insan çok fazla yalnız kalınca aptalca şeylere kafa yormaya başlar. orta boy bir akdeniz teslim eden pizza hut kuryesinin zamanla, mesafelerle, evlerin kapıları ve aç insan yüzleriyle kuşatılmış hayatından girip tuncay güney'den çıkabilirisiniz. işin patolojisi bu yolculuk esnasında zihninizden geçen her ayrıntı hakikat ipinin ucuymuş gibi gelir. maalesef ender olarak mevcut durumla alakalı bir sonuca varılır. çoğu zaman iplerin ucu karışır. olmadık yerlere giden zihin eli boş döner. yorulup pes eder. iş bu can sıkıntısının yol açtığı uğraş hayatın merkezine oturunca yeni bir süreç başlar: 'mevcut durumun sebeplerine odaklanıp durumu soyutlaştırmak.' pizza yemek ama ne yediğinin zerre farkında olmamak.
beşerlikten insanlığa erişme mücadelemizde hakkını veremediğimz bir duygu olan özlem duygusunu da böyle bir hal içinde pizza yerken yeniden yorumladım içimde. ve bir sonuca vardım: benimkisi özlem değil. herkes de kendini benden bilsin. zira hepimiz insanız.
misal gerçekten alıntıdır: pizza sipariş etmeden az evvel, akşamın darında dilini bilmediğim bir kadının ağıdını dinlerken bir acı hissediyorum. kadın perdeyi yükseltiyor. başımı yastığa gömüyorum. içimi sıkıp onu çıkartmak ister gibi kıvrılıyorum. hayalimde bedenini bulup sarılıyorum. gözümü açana kadar içim daha bir kararıyor. ses usulca pese kayıyor. yokluğunu teyyit etmek içim gözümü açıyorum. kalbime bıçak saplandığını hissediyorum... bu yaptığım alacakaranlıkta tüm şartları oluşturup kendime acı çektirmeye çalışmak. sonra, kalkıp ışıkları açıyorum. telefona sarılıyorum. duyduğum ses az önce oluşturduğum 'acılı' büyüyü bozuyor.
- yemek yedin mi?
- daha değil.
- evde yemek yok galiba?
- hıı..
- pizza söle madem.
telefonlar ve webcam'lar varken yokluktan bahsetmek ne kadar gerçekçi? özlemek ne mümkün! hal böyleyken, hiçbir duygudan -sözde- geri kalmayan modern dünya insanı kendi için yeni bir özlem biçemliyor. ihtimal üzerine kurulu yokluk paranoyası. örneğin şu cümleler...(tarafımdan özlemle yazılmışlardı.) 'kavuşma tarihimiz uçak biletinin üzerinde yazılan olmayabilir. karşılayan ve karşılanan da kavuşanlar olmayabilir. heyecanla beklediğiniz kavuşma anı odunsu bir sarılmaya dönüşebilir. giden gittiği gibi ya da hayal ettiğin gibi dönmez. şimdi seni özlerken gerçekten endişe ediyorum: ya kavuşamazsak!(bu ihtimalleri samimi bir şekilde tartmadım inanın. sadece özlemimi trajikleştirmek için yazılmışlardı)
bu cümleler kısmen haklı bir gerçeği ifade ediyor. özlenen insan yokken kıymete biner. bu yüzden kavuşma anı kutsallaştıkça kutsallaşır. ama ne kadar kutsallaştırsan da gözlerin, ellerin ve bedenlerin buluşması 10 saniye içinde vuku bulur. 10 dakika sonra ise yolculuğun nasıl geçti sorusuyla başlayan muhabbet ve an be an yaşadığın koca yokluk sürecinin sıradan birkaç cümleyle özetlenip makul ve sıradan bir hal almasıyla gerçekleşen sükut-u hayal. şırankk, vazo düştü! işte duyulan sahte özleme bir de kavuşma tragedyası ekledim.
bizim özlem günlük alışkanlıklardan beslenir. örneğin: şu filmi beraber seyredebilseydik, şu yağmurda beraber yürüseydik, şu manzarayı o da görseydi, şu yemeği o da yeseydiler. kaçan anlar, paylaşılamayanlar özlemi kabarttıkça kabartır. bu da dönünce yapılacaklar listesini kabartır. 'liste' kavuşma anında anlamını yitiren bir özlem objesidir. sonuç olarak herkesin aynı klişelerden beslediği samimiyetini yitirmiş bir duygusal durumu yaşıyoruz. zaten genel olarak hayatımız 'mış gibi' yapmakla geçiyor. öyle olmasa da gerçekten hissedilen duygulardan kaçıp kurtulmak için girişilen bir oyunla. aşk aptallaştırdıysa kendine gel, utanıyorsan üstüne git, acı çekiyorsan unut, özlüyorsan kavuş.
