***
beceriksiz bir tahtakurdu günün birinde içi müzik aletleriyle dolu bir atölyeye düşmüş. keman, piyano, viyola hatta ud ve bağlama...meşe ağacı, ödağacı, dut, ardıç, kestane... bizimkine hepsi tahta, terane. atölyenin sahibi varsın boğuşsun tellerle notalarla. o sesler cehennem azmanının deli çığlıkları. bizimki usulca tıngırdatır. bir de ukaladır, kendi çıkardığı sesten gayrisini beğenmez.

***
sandık, ne zaman hayrını göreceğim ben senin? önce vefalı ve dürüst ol diyorsun... peki, vefayı hangi zaman birimi ölçüyor? sana günlük değil sandık deyişim boşuna mı? -dürüst- olmaya çalışıyorum. yüzde doksan nem oranında kuru kalmaya çalışıyorum. var olan ikinci benle yaşamak çok zor zira. ara ara ortadan kayboluyor. hırsızlık yapıyor, ırza geçiyor, beddua alıyor. bulunamıyor. cezaları ben ödüyorum. tam gitti yok artık diyorum. son imajıyla yeniden karşıma çıkıyor. şizofreni hakkında olmadık laflar etmişler. onu ve beni aynı kefede tartmışlar. ben sadece yazıyorum. bu bile beynimi çatlatıyor. bir de özneleri ve nesneleri mi arayayım!

bir şey anlamadın. yine zırvalıyorum. peki, eğleneceğin bir hikaye anlatacağım. bir hafta sonra yüzünü ekşiterek yalan mı gerçek mi diye sormayacaksın. ya da sor cevap belli: ne kadar yalan olabilirse...

''otobüs surların kenarında ağır ağır ilerliyor. her zamanki gibi kapasitesinin üzerinde dolu. sıcak. ben yine gittiğim yöne ters oturmuşum. karşımda 'o' var. 'o' hikayenin öznesi.

arkadan boş bir otobüs geliyor. citaro, bebeğim niye iki dakika geç kalmadın? citaronun numarasını görmeye çalışıyorum. omzunu az çeksen kardeş? (bu omuz o'nun.) ben numarayı kadraja yerleştirmeye çalışırken, eleman omzunun tozunu süpürüyor. hoppala! merhaba ben omuz fetişisti. manyak mısın o? yok bir şey omzunda. ama artık omzuna bakıyorum haliyle. sonra da bir insanın en bakılası yeri olan gözlerine... o da o sıralar aynı şeyi yapıyor. işte tanıştık. omuzsüpürene kanım kaynıyor bir anda. kalın camlı gözlükleri yüzünden oldukça küçük görünen çekik gözleri var. bir de kalın çerçevelerin ara ara gizleyebildiği gözaltı morlukları. yorgun ve uykusuz. paçavraya dönmüş çantasından yıpranmış sayfaları olan bir kitap burnunu çıkarmış. acaba hangi kitap? allahım! yine merak bastırdı. 'm' harfi görünüyor. melekler ve şeytanlar? bunu öğrensen mutlu mu olacaksın? 3 saniye. onu tanımlayacak 3 cümlem var. sıra sende dostum. bakış serbest. yanımda oturan amca da maçı seyrediyor. ona da ara pas yapıyoruz. 'bilmiyorum çocuklar 'diyor: 'aynı yolun yolcusu musunuz?'

sıra sorularda: 'niye uykusuzsun?' diye soruyor bana. 'yastığım alçaktı.' diyorum. 'peki sen?' 'yastığı alçalttım.' diyor. haklısın dostum. uykuyu yastıktan almıyoruz. niye alçak yastıklarımız? başımız çok ağırlaşmış olmasın? evet galiba sebep bu. hangi düşünceler eziyor seni? eziyor deme. düşünmek yorar belki ama ezmez. esas düşünmemek kötüdür. yorulmamış, sağır ve kör olursun. gündüz başım ağrıyor benim. merak etme çözünce geçer. doğru söylüyorsun da yenisini bulurum. ne halimiz varsa görelim o halde! olur görelim.

