kitaplarımı kolilere yerleştirdim, bantlayacak gücü bulamıyorum içimde. kolileri odanın başka başka yerlerine koydum, odanın ortasına koydum kıçımı, ayak tabanlarımı, ellerimi dizlerimde kavuşturup güldüm kolilere. bu halde sigara yakıp külünü parkelere döksem, gerek yok. kolilerin her biri bir barikat gibi sırıttı sigaradan bahsedince, öbür odaya geçirtmezlermiş. öbür oda değil, hepsi toplanıp beni buradan çıkarmamak niyetinde, kolileri bırakıp kaçsam...

zaten kiraladığım her eve benden önce taşınan bir musibetlik var, hiç bulaşmasam. yeni bir hayat fikrinin aklıma nerden bulaştığını kestirmeye çalışıyordum diğerlerinin arasına koymadığım tek kitabı elimde çevirirken. hikaye biçiminde yazmak zorunda kalmasam kelimeleri de çevirebilirdim aynı incelikle, buna şüphe yoktu. boşver deyip oturduğum koltuğa iyice gömülmüştüm ki, kapım o evde son kez çaldı.

onca zaman görüşülmemiş bir komşu mu, ah aylardır aramayan sevgili mi, belki sadece kanarya sesli ziller zamanından kalmış kendini bilmez çocuklar... açmalı mıyım kapıyı? koltuk reddediyor çağrıyı, koliler her şeyi reddediyor, ben istekli değilim. taşımacılara vereceğim paraları koyduğumdan beri göt cebimi biraz fazla hatsız eden cüzdanım sağ kalçama komut vermese hayatta kalkmazdım ayağa. sahi insan anatomisini düşünüyorum da niye insan götü düz olmaz ki, düz götlü olmayı düşününce gülüyorum, kapı çalıyor ısrarla. belki cdan denilen şey tıpkı pantolon gibi ölçü alınarak yapılmalı, "götünüzün eğimi 33.75 derece beyefendi, model beğendiyseniz çalışmaya başlayalım" diyen cğzdancılar mesela, ama ya nasılsa zamanla alıyor şekli ya, önemli değil. kapının da anasını şimdi, çalanın da. bir dur be yahu, şurada tefekkür etmişiz. hayır, inatla basıyor zile, artık neresiyle basıyorsa.

"anlaşıldı." diye söylendim kapıya doğru yürürken. "bu gece komik şeyler konuşulacak." önüne gelene götüyle gülmek dışında hiçbir his beslemeyen bir beynin sahibi olarak çok da zorlanmayacaktım belli ki. kapının aslında hiçbir şey göstermeyen deliğinden baktım. apartman boşluğunda ışıklar da sönüktü. gözlerim de iyi görmüyordu zaten neyse ki. kimlik filan sormadan kapıyı açtım. kocaman kafasını bedeninden önce gördüm. onu bir derbi maçında stadın bir yerlerine koysanız, kafasını görüp onu bulabileceğim sürede herhangi bir gol atılma ihtimali sıfırdan biraz daha "yok"tur. o içinde ölmek istediğim kafasını eğmiş bana bakıyordu. hadi saati bile boş verelim, burada ne işi vardı? burada ne işi olabileceğini o kadar uzun süre düşündüm ki içeri girmesini söyleyecek inceliği bende bulamayınca müdahale etmek zorunda kaldı.

"yanlış bir zamanda geldiysem ya da yanlış olan zaten bensem gidebilirim?"

nasıl hayır diyebilirdim ki? gayet basit elbette, kapıyı suratına çarparak, çarptım da. taşınmama denk gelmesine aldırış etmeden, bunun günlerdir beklediğim bir işaret oluşunu hiç kafama takmayıp kolilere döndüm. kitaplarımın ezilmesi de umurumda değildi,onların bile dik durabildiği tek evi bırakıp giderken. orada, o kitap kolisi üzerinde ne kadar durduğumu hatırlayamıyorum, dalmışım. perdeleri sökülmüş cama yürüdüm, dışarıda kahrolası bir kar yağıyor, kar taneleri denizden esen rüzgarla cama çarpıyordu. o an hissettiğim acıma mıydı, insanlığım mıydı, yoksa bencilce bir kurtarma hissi mi emin değilim. yeniden kapıyı açtım, oradaydı, gitmemişti. üşümüş ve aç bir kedi gibi bakıyordu.

