- ''kalkın, davranın yerinizden hey! yağmurlu kitabı yakıyorlar''

pişpirikçilerin bakışları iskambil kağıtlarından kapıya kaydı. genç mimar, yosun yeşili masanın üstünde sineğini buldu yeniden. semaverin sıcağıyla buğulanmış saydam bardakların, gök mavisi cam kavanozların, nargilelerin arkasından kahvecinin sarkık bıyığı göründü. işsizler korkuyla birbirlerine baktılar, sonra kafalarındaki soru işareti belirsiz bir ünleme bıraktı yerini. emekli memur yeni bir olayı duymanın sevinciyle gazetesini katlayarak cebine koydu. haberi getiren, kimsenin yerinden kıpırdamağını görünce bozuldu, gelişinin aksine aldırmaz bir tavırla çıktı gitti. pencerenin yanındaki adam da arkasından... kahveci aralık kapıyı örtmek için yerinden kalkmadan önce oturaklı bir küfür savurdu.

acının derin izi kımıltısız yüzlerine gelip durmuştu. soğukça saçak altına tüneyen yağmur kuşları gibi sessizdiler. gözlerinde çıkılmamış bir yolculuğun o belirsiz sıkıntısı dolaşıyordu. bir şeftalinin tüylü kabuğu dudaklarına değmişçesine ürperiyordu kahveci, yaralı bileği ıslak tezgah havlusuna sürtünüyordu. içinden, bütün kötü sürtünmelerin sinir bozucu uyumsuzluğu geçti. işsizlerden sırtını duvara yaslamış olan biri;

- ''ne kötü bir gün böyle'' dedi. yanındaki;
- ''neresi kötü? yakmakta geç bile kaldılar. bir sürü pis, arsız insan doluştu mahalleye efendim''. artık herkes sırayla söz alırmışçasına konuşuyordu:
- ''her şeyden önce devlete ayıp oluyordu''
- ''iyi oldu elbette, insanları yoldan çıkarır böyle kitaplar''
- ''çocuklar peki? onlara ne olacak kim bilir, pek severlerdi...''

uğultular, fokurdayan çaydanlıktan yayılan uyuşuk bir buharın eşliğinde büyüdü duruldu, son bir hevesle yükseldi ve fark ettirmeden çöktü kirli camların yüzüne. cepleri tütün kokan cebinden sigara paketini çıkarıp masanın üzerine bıraktı genç mimar. güz güneşi masanın yosun yeşili örtüsünü gittikçe solduruyordu. bir parça ışık iri parmaklı ellerinden yukarıya tırmandı, sakalları karışık bir yüzü aydınlattı. güneş artık hiç ısıtmıyor diye düşündü. sadece aydınlatıyor uzaktan vuran bir sarı lamba gibi. başka şehirlerden gelmiş insanların o çekingen bakışlarını gizleyen duman rengi gözlerini pencereye çevirdi. emekli memur onun üzerinden ışığın bu devinimini izledikçe gömülüyordu sandalyesine. kahvecinin rum evin arka bahçesinden topladığı elmalara ilişti gözleri. belli belirsiz gülümsedi, hayatı boyunca sevdiği kadını ve onun elmalarla iç içe geçen kokusunu düşledi. ne çok sevmişlerdi birbirlerini ve nasıl da bitmeyecek bir hal almıştı sevgileri... karşıdaki ağacın çıplaklığını bir anda kırlangıçlar kapadı. çevreye keskin çığlıkları yayılıyordu. havalanarak düzenli aralıklarla bulutların beyazını bölüyorlar, göç yollarını işaretliyorlardı.

bir çocuk kahvehanenin önünde kurumaya yakın bir çamurlu toprağa oturmuş yere bakıyordu. ölen ağabeyinden kalan, kumaşı yer yer aşınmış kocaman bir palto vardı üstünde, kısa pantolonunun altında üşüyen bacaklarını da örtüyordu. iki sokak kadar yakınlıktan kalkan toz bulutunun kırmızıya bulandığını görünce gülümsedi. kırmızılık kirli yüzüne, kapkara bakan gözlerine dokundu. belirsiz yumuşak bir el saçlarında dolanıyordu sanki. uzun kirpiklerinin fışkırdığı gözkapaklarını yumarak kendisini rengin büyüsüne bıraktı. birden karanlık bir dağ kapladı kırmızıyı, güneşin battığını sanıp telaşla gözlerini açtı. karşısında iki kocaman ayakkabı duruyordu. biri büyülerde dolaşıyor diye düşündü. kediler gibi usulcacık yaklaşmasını da biliyor. çamurlu ayakkabılarından buruşuk pantolonunun üzerine kaydırdı gözlerini. karşısındaki adamın karanlık suratını gördü.