amca diyor ki, 'gerçek yorgunluğu tatmadınız çocuklar. biriken pişmanlıklar insanı yorar. bir de eskisinden yavaş yürüyor olmak.' hayır amca, diyor o. anlamıyorsun bizi! herhangi bir bilgi bu halin çözümü olamaz. yıllar sana bilgi vermişse de bu hali yaşamadan bilemezsin. onu onaylarcasına bakıyorum amcaya. peki çocuklar diyor, yaşayın ve ne haliniz varsa görün.

başımı öne eğiyorum. biz çokbilmişler miyiz yoksa? hayır, diyor. amcaya bakma sen. on yaş genç gösteriyordur kesin. çok düşünen emin olamaz ki çok bilmiş olsun. iyi de senin her şeye cevabın var. senin de hep 'ama'ların var. sorguluyorum da o yüzden.

saatlerimize bakıyoruz. sonra da dışarı. ineceğim ben dostum. seni tanıdığıma sevindim. yalnız olmadığımı biliyordum da bu yalnızlığı paylaşmamıştın uzun zamandır. omzun temiz diyorum usulca yanından geçerken. dostça gülümsüyoruz birbirimize. o da kitabın adını gösteriyor hemencecik. melekler ve şeytanlar? ohh, değilmiş.
hoşça kal dostum.''

hoşça kal sandık. sen bunların havasını al ve yer aç. en kısa zamanda geri döneceğim.
yahudi, oğluna yüksekçe bir masaya çıkmasını söylemiş. oğlu 'çok yüksek nasıl çıkacağım?' diye sormuş. baba, 'ben sana yardım ederim.' demiş. 'peki nasıl ineceğim?', 'ben sana yardım ederim.' baba yardım etmiş. oğlu masanın üzerine çıkmış.

***
ona gitmemesini söyledim ama gitti. gitmesini üstüme alınıp beni dinlemiyor diye sitem edemem. çünkü giderken bana sormadı bile. dahasını da yapacak. onunla konuşacak, kavga edecek. susmasını söyleyeceğim. beni duymayacak bile. onu şaşırtacak birşey yok ki hayatta neden korksun. bu kadar kazık yedikten sonra dilediğince yaşamayı haketti artık. ona kavga etme dediğimde, bana 'korkma' demişti. 'kavgadan kötüsü var. görmek bile istemezsin.'

hayata öğrenmeye gelmiştik ya hani. meraklıya herşey malum oluyor sırayla. görmemesi gerekenler sıra sıra sahneleniyor gözü önünde.birbirine nefretle bakan iki kardeş gördüm. sonra nedense, biri elini uzatır gibi oldu. öteki ise soğukça karşılık verdi. yolunu şaşırmış gibi düştü el öteki ele. ama dokunuca irkilip kendine geldi, ciddileşti. besbelli soğuk geldi avuç ona. böylece elele tutuştular. keşke tutuşmasaydılar. öyle sahte bir yakınlık en büyük nefretin kanıtıydı. gördüm. bana da inanmak düştü. habil ile kabil, yusuf ve kardeşleri masal değildi.

bana anlatsa inanmayacaktım. çünkü iki kardeş candı. iki parmaktı. dünyaya atılmadan önce aynı rahmin misafiriydiler. uzunca bir zaman aynı sofrada yediler. aynı merhametin kucağında avundular. aynı gazabın dehşetinde dövüldüler. bu kardeşlik yetmeyebilir mi ihaneti durdurmaya? hala soru olarak kalsın istiyorum.

ben hiç birşey görmedim sandık. bunlar yalandı. onlar kavgalarına delice devam ettiler. sonra birbirlerinin kafalarını kırdılar. ama alınlarından yanaklarına doğru inen kana gözyaşları karışıyordu. sonra iki dağın kavuşması gibi sıkıca sarıldılar. kanıyor ve ağlıyorlardı.