seni pislik dedim içimden. sırf bu hikayenin sorumluluğunu benim üstüme bırakmak için hala bu paragrafta dikiliyorsun. bu hiç hoş değil. pekala, içeri gel. böylelikle belki ben de sana hoş olmayan bir şeyler yapabilirim. "girsene..." dedim. boynunu büküp ayakkabılarının iplerini çözmeye başladı. o iplerden ve bu sayede ayakkabılarından kurtuluncaya dek, ben de hızla salona dönüp, sabahtan beri aynı yerde durduğu için çoktan kurumuş olan ekmekle arasındaki domateslerden kurtuldum. son zamanlarda yaşadığım sefalet, görmesine izin vereceğim son şeydi. gerçi paralı heriflerle mutlu olabilmiş gibi bir hali de yoktu ya. kahretsin, bu şıllıktan nefret etmeliydim ama edemiyordum. yol göstermeme ihtiyaç duymadan salona geçti ve bu evde bırakacağım tek eşya olan emektar kanepeye oturdu. kanepe son kez ve biraz daha çöktü. evet evet. bu şıllıktan kesinlikle nefret etmeliydim.

hiç konuşmadan kanepenin hemen yanına uzanmış koliye dikti gözünü. artık nasıl bir fetiş objesi gördüyse "hala saklıyor musun" diye sordu. sanki bunda bir tuhaflık varmış gibi. oysa zaten sevdiğim bir kitabın sağını solunu çizmişliği vardı, hem zaten birilerinin kitaplarımı karalamasından hoşlanmazdım. bir an kızgınlıkla baktım kitaba, içine saç tellerini bırakmıştı, ufak notlar, o zamanlar sahip olduğu bütün masumiyet aşkına gülümsedim. "bazen okuyorum" dedim toparlanmak isteyince, koltuktaki sığınmış küçük güzelliğini görünce kızgın halimi sürdüremedim, "bazen okuyorum" dedim daha alçak sesle "bazen de sadece..." şaşırdı, benden beklemiyor olacak ki bunu gözleri büyüdü, o koca ihanetin tek karşılığının öfke olması gerektiğini düşünecek kadar masumdu hala. halbuki, öfkeli değildim, sıkılmıştım biraz, tıpkı bu evden sıkıldığım kadar, ama gittiğim için hırpalamadım mesela evin duvarlarını, kapısını, aksi daha şaşırtıcı olmaz mıydı. konunun gittiği yerden rahatsız olduğumda neiçeceğini sordum, her şeyi toplanmış bir evde ne içilirse artık. su içmeye karar verdik, birlikte mutfağa gittik, önce o eğildi çeşmeye, küçük parmaklarını dayayıp ağzını uzattı biraz içti, ben çoktan kıçımı tezgaha yaslamıştım. izlenmeyi hak ettiğini düşündüm bir kez daha.

onu nasıl da sevmiştim ulan. hatırlayınca sinirlendim. bunca zaman, ne zaman aklıma gelse gözümün önünde hep o son cümleyi söyleyen yüzü belirdi; "onunla gidiyorum çünkü seninle sürünmekten yoruldum." sürtük. onunla gitmekten yorulduğu için benimle sürünmeye mi dönmüştü şimdi de, neydi şimdi bu? suya eğdiği başını kaldırırken saçlarından kavradım ansızın. o sevdiğim koca kafasını biraz sola çekip sertçe vurdum mutfak tezgahının kirli mermerine. çıkan ses o kadar hoşuma gitti ki bunu bir kaç kez tekrarladım. çat diye bir ses duyduğumda aldığım bütün keyif bir anda kaçtı. sinir bozacak bir biçimde akıp duran kan duvarlara kadar sıçramıştı üstelik, farkedince okkalı bir küfür savurdum. bedeninin tezgahın hemen önüne yığılmasına izin verip iki adım geriye çekildim.

