çok az sözcüklerle çok şey anlatmaya hatta romanlar dolusu olayları bir kaç sözlükten ibaret cümlelere veciz sözler denir.

yaşadığımız aslında çökmekte olan binbir pamuk ipliğinden imal edilmiş civatayla zar zor idare edilen bu çağımızdan bir vida çıkartıldığı vakit uygarlığımız komple çökeceğine dair şüpheniz olmasın.

mesela diyelim ki bir şirket düşünün bütün verileri bilgisayara nakşedilmiş olsun, sistem yedekleri vesaireler de bilgisayar üstünde duruyor.

günün birinde elektronik bilmemneler yüzünden dolayı bütün bilgisayarlar sistem yedekleri ile beraber gümbürdüyor ve kaos o şirketi esir alıyor.

bunu belli şekilde büyütürsek hatta global boyuta yükseltirsek nasıl bir kaosun olacağını öngörebiliriz. dünyada finans sistemi kilitlenmiş, medeniyetin baş tacı olan şehirlerde korkunun hüküm sürdüğü elektriksiz bir mezbeleye döndüğü, yüzyıllarca biriken insanlığın ortak bahçelerinin o kadar emeğe rağmen paramparça olması gibi bir vaziyet orta çıkmaktadır.

1945 yılına kadar klasik savaşlar dünyaya hüküm sürmekteydi. ne zaman ki atom bombası icat oldu ve nagazaki ile hiroşimaya atıldı işte o vakit soğuk savaş ortaya çıkmıştır.

soğuk savaşın berlin duvarı ile bittiğini söyleyenler vardır. buna katiyetle inanmayınız. soğuk savaş ortalardan şeklen yok olmuş olabilir ama onun yerine yer altına inmiş, plazalar arasındaki savaş diyebileceğimiz şekle bürünmüştür.

bu savaş medya-ekonomik-kültür babında sürmektedir ve son büyük şavaşta olduğu gibi siviller kullanılmaktadır.

küçük adamlar kışkırtılmakta, bol bol zemzem kuyularına işenmekte, galeyena getirtilmektedir.

bunun en büyük örneği haber bültenlerinde görebilirsiniz. kitleleri dumura uğratmak için elde olan bütün doneler kullanılmaktadır. sanki dünya yanıyormuş gibi yahut götüne neft yağı sürürmüş gibi, maç anlatan ercan taner gibi avaz avaz heyancanlı bir şekilde olan bitenler arz edilmekte 2 dakikada anlatılacak şey bol bol dolgu malzemesi kullanarak -mesela schindler's list soundtracki- bir hipnotizma yaratılmaktadır.

bu bir progabandadır. progabanda sözlüklerde; bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleştirilen çalışma, yaymaca olarak yer almaktadır.

en genel inanışların bile provakasyon olarak nitelendirdiği diyarlarda korkunun hudutsuz ülkesi başlamaz mı?

peki ne gerekir artık?

bence antik yunan ve kültürünün sanat anlayışına herşeyden çok ihtiyacımız var. hatta rönesans devrine de.

kabul ediyorum rönasans devrinin ortak birikimleri çoktur ama altında binbir alavere dalavereler vardır. birçok savaş olmuş sureti haktan gözüküp ama içten boktan olan kişiler tonladır. mesela borjiyalar ama george bernard shaw bunun için ne demiş;

"italya'da 30 yıl boyunca borjiyalar vardı. yani savaş, kıyım, cinayet... ama michalengelo, leonardo ve rönesans aynı dönemde var oldular. oysa isviçre'de kardeşlik, 500 yıllık demokrasi ve barış vardı. ama ne yaratabildiler? sadece guguklu saat!"

gariptir ki uygarlığımız yaşlantıkça boku yemektedir. boku yemekten kastım sadelik duruluktan el verdiğince uzaklaşıp koşarak kaçmaktır.

bir insan yaşlandıkça karmaşıklıktan kaçar ve basit ve duruluğu seçer. ama insanlık bunun tam tersini yapmaktadır.

ana biçimdense ayrıntılarda kaybolmaktadır. bir felaket olarak kabul ettiği şeylere koşarak kendini teslim etmektedir.