***

yahudi'nin oğlu masadan inmeye çalıştı. babası ona yardım etmedi.
'neden' dedi oğlu 'neden baba?'
yahudi 'babana bile güvenme oğlum' dedi.

birçok oğul masanın üzerinden bakıyor hayata.
dün iftara yakın bir saatte zeytinburnu'ndan eminönü'ne giden bir otobüsteyim. otobüs ışıklarda durunca elinde koli olan bir adam bindi. kolinin üzerinde son dönemlerin kötü şöhret sahibi yardım derneğinin logosu vardı. adam bir köşeye ilişip koliyi açtı. koliden çıkan küçük iftariyelik kutuları insanlara dağıtmaya başladı. eyvah dedim. şimdi biri çıkacak adama laf söyleyecek. 'ne yüzle dağıtıyorsunuz? bize yaranmak için mi? çalıp çırptıklarınızın hesabını verin önce...vs.vs.' ön taraflardan bir kaç kişi istemez diyerek reddetti. bir kişi de oruç tutmadığı için almadı. kendimi tutmuş bekliyorken kutu bana uzandı, allah razı olsun diyerek aldım. adam da minnetle gülümsedi. ilginç, kutuyu aldığım için minnet duyuyordu. neyse ki beklediğim olmadı. otobüs, halkın çığırtkan sesini barındırmıyordu belli ki. o ses ki bir seferinde kendisine daha yakın olan orta kapı yerine arka kapıdan inen bir adamcağıza on beş dakika boyunca saydırmıştı. ciddiyim, kulağımla duydum.

kutuları dağıtan adam bir durakta indi. ama bana bir hüzün çöktü. açlıktan mı, batmak üzere olan güneşin yarattığı ışık oyunlarıyla sonbaharı hissetmem mi, kulağımdaki müzik mi? yoksa gerçekten hüzünlenmem için bir sebep mi vardı? adamın fedakar çabası ve ona burun kıvıran hor gözle bakan insanlar. bir restoranda hesap kutusunu getiren garsona bile teşekkür etme kibarlığına sahip insanoğlu iftar zamanı orucunu açabilsin diye ona yiyecek-içecek veren birine burun silkiyordu. ki adam bunu karşılıksız yapıyor. ya da karşılık alıyor olsun. yardımseverlik, fedakarlık, yapılan iyiliklerin cezasız kalmaması, kötü insanlar, çamur at izi kalsınlar, yoksullar, açlar... kötüler-iyiler...sonra aklıma birşey geldi.

vakti zamanında gözden çıkardığım bir elli kağıt vardı. gözden çıkardığım birkaç kitap, birkaç adisyon, bir kazak, bir ayakkabı... lütfedip onu paylaşmaya niyetlenmiştim. nereye bağışlasam kararsızlığından sonra 5'i geçen muhtelif saatlerde banka kapısının önünde kaldığımdan para günler geçmesine rağmen hala bendeydi. onun hala bende olması demek beni hala yardıma niyetlenmiş yardım sever insan yapıyordu. paraya baktıkça gururlanıyordum kendimle. sonra ne oldu biliyor musun, o parayı harcamak zorunda kaldım. zorunda kaldım, çünkü hayatımda o zamana kadar gördüğüm en güzel ayakkabıyı görmüştüm. elime geçecek ilk parayla yardım yapacağıma içimden söz vererek tekrar sahiplendim parayı, aldım ayakkabıyı. ama unuttuğum birçok şey gibi sözümü unuttum.

bu benim tarihimde en utanç duyduğum hikayelerdendir. kimsenin bilmediği, ortak olmadığı; ben, cüzdanım, içindeki elli kağıt, yardımseverlik duygum, ihmalkarlığım ve nefsim arasında geçti. çok utandığımdan bir daha kendime bu konularda söz vermedim. sonrasında gözden çıkarıp paylaştığım elli kağıtlar da o ilk utancımı geçirmedi.

dün akşam da kötü insanların şifresini çözmeye çalışıken aklıma 'ben' geldim. o hatayı yapabildiğim için yine yapma hakkımın içimde hep saklı olduğu... aç ve açık insanları tırnağım kadar düşünmediğim, düşündüğümde ise bunu bir lütuf olarak görüp içten içe böbülendiğim...