sonrasını biliyorsunuz, burada sizlerleyim. ama son bölümü yine de anlatayım.
insanın en yakınını en sevdiğini öldürmesi, komik şey, hiç de shakespeare trajedileri gibi değil. tam tersine kafasında tanrısını silen adamın teori arayışlarına benziyor. o an bitmişti dünya, hayır, o an hayat yeniden başlıyordu. hayatım boyunca yaşadığımın hiç bu kadar farkına varmamıştım, yerde yatan kanlı bedenin ölülüğü yüzünden değil. aksine hayatıma giren en büyük heyecan, en gerçek oyun olarak bir cesedi yok etmek, şüphe ve delilleri ortadan kaldırmak işi şimdi başladığı için. her şeyi yapabilirdim, önemli olan hata yapmamaktı. ne kafasını kestim, ne yakmaya ne de bir ormanlığa atmaya yanaştım. incelikli bir işti benim yaptığım ve suratında o gülümseyen ifadeyle doldurulmuş cesedini kadıköydeki boğa heykeline özenle yanaştırdığımda eserimin tadını çıkarttım. yazık ki hakim minos efsanesinden habersizdi, raporu veren doktor sezer gibi olduysa da çağımızın bu en büyük sanat eserini, bu müthiş alegoriyi kimse anlamadı. yazık onlara!
o değil de önlük çok sıkıyor, bir sigara yakıp ağzıma koyar mısın?

bu gerçekten still cursed ile birlikte hazırladığımız bir sanat ödevidir, bir de o şekilde okuyunuz:

z >> still cursed (07.08.2009 23:22) : kitaplarımı kolilere yerleştirdim, bantlayacak gücü bulamıyorum içimde. kolileri odanın başka başka yerlerine koydum, odanın ortasına koydum kıçımı, ayak tabanlarımı, ellerimi dizlerimde kavuşturup güldüm kolilere. bu halde sigara yakıp külünü parkelere döksem, gerek yok. kolilerin her biri bir barikat gibi sırıttı sigaradan bahsedince, öbür odaya geçirtmezlermiş. öbür oda değil, hepsi toplanıp beni buradan çıkarmamak niyetinde, kolileri bırakıp kaçsam...

-still cursed- (07.08.2009 23:39) :kitaplarımı kolilere yerleştirdim, bantlayacak gücü bulamıyorum içimde. kolileri odanın başka başka yerlerine koydum, odanın ortasına koydum kıçımı, ayak tabanlarımı, ellerimi dizlerimde kavuşturup güldüm kolilere. bu halde sigara yakıp külünü parkelere döksem, gerek yok. kolilerin her biri bir barikat gibi sırıttı sigaradan bahsedince, öbür odaya geçirtmezlermiş. öbür oda değil, hepsi toplanıp beni buradan çıkarmamak niyetinde, kolileri bırakıp kaçsam... zaten kiraladığım her eve benden önce taşınan bir musibetlik var, hiç bulaşmasam. yeni bir hayat fikrinin aklıma nerden bulaştığını kestirmeye çalışıyordum diğerlerinin arasına koymadığım tek kitabı elimde çevirirken. hikaye biçiminde yazmak zorunda kalmasam kelimeleri de çevirebilirdim aynı incelikle, buna şüphe yoktu. boşver deyip oturduğum koltuğa iyice gömülmüştüm ki, kapım o evde son kez çaldı.

z >> still cursed (07.08.2009 23:46) : onca zaman görüşülmemiş bir komşu mu, ah aylardır aramayan sevgili mi, belki sadece kanarya sesli ziller zamanından kalmış kendini bilmez çocuklar... açmalı mıyım kapıyı? koltuk reddediyor çağrıyı, koliler her şeyi reddediyor, ben istekli değilim. taşımacılara vereceğim paraları koyduğumdan beri göt cebimi biraz fazla hatsız eden cüzdanım sağ kalçama komut vermese hayatta kalkmazdım ayağa. sahi insan anatomisini düşünüyorum da niye insan götü düz olmaz ki, düz götlü olmayı düşününce gülüyorum, kapı çalıyor ısrarla. belki cdan denilen şey tıpkı pantolon gibi ölçü alınarak yapılmalı, "götünüzün eğimi 33.75 derece beyefendi, model beğendiyseniz çalışmaya başlayalım" diyen cğzdancılar mesela, ama ya nasılsa zamanla alıyor şekli ya, önemli değil. kapının da anasını şimdi, çalanın da. bir dur be yahu, şurada tefekkür etmişiz. hayır, inatla basıyor zile, artık neresiyle basıyorsa.