hayatla bizi acıtan her durumdan sıyırması için sıkı fıkı olmuşuz. özlem içimizi acıtınca telefona sarılıyoruz. hayat bizi oyalıyor; biz de ona köle oluyoruz. peki, itaatsizliği bir namlunun ucunda teslim etmemişler için özlemin, beklemenin ve sabrın anlamı nedir, acaba? ses yok resim yok, belki kavuşma ihtimali de...onlar da benim gibi mi özlerler. benim gibi... yani özlüyorum değil; özledim.
gelelim en başa. mevcut durumun sebeplerine odaklanıp durumu soyutlaştırmak... sizce bütün bunlar özlem duygusundan kaçmak için yazılmış olabilir mi?
beşerlikten insanlığa erişme mücadelemizde hakkını veremediğimz bir duygu olan özlem duygusunu da böyle bir hal içinde pizza yerken yeniden yorumladım içimde. ve bir sonuca vardım: benimkisi özlem değil. herkes de kendini benden bilsin. zira hepimiz insanız.
misal gerçekten alıntıdır: pizza sipariş etmeden az evvel, akşamın darında dilini bilmediğim bir kadının ağıdını dinlerken bir acı hissediyorum. kadın perdeyi yükseltiyor. başımı yastığa gömüyorum. içimi sıkıp onu çıkartmak ister gibi kıvrılıyorum. hayalimde bedenini bulup sarılıyorum. gözümü açana kadar içim daha bir kararıyor. ses usulca pese kayıyor. yokluğunu teyyit etmek içim gözümü açıyorum. kalbime bıçak saplandığını hissediyorum... bu yaptığım alacakaranlıkta tüm şartları oluşturup kendime acı çektirmeye çalışmak. sonra, kalkıp ışıkları açıyorum. telefona sarılıyorum. duyduğum ses az önce oluşturduğum 'acılı' büyüyü bozuyor.
- yemek yedin mi?
- daha değil.
- evde yemek yok galiba?
- hıı..
- pizza söle madem.
telefonlar ve webcam'lar varken yokluktan bahsetmek ne kadar gerçekçi? özlemek ne mümkün! hal böyleyken, hiçbir duygudan -sözde- geri kalmayan modern dünya insanı kendi için yeni bir özlem biçemliyor. ihtimal üzerine kurulu yokluk paranoyası. örneğin şu cümleler...(tarafımdan özlemle yazılmışlardı.) 'kavuşma tarihimiz uçak biletinin üzerinde yazılan olmayabilir. karşılayan ve karşılanan da kavuşanlar olmayabilir. heyecanla beklediğiniz kavuşma anı odunsu bir sarılmaya dönüşebilir. giden gittiği gibi ya da hayal ettiğin gibi dönmez. şimdi seni özlerken gerçekten endişe ediyorum: ya kavuşamazsak!(bu ihtimalleri samimi bir şekilde tartmadım inanın. sadece özlemimi trajikleştirmek için yazılmışlardı)
bu cümleler kısmen haklı bir gerçeği ifade ediyor. özlenen insan yokken kıymete biner. bu yüzden kavuşma anı kutsallaştıkça kutsallaşır. ama ne kadar kutsallaştırsan da gözlerin, ellerin ve bedenlerin buluşması 10 saniye içinde vuku bulur. 10 dakika sonra ise yolculuğun nasıl geçti sorusuyla başlayan muhabbet ve an be an yaşadığın koca yokluk sürecinin sıradan birkaç cümleyle özetlenip makul ve sıradan bir hal almasıyla gerçekleşen sükut-u hayal. şırankk, vazo düştü! işte duyulan sahte özleme bir de kavuşma tragedyası ekledim.
bizim özlem günlük alışkanlıklardan beslenir. örneğin: şu filmi beraber seyredebilseydik, şu yağmurda beraber yürüseydik, şu manzarayı o da görseydi, şu yemeği o da yeseydiler. kaçan anlar, paylaşılamayanlar özlemi kabarttıkça kabartır. bu da dönünce yapılacaklar listesini kabartır. 'liste' kavuşma anında anlamını yitiren bir özlem objesidir. sonuç olarak herkesin aynı klişelerden beslediği samimiyetini yitirmiş bir duygusal durumu yaşıyoruz. zaten genel olarak hayatımız 'mış gibi' yapmakla geçiyor. öyle olmasa da gerçekten hissedilen duygulardan kaçıp kurtulmak için girişilen bir oyunla. aşk aptallaştırdıysa kendine gel, utanıyorsan üstüne git, acı çekiyorsan unut, özlüyorsan kavuş.
hayatla bizi acıtan her durumdan sıyırması için sıkı fıkı olmuşuz. özlem içimizi acıtınca telefona sarılıyoruz. hayat bizi oyalıyor; biz de ona köle oluyoruz. peki, itaatsizliği bir namlunun ucunda teslim etmemişler için özlemin, beklemenin ve sabrın anlamı nedir, acaba? ses yok resim yok, belki kavuşma ihtimali de...onlar da benim gibi mi özlerler. benim gibi... yani özlüyorum değil; özledim.
gelelim en başa. mevcut durumun sebeplerine odaklanıp durumu soyutlaştırmak... sizce bütün bunlar özlem duygusundan kaçmak için yazılmış olabilir mi?