kendine güven diyor herkes. ben de diyorum ki: 'kendine güvenme'. ilkin kendine güvenme. her türlü kötülüğü yapabilir, en derin bataklıklara düşebilir, boğulana kadar farkına varmayabilirsin. sahip olduklarını kaybedebilir, daha beteri bu durum karşısında tüm metanetini ve umutlarını yitirebilirsin. o her kötülükten sorumlu tuttuğun şeytana pabucunu ters giydirebilirsin. değil mi ki şeytan insanoğlu'na 'ben' demiş, 'senden beriyim'. güvenme, sahip olduğunu sandığın adalet, iyilik ve merhamet duyguları benliğinin, arzularının altında muhafaza ediliyor olabilir. ki bu kuvvetle muhtemeldir. kendi kötülüğünden korkarak yaşa. başkalarından şüphelenmeye fırsatın kalmasın. derdin kendinle olsun ki başkalarıyla uğraşma. kendi hesabını doğrultmakla meşgul ol ki hesabı başkasına kesme.

yanlış anlaşılmasın. bunları kendime diyorum. çünkü bir tek kendimi biliyorum.
hayatıma hoşgeldin!

bunu ilk gördüğümde hissetmiştim. ama hissetmek... bilirsin, güvenilmezdir. çünkü duygudur. sarsak, güvenilmez duygular! ukala düşünceler onları nasıl da beceriksiz bir fahişe olarak pazarlar bize.

oysa ilk düşüncelerim güvenmemem yönündeydi. gözlerinde fırıl fırıl dönen şey, hani şu zeka parıltıları. konuşurken ne söylediğin önemli değildir, çünkü herkes birşeyler söyleyebilir. söylenen herşey zaman sonra gerçekliğini bulacak ya; bu yüzden konuşurken aslında kaç kelime kullandığımı saydığının farkındayım.

ilk izlenimden sonra seni biryere koymam gerekti. çünkü farklıydın. ben koymasan ortada kalacaktın. ama hayatımda ilk kez biri bana ancak içli köftem olabileceğini söyledi. hem de ciddiydi. seni yenilecekler bölümüne koydum bebek, güvendesin.

analiz yapmam gerekirse -ki gerekmiyor- insanları; hayatıma giren insanlar, çıkıp girenler, çıkıp girip bi daha çıkanlar (bu ikincisi s..r olup gitmektir) olmak üzere üçe ayırabilirim. ama çenemi düşürüp bana gece gece kendimden başka kimseyi ilgilendirmeyen şeyler yazdıran biri için diğerlerinin kullandığı kapıları kapıyorum. girmediğin için çıkamayacaksın.

aslında kalmış yemekleri severim. yanık yemekleri de... en çok tatlıları; aşureyi, havuçlu keki, karamelli dondurmayı severim. acıktığımda ise canım bayat ekmeğin içine zeytin koyup yemek ister.

seni ilgilendirmiyor ha! 'haklısın.' bu kelimenin bendeki anlamını söylemeliyim sana: söylediklerinin devamiını dinlemek istemiyorum. söylediklerinin hiçbirine inanmıyorum, kes artık.

yağmur sesinin dinlediğim halde romantik takılamadığım bu akşam, bir saat fazla uyuyacağım düşüncesiyle sabahlayacağım. sarhoş değilim. uykum da yok. erken kalkmak zorunda olmadığım bir sabahım var sadece. mutluyum yani. o uyanmayacağım sabaha kadar, bildiğim tüm kelimeleri cümle içinde kullanabilirim. kendimi anlatabilirim. söylediklerime güvenme. bir tek şeytan hakkında söylediklerim doğrudur. buraya yaran msn diyalogları, nickaltılar, nota analizleri, methiye düzmeceler yazmıyorsam 'bunları' yazma hakkım var. şeytanla çok uğraştığım için mi haytımın ortasına düştün sen? anlattığın hikayeleri dinlerken 'kesin şizofren, hayır bir dahi, hayır şizofren diye 'geçiriyosun' aklıma... aklımın ırzına geçiyorsun. ben de bu piçleri doğuruyorum. hala doğurabiliyorum. hala...

bitmez. istersem bitmez. bu sandık benimken ve zaman denilen bir vakum cihazım varken, bu sandık dolmaz. istersen içine girip de geçmişimi ezme. eskiler her zaman kıymetlidir benim için. hhala olmamışken, geçmişime ortak olma.