binbir türlü iletişim aracına kendini teslim etmektedir. daha on sene öncesine kadar hayatında olmayan zımbırtılara kendini tutsak etmektedir.

o kadar çok hayatından çıkartılması gereken şeyler vardır ki, zaten birşeyin yetkinliği ve güzelliği artık ekleme yapmayıp birşeyler çıkarma gereksinimi duymamak değil midir?

hepsi bir örnek olan silikonlu botokslu yaşlanmayı bile kabul edemeyen kirli, çürük ve adileşmiş kadın olgusu sanatın ilham vericisi olamaz.

zaten olamıyorda onun yerine ingilizlerin tabiri ile bullshit, kitsch, boktan kelek şeyler ortaya çıkmakta ibrahim tatlıses estetikliğinde olgular arz-ı endam etmektedir.

yerel krolukları global kroluklara tercih edip bunu sanki çok güzel birşeymiş yutturulmasını ve yutturunalara ne yazık ki acıyorum.

halis toprak ile donald trumph arasında ne fark var?

ikisi de kurnaz, ikisi de boşluklara sızıp sahte yapmacık aristokrasi ile kendilerini boyayan insanlar.

da vinvci'nin orson welles'in, henri de toulouse-lautrec'in, graham greene'nin, morris west'in, süavi sualp'in hatta danyal topatan'ın yanına yaklaşamayacak insanlar.

oysa örnek verilen onlar. mal gibi çalışıp para yapmadığın vakit ve de ona esir olmadığınm vakit alnına bir damga yapıştırırlar;

loser.

evet loser olmak global anlamda belki boktan birşey görünüşte ama esas kazanan onlardır.

ömrü hayatını bilinmez gizleri yakalamak, boktan siyasi deve görüşlerine vakfetmemek, bir suret için ömrü feda etmeye kalkmak hatta su dizeleri yazabilmek için binbir dalavelerden sıyrılmak gerçek kazanan olabilmektir.

o dizeleri yazımın sonunda arz edeceğim.

herkesin yönetimde söz hakkı olduğunu zannettiği ama kazıklandığı robot muammelesi gördüğü, farklılıklarının düşüncelerinin rendelendiği bir çağda yaşamak güçtür.

bizler yaşamaya geldik bu dünyaya, hayatımızı kazanmak için değil.

fakat bize yutturulan yaşamak için değil kazanmak için geldiğimizdir.

birçok insan olmayacağı olamayacağıo şeyler için ah vah etmekde en sıkıcı düşlerini altın sarısı dolar yeşili düşlerle boyamakta.

şeytan prada giyer gibi başka filmden arak filmdeki teori hayat yaşarsın yahut babayı alırsın kafalarımıza vurulmakta.

ben rönesans devrini istiyorum. o dönemlerdeki ölüm korkusunun bozuldu bağlar yansın sepetler denilip zihindeki güzelliklerin sistematik çok çalışmayla ortaya çıkan eserlerinde kendimi kaybetmek istiyorum.

insanın ruhu ancak güzelliklere bakarak kurtulur. saf ve nadide güzelliklere bakarak.

ama türkiye cumhuriyetinde ve dünyada boktanlık hakim.

kasvetli çirkin yapılar, plastik, spastik, çelik çomak camdan yapılmış kabız nazi mimarisi binalar heryerde.

ruhsuzluk her tarafımıza sirayet etmiş.

dionysos ölmüş ve salakların şahı apollon cebren kaleler zaptetmiş, bütün tersanelerine girmiş, bütün orduları dağıtmış ve heryeri işgal etmiştir.

geçmişe rahmet okutmaktadır.

peki elde kalan nedir?

elde var hüzün....

bahsettiğim dizeleri arz ederek yazımı bitiricem. carl sandburg'ün dizeleridir bunlar;

kendimi öldürmeyi düşündüm, ben olup olacağım bir duvarcı,
sen eczanesi olan bir adamı seven bir kadınsın diye.
alıştım, umurumda değil; tuğlaları eskisinden daha düzgün diziyorum
ve şarkı söylüyorum inceden, elimde mala, öğleden sonraları.
güneş gözlerime gelip de merdiven titrerse altımda ve tuğlaları da
yanlış yere koyarsam, anla ki seni düşünüyorum.