-still cursed- (08.08.2009 00:03) :"anlaşıldı." diye söylendim kapıya doğru yürürken. "bu gece komik şeyler konuşulacak." önüne gelene götüyle gülmek dışında hiçbir his beslemeyen bir beynin sahibi olarak çok da zorlanmayacaktım belli ki. kapının aslında hiçbir şey göstermeyen deliğinden baktım. apartman boşluğunda ışıklar da sönüktü. gözlerim de iyi görmüyordu zaten neyse ki. kimlik filan sormadan kapıyı açtım. kocaman kafasını bedeninden önce gördüm. onu bir derbi maçında stadın bir yerlerine koysanız, kafasını görüp onu bulabileceğim sürede herhangi bir gol atılma ihtimali sıfırdan biraz daha "yok"tur. o içinde ölmek istediğim kafasını eğmiş bana bakıyordu. hadi saati bile boş verelim, burada ne işi vardı? burada ne işi olabileceğini o kadar uzun süre düşündüm ki içeri girmesini söyleyecek inceliği bende bulamayınca müdahale etmek zorunda kaldı.

"yanlış bir zamanda geldiysem ya da yanlış olan zaten bensem gidebilirim?"

z >> still cursed (08.08.2009 00:15) : nasıl hayır diyebilirdim ki? gayet basit elbette, kapıyı suratına çarparak, çarptım da. taşınmama denk gelmesine aldırış etmeden, bunun günlerdir beklediğim bir işaret oluşunu hiç kafama takmayıp kolilere döndüm. kitaplarımın ezilmesi de umurumda değildi,onların bile dik durabildiği tek evi bırakıp giderken. orada, o kitap kolisi üzerinde ne kadar durduğumu hatırlayamıyorum, dalmışım. perdeleri sökülmüş cama yürüdüm, dışarıda kahrolası bir kar yağıyor, kar taneleri denizden esen rüzgarla cama çarpıyordu. o an hissettiğim acıma mıydı, insanlığım mıydı, yoksa bencilce bir kurtarma hissi mi emin değilim. yeniden kapıyı açtım, oradaydı, gitmemişti. üşümüş ve aç bir kedi gibi bakıyordu.

-still cursed- (08.08.2009 00:40) :seni pislik dedim içimden. sırf bu hikayenin sorumluluğunu benim üstüme bırakmak için hala bu paragrafta dikiliyorsun. bu hiç hoş değil. pekala, içeri gel. böylelikle belki ben de sana hoş olmayan bir şeyler yapabilirim. "girsene..." dedim. boynunu büküp ayakkabılarının iplerini çözmeye başladı. o iplerden ve bu sayede ayakkabılarından kurtuluncaya dek, ben de hızla salona dönüp, sabahtan beri aynı yerde durduğu için çoktan kurumuş olan ekmekle arasındaki domateslerden kurtuldum. son zamanlarda yaşadığım sefalet, görmesine izin vereceğim son şeydi. gerçi paralı heriflerle mutlu olabilmiş gibi bir hali de yoktu ya. kahretsin, bu şıllıktan nefret etmeliydim ama edemiyordum. yol göstermeme ihtiyaç duymadan salona geçti ve bu evde bırakacağım tek eşya olan emektar kanepeye oturdu. kanepe son kez ve biraz daha çöktü. evet evet. bu şıllıktan kesinlikle nefret etmeliydim.