bitmeyebilir, inanıyor musun? bana söylediklerinin arkasında mısın hala? hayır de. yoksa devam edeceğim.
evet mi?
..
...
...
estesdighem *(*ez te hezdikhem) o halde.
mavi kapılar hep dikkatimi çekerdi. ama sare ninenin kapısına neden hiç dikkat etmedim? o sokaktan geçerken küçükken defalarca açtığım çivit mavisi kapıyı gördüm. iki kanadına kilit vurulmuş. artık girilemez. oysa açılsa, avlu; avluya açılan kümes, ev... onun kapısı da maviydi. odanın duvarında perdeyle gizlenmiş ufak bir bölme var. her gidişimde onun bakmadığı anı kollar, açıverirdim. orada hep, içinde cam şeker olan bir emaye kase olurdu. cam şekerleri hiç sevmem, ama hep cam şeker olur-du... şimdi kapı kilitli. ev boş. sare ninenin cenazesini mahalleli kaldırmıştı. bir oğlu vardı gerçi. hayırsız evlatmış. sadece hayırsız olabilir mi? belki camus'nun yabancı'da anlattığı mersault gibiydi. (bence hepsi bir, ahahahh!)ufak bir ihtimal...kilitli mavi kapının fotoğrafını çektim. bilgisayarımdaki yüzlerce fotoğraf arasında günün birinde karşıma çıkacak. sare nineyi hatırlarım. ruhuna bir fatiha okurum.

eve geldim. bu ev kapısına kilit vurulmadan evvel yıkılabilir. toki, koruma altındaki tarihi eser, proje... 3 yıl daha sürer bu muhabbet. ama nihayetinde bir gün avluya, asmalı çardağa ve korkuluğunda atçılık oynadığım balkona, bacağımı sıkıştırdığım mavi boyalı demirlere veda edeceğim. bunları fotoğraflamak yersiz. hatırladığım gibi kalsınlar.

babaannem, 'ampule basmam bu sefer' diye bağırırken odaya girdim. büyük dayıyla atışıyorlar. tam seyirlik. ama benim babaannemin yanaklarına asılasım var.'neden tontoşum yaa! neden küstün tayyibe?' 'sen şipirdeme bi hele', deyip beni püskürttü, dayıya döndü. 'paraya zam yapmadı. bundan kelli ampüle oy yok... susun hele' ( yaprak dökümü'nün reklamı çıktı televizyonda) geçen haftanın aynısını veriyolar heral' 'tontoşum anlatsana ne oldu geçen hafta?' ' hade ordan! kurt kocadı maskara oldu. ferfonde deyişimle eğlenecek o yüzden annatırıyo!'

sarkmış yanaklarına sulu bir öpücük kondurup çıkıyorum. 'derdiyok genç kız'ın ardından bir hey gidi gençlik çekiyorlar dayıyla.

vallahi babaanne, yalan billahi. ilk söylediğinde komik geldiydi. ben gerçekten seviyorum senin anlattıklarını dinlemeyi. hiç izlemediğim dizilerin özetlerini amaçsız telefon konuşmalarımızda anlattırdığımı niye hatırlamazdan geliyorsun? kaç iç sıkıntımı farkında olmadan unutturuverdin bana. ben anlarım bu deli kızın sesinden diyorsun ya, anlamıyorsun tontoşum. ferfonde kocasını aldatıyo, dost hayatı yaşıyo leventle. şehrazatın yanındaki sinsi kız bozuyo aralarını o çakır gözle.senin kuzucun bunları dinlerken ağlar bazen. yaşlı bir sesten, olmayan ve olmayacak hikayeler dinlerken kendi sıkıntılarını avutur.

kararlarımı vermedim henüz. kazık kadar oldum ama aklı bir karış havada sıfatından kurtulamadım. senin yanında üzülüyorum bu duruma. ama sen hayatımın 'bir' parçasısın. seni dinleyip senin gibi olmak istemem. istesem yolu çok kolay: izleri takip etmek. belki de yaşlanınca senin gibi olmadığımda, yani torunumu salt sesimle avutamadığımda geçmiş için pişman olacağım. bu yüzden sare ninenin mavi kapısı ve senin evin gibi geçmişimin bir parçası yapamıyorum seni. ölüm mü? onu saymıyorum.

