detayını hatırlıyorum, tabii ki alemi yok bir hanım insana bunları hatırlatmanın. ne diyorum, ben seninle çay içmeyi de çok sevdim, ben şimdi alkoliksem (bence değilim) sen olmadığın kadar çay olduğundandır. ne diyorum? seni özledim, vakit var, söylerim bir şeyler. bazı cümleleri içtenlikle kurmak ruhunu kurtarır insanın ve bence votkanın ruhunu da serbest bırakır: seni seviyorum.