z >> still cursed (08.08.2009 21:22) : hiç konuşmadan kanepenin hemen yanına uzanmış koliye dikti gözünü. artık nasıl bir fetiş objesi gördüyse "hala saklıyor musun" diye sordu. sanki bunda bir tuhaflık varmış gibi. oysa zaten sevdiğim bir kitabın sağını solunu çizmişliği vardı, hem zaten birilerinin kitaplarımı karalamasından hoşlanmazdım. bir an kızgınlıkla baktım kitaba, içine saç tellerini bırakmıştı, ufak notlar, o zamanlar sahip olduğu bütün masumiyet aşkına gülümsedim. "bazen okuyorum" dedim toparlanmak isteyince, koltuktaki sığınmış küçük güzelliğini görünce kızgın halimi sürdüremedim, "bazen okuyorum" dedim daha alçak sesle "bazen de sadece..." şaşırdı, benden beklemiyor olacak ki bunu gözleri büyüdü, o koca ihanetin tek karşılığının öfke olması gerektiğini düşünecek kadar masumdu hala. halbuki, öfkeli değildim, sıkılmıştım biraz, tıpkı bu evden sıkıldığım kadar, ama gittiğim için hırpalamadım mesela evin duvarlarını, kapısını, aksi daha şaşırtıcı olmaz mıydı. konunun gittiği yerden rahatsız olduğumda neiçeceğini sordum, her şeyi toplanmış bir evde ne içilirse artık. su içmeye karar verdik, birlikte mutfağa gittik, önce o eğildi çeşmeye, küçük parmaklarını dayayıp ağzını uzattı biraz içti, ben çoktan kıçımı tezgaha yaslamıştım. izlenmeyi hak ettiğini düşündüm bir kez daha.

-still cursed- (09.08.2009 00:06) : onu nasıl da sevmiştim ulan. hatırlayınca sinirlendim. bunca zaman, ne zaman aklıma gelse gözümün önünde hep o son cümleyi söyleyen yüzü belirdi; "onunla gidiyorum çünkü seninle sürünmekten yoruldum." sürtük. onunla gitmekten yorulduğu için benimle sürünmeye mi dönmüştü şimdi de, neydi şimdi bu? suya eğdiği başını kaldırırken saçlarından kavradım ansızın. o sevdiğim koca kafasını biraz sola çekip sertçe vurdum mutfak tezgahının kirli mermerine. çıkan ses o kadar hoşuma gitti ki bunu bir kaç kez tekrarladım. çat diye bir ses duyduğumda aldığım bütün keyif bir anda kaçtı. sinir bozacak bir biçimde akıp duran kan duvarlara kadar sıçramıştı üstelik, farkedince okkalı bir küfür savurdum. bedeninin tezgahın hemen önüne yığılmasına izin verip iki adım geriye çekildim.

z >> still cursed (09.08.2009 00:51) : sonrasını biliyorsunuz, burada sizlerleyim. ama son bölümü yine de anlatayım.
insanın en yakınını en sevdiğini öldürmesi, komik şey, hiç de shakespeare trajedileri gibi değil. tam tersine kafasında tanrısını silen adamın teori arayışlarına benziyor. o an bitmişti dünya, hayır, o an hayat yeniden başlıyordu. hayatım boyunca yaşadığımın hiç bu kadar farkına varmamıştım, yerde yatan kanlı bedenin ölülüğü yüzünden değil. aksine hayatıma giren en büyük heyecan, en gerçek oyun olarak bir cesedi yok etmek, şüphe ve delilleri ortadan kaldırmak işi şimdi başladığı için. her şeyi yapabilirdim, önemli olan hata yapmamaktı. ne kafasını kestim, ne yakmaya ne de bir ormanlığa atmaya yanaştım. incelikli bir işti benim yaptığım ve suratında o gülümseyen ifadeyle doldurulmuş cesedini kadıköydeki boğa heykeline özenle yanaştırdığımda eserimin tadını çıkarttım. yazık ki hakim minos efsanesinden habersizdi, raporu veren doktor sezer gibi olduysa da çağımızın bu en büyük sanat eserini, bu müthiş alegoriyi kimse anlamadı. yazık onlara!
o değil de önlük çok sıkıyor, bir sigara yakıp ağzıma koyar mısın?