şimdilik aylak kadının yedi gününü yazmak çok elzem bir iş gibi görünüyor gözüme. sen var bana dua et dur.
sabah kuş cıvıltılarıyla uyandım.

uykunun uyanıklığa devrolduğu o sıkıcı aralığa bir de yüzleşmem gereken gerçeğin çığlıkları doluşmuş. 'uyan ve bu koca günü bitir bakalım!' yoo, kuşların bana fısıldadıklarını kelimeler tarif edemez.

sokakta zamanını şaşırmış bir bahar günü yaşanıyor. öğleye doğru kuşlar yerini senfonik bir gürültüye bıraktı. sokağın sesleri yankılanıyor. insanlar kendi yarattıkları gürültüyle sarhoş oluyor. güneş hakimiyetini ilan etmiş. yalan söyleyemem, mevsim bahar. öğle vaktinin rengi sarıdır. sıcağın terlettiği bedenleri ürperten bir rüzgar esiyor.

acı çekmek için yanlış bir gün.

güneş sayesinde masmavi bir gök, yeşili tutmuş ağaçlar- çiçeğini bırakmamış ağaçlar, toprağın kıpırtısı, ılık rüzgar, mutluluk taşıyan sesler; kah çocuk bağrışmaları, kah kuş cıvıltıları...

şüphesiz bulutlu bir hava, alacakaranlık bir akşamüstü, boş sokaklar ve künt bir sessizlik daha uygun olurdu. bunların hepsinin başına 'hüzünlü' yü getirebilirim. ya hüzünlü kuş cıvıltılarıyla dolu bir ılık bahar sabahı? bizi kandırdılar. ya da gerçek bu: bu sabah acı çekmek için uygun değil. çünkü dekora uygun değilim. berrak bir akıntının içinde iki taş arasına sıkışmış, ama her an kopup gidiverecekmiş gibi duran kazulet bir dal parçası gibi. benzetme yapmaya da gerek yok aslında... kendimi artık tutamayıp ağladığımda güneşin aydınlattığı ve diğer gözlere seyirlik olan bir yüzü saklamaya çalışmakta bütün zorluk.

mutlu sesler korosu içimdeki korkunç şeyi bastıramadıkça durumum daha vahimleşiyor. sesler kovaladıkça yürüdüm. yürüyünce hafiflersin diye de kandırmışlar. sokakların bir yakınlığı yok sana. sadece sen onlara alışıksın. sana bir çıkış yolu sunacak değiller, bu tanıdık halleriyle bir oyalamaca da! zamanı adımlarla ölçmek ne kadar oyalayabilirse... akreple yelkovan yürüyor ve benim yürümem zamana etki etmiyor.

yolun sonu dört duvar. bir oda, acısını yeni yutmuş insan için çok küçüktür. fakat dünyanın daha büyük olduğu söylenemez. acımı halının üzerine usulca bırakıyorum. odadaki biri bana acıyor. haa, dostummuş! 'içeri al onu, ancak orada yokedebilirsin, yoksa burada semirip durur' diyor. bu gerçek çok zamansız oldu. acı çeken birinin kandırılmaya ihtiyacı vardır. kuş cıvıltılarının bir kabus fısıldadığı insan tedavi edilmesi gereken bir hastadır. bana henüz uydurmadığım masallar anlatmalıydı.

akşam olunca beni rahatsız eden güneş sarısı, hayat yankısı ve kuş cıvıltısından kurtuldum. yüzümü saklayacak birilerinin olmadığı bir pencere açıklığında karanlığa bakarak hafiflmeyi denedim. ılık bir esintinin insana ferahlık verdiğini söyleyenler de bizi kandırmışlar. hafiflemedim. dört duvar arası; 'bu da geçecek' diye yüksek sesle sayıkladım. ta ki gücüm tükensin.

gece; uyku arası kabus... seher vakti öten kuşlar sabahkilerden farklıdır. onlar ninnilerle uykuya teslim eder.

sonra sabah...

