hayatta inanılmaması gereken tek söz "seni seviyorum" galiba... puslar ülkesi yazarı işıl yüce der ki; "seni seviyorum, bir yokeden atasözü." bu saçma "seviyorum" sözcüğü büyük sorumluluklar yükler insana ki, karşı tarafın beklentisi de çoğalsın da bir an önce iletişim bitsin, aşk nefrete dönüşsün... öyle ki o kadar çok kullanırız ki bu iki kelimeyi, artık vıcık vıcık olur yürek... ince kıymıklar kaplar yüreğini. sonrasında söylenense "ben bunu hakedecek ne yaptım ki" veya "sana neler verdim ama sen...." akabinde gelecek cevaplar, suratsızlıklar, ukalalıklar ve can yakıcı tavırlar cabası... bi de etiket yersin ki, o daha da acı. "terkedilen" soğuyan vücutlar gibi, ölü bedenlerin yavaş yavaş katılaşması gibi, tepkisiz, sahipsiz gözyaşları, kanayan çığlıklara eşlik eden kapanış... siyah-beyaz televizyonlardaki trt gibi... ardından bi özgürlük marşı, sonrasında yeni sonlar... ver çoşkuyuuu...

ama hiç uslu durmaz işte yürek. yeni, yepyeni yenilgilere yelken açar... her "kapanış" bir parça güven, bir parça heyecan, bir parça tokatla çeker gider... sen çırpınsanda nafile. her seferinde yaşadıkların içinde kalmışsa ve sen hep yeni umutlar ararken, bütün bunları sırf hatırlamamak üzere unuttuysan, işte o zaman başın belada dostum! bu çıkışı olmayan bi labirent, uyarması benden. sen tek seferde bütün kalbini açsanda, düşüncelerini ortaya koyup kartların açık oynasanda birileri yüreğinin bi parçasını koparır gider. ama sende başka bi seferde başka birinin yüreğinden çalmıştın ya, işte ona sayacaksın!

oysa olmasaydı bu pis "sevmek" fiili daha en baştan sorumluluk almamış ve karşıdakini beklentilerinle yormayacaktın. terkedince eğer varsa vicdanın sızlamayacak, terkedildiğinde zaten bi şey beklemediğinden bu kadar canın yanmayacaktı... parça parça kopan bir yüreğin olmayacak, tamamı sana kalacaktı. giderken bi "hoşçakal" diyecektin ve o giderken de bi "güle güle" yetecekti. umutlar tükenmeyecek, savunma mekanizmaların çökmeyecek, ne hayata ne kendine güvenin azalmayacaktı...

"seni seviyorum" yerine sadece yaşadığın anların keyfini sürmeye baksaydın sadece gülümsemek kalacaktı sana. iştahın kapanmayacak, iştahın açılmayacak, aylarca yasını tutmana gerek kalmayacaktı. çünkü o gidişi kabullenmekle bitmiyor, sonrasında temizlemen gereken bir hayat var elinde sana kalan sadece bu.

ahh bir de aslında güzel, mutlu olupta sana acı veren anılar... aşağı - yukarı yaşanan ilişkilerin tamamının iskelesi budur bana göre. peki aşk nedir? ne içindir? ben söyleyeyim; sona gelmek içindir. yaşanan hayal kırıklıkları flört dönemi bitince başlar. ister terkedilince olsun, ister evlendikten sonra değişen -aslında varolanı göstermektir bu- karakterler olsun... yavaş yavaş gangren olan kolu ya kesip atacaksın yada bırakacaksın sepsisten gideyim diye...

bazen feminist damarlarım kabardığında anaerkil bi toplum düşünüyorum. erkekler haremde, mutfakta veya çocuk bakıyorlar. kadınlarsa tüm yaratılıcıklarıyla ülkenin geçimini sağlıyorlar. "sultana'nın rüyası padmarag" kitabında geçen benzer olaylar vardı. güneş enerjisini kullanarak kazanılan savaşlar falan... acaba erkeklere maddi özgürlük verilmeseydi daha mı az sorun yaşardı bir toplum? hor görülselerdi ve kaba kuvvetlerine karşılık zekamızla yenseydik... hoş bir rüya. bi arkadaşımla (erkekti kendisi) böyle konuşurken dedi ki bana "ama bizim beynimiz sizden büyük" akılsız şey! hiç düşünemiyor mu acaba, fillerin de beyni erkeklerin beyninden büyük. ama dünyaya filler hükmetmiyor. ama onlar erkek ya, her türlü terkedişe hakları var... erkek yapınca çapkın diye gurur duyar aile, kız yapınca sürtük diye utanır. buna haksızlık demeyeceğim. bu yazıdan sonra seçim sizlerin. ya "seviyorum" fiili yada kendi hayatının efendisi olma telaşı...

şimdi tüm aşıklara , tüm sevenlere sesleniyorum :
elimde "seni seviyorum" lar var. 10 taksitle, kredi kartsız, kefilsiz, ihraç fazlası bunlar... gelin abiler, ablalar, başka yerde bulamazsın, geel vatandaş gel, gel, gell...