sabah kuş cıvıltılarıyla uyandım.
bugün hep dinledim. konuşmayayım diye dilimi ısırdım. buraya geliş sebebim malumun. çekinerek yanaştığımdan belli değil mi? birşeyler kusmak istiyor gibiyim. kusmasam da olur. yani oluyor hep. ama bugün farklı olsun istiyorum. ben anlatayım sen yine sıkıştır bunları...

herşey geçip, bittikten sonra olanların benden alıp götürdüklerini görmezden geliyorum. sorun değil. herkes bunu yapıyor zaten. yaşamın raconu. ama, istisnalar oluyor, sonra hep ama diyorum, bazen diyorum, aslında diyorum. bahanelerimi bağlaçlarla bağlıyorum. bağlaçları kullanmamak için özen gösteriyorum. 'ama' onlardan kurtulamıyorum.

hadi bana nasılsın diye sor. sor. inan cevap vereceğim. bugün hiçbir şeyin olmadığı çok kötü bir gün. bu olmayan şeylerin beni üzebildiği lanetli bir gün. sonra benim bütün 'ama', 'aslında', 'madem', 'belki', 'demek' lerimi ortalığa saldığım bir gün. içimdeki şeytanın ağzındaki bandı çektim. gün boyu onu dinledim. söylediklerinin hepsi doğruydu. sabretmekle sabretmemek arasındaki farkı anlamak için deney yapmayalı uzun zaman olmuştu. artık büyüdüğümden beri sabrı seçmiştim. tüm haksızlıklar karşısında ilk anda hissettiğim 'oyuncağı elinden çekilmiş zavallı yavru' hissini nasıl çarçabuk yokettiğimi, bunu yaparken kazıdığım sinir sistemimi anlattı bana. söyledikleri doğruydu. ama haklı değildi. ben artık onu dinlemeyeyim diye ısrarcı bir kerahat uykusuna göz yumdum. güneş pılını pırtısını toplarken, tüm can sahiplerinin rızkı dağıtılırken ben bu dünyada yoktum. aklımı kaybetmiş olarak uyanma riskini alarak yummuştum gözlerimi, uyandığımda herşey yerli yerindeydi. balkona çıktım. ucu bucağı belli, sınırlı gökyüzüme baktım. evin balkonundan görünen gökyüzü benim tablomdu. çizdiğim çizgiler, boyadığım boşluklar üstüste binmiş olsalar da birçoğunu ayıredebildim. hayal dairesinin en sık kullanılan öğelerini teker teker değil, toptan sildim. silerken pişman olduğum anda hepsini eski yerlerinde hazır bulacağımı bilerek sildim. silerken bir bardağı yanlışlıkla kırdıktan sonra bunun annemin en sevdiği bardak olduğunu anladığım andaki zevki duydum. annem bir bardağı neden sever? harika zamanlamalarla kırıldıkları için mi?

bugünün farkı her şeyin geçmesine izin vermeyişim. bak bitirmiyorum hala... sonra belgeliyorum buraya, unutmayayım diye. kaşıyarak kabuğu sürekli atılan yaralar iz bırakarak iyileşir. izlere bakıyor musun peki, onları ara ara ziyaret ediyor musun? hayır, niye edeyim.. bunu başta söylemiştim. yarın ya da iki gün sonra bugünün hükmü kalmayacak. falanca günün mutluluğu ve dinginliği beni bugün kurtardı mı! aklıma bir kağıda bütün üzüntü ve sıkıntılarımın sorumlularını listelemek gelmişti. bu katran karası günde listeye tek kelime yazamadım. böyle hissettiğine izin verdiğim için tek suçlu sensin dedi, sağ tarafımdan bir ses. tam bir kişisel gelişim uzmanı devreye girecekti, mutluluk senin elinde diye, la havle dedim. la havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim. allah'tan başka güç kuvvet sahibi kimse yoktur. gün bitti, bitecek. tarihe bir not düştüğüme göre, kapanışı yapıp gidebilirim.

ben ilkokul türkçe kitaplarındaki okuma parçalarının esas kızıyım. 'okuduğumuzu anladık mı cevap verelim'ler de sen ol sandık. parçayı beraberce anlayalım. ben anafikri fısıladayayım sana: (esas kız kafasından diyaloglar eklese de parçaya, yine yolundan dönmeyecek.) 'sabretmesini bilmeli insan.'