- ''trenleri sever misin sen çocuk'' dedi adam.

aradan geçen dakikalar içerisinde şaşkınlıkla bakakalan çocuğun kendisini cevap vermeyeceğini anladığında kuzeye giden bir trenden atladığını anlattı ona. on gündür bu yabancı yerdeydi, iki kere yabancıydı ona göre. birbirlerine eklenerek çoğalan, yüreğe benzer o sıcacık evlerin dışında dolaşmıştı gece olduğunda. kendisi gibi yabancı olan genç bir mimarı arıyordu... çocuğun bitmek bilmeyen sessizliğinden, onu tanımadığı sonucunu çıkarıp sokağın aşağısına doğru yürümeye koyuldu. arkasından bir süre bakan çocuk da ceketinin cebinde duran kitabı yokladı, adamın tersine, yolun yukarısında merakla ve korkuyla bekleşen kalabalığa yöneldi.

içeride kahire radyosunun cızırtıları eşliğinde yeni demlenmiş çayın keyfi sürüyordu...
(tepede) çocuğun yanından ayrıldıktan sonra birden her şey durdu ve içimde, ne olduğunu kestiremediğim -sevince ya da acıya da benzeyen- birtakım duygular canlandı. gecenin içinde çevrem aynı yabansı duyguluklarla yüklü gibiydi. sanırım insanlar en çok karanlıkta duyarlar yalnızlıklarını ve bir tepeden bakınca bütün kentler aynı inanılmaz tekdüzelikte görünür. bu kentin de ötekilerden ayrılan hiçbir özelliği yok. yok, gerçekten yok. bu tepede yıldızlı gökyüzüne başlarını kaldırmış sonsuzlukları, sonsuzlukların ötesini, yürekleri daralarak araştıran insanlar gördüm. elleri tutunacak bir yer ararcasına boşluğa uzanır, yüksek sesle konuşmaktan ürkerek, aynı bilmeceyi binlerce yıldır kimsenin çözememiş olmasında buldukları avuntuyu anlatırlar. ürpertiler içinde, gözlerinin önündeki havayı tarazlar, başların öne eğer, toprağın güven verici sertliğine yaslana yaslana bayır aşağı iner, kentlerine doğru uzaklaşırlar. o zaman arkalarından gözetlerim onları. daracık, birbirine girmiş ışıksız sokaklardan geçecekler, köşe başlarının gölgelerinden çekine çekine, yemek ve lağım kokulu evlerine sığınacaklar. çünkü bir yerde bir ölü vardır. çirkin bir hafız başucunda kuran okuyacak. çocuklar kapı arkalarında meraklı bekleşecek. anlıyorum. çünkü her şeyin birden bitmesi gerek. bir ayrıcalığım yok aşağıdakilerden, belli bir şey. o ışıkları tek tük yanan evlerdeki çocuklar, kadınlar, erkekler, can çekişen hastalar, hafız ve ben, bilinçli ya da bilinçsiz, aynı çabadayız... bir yıldız kayıyor, hep yıldızlar sonsuz uzaklıklar. benden sonra da sürüp gideceğini bildiğim bu toprak korkutuyor beni. sabun köpüğü gibi durmadan genişleyen, yayılan uzayda çoktan yokluğa karışmış insanların bakışlarını yakalıyorum. işık yılı ölçüsüyle hiçbir zaman göz göze gelemeyeceğim insanlar. onların orada, adlarını bilmediğim tanrılarına dönmüş, yakardıklarını görüyorum.

(demirde) bir evde bir kadın sancı çekiyordur. görünüşe göre yapacak hiçbir şey yok. iki bardak şarap, bazı bir duble rakı. bozuk gramafonda çalına çalına sesi silinmiş eski plaklardaki şarkıları uslu uslu dinleyebiliyorsun. farkında olmadan bitişik masadakilerle birlikte pes perdeden katıldığın da oluyor curcunaya. baş dönmesi... o hızla hemen otele gidip yatarsam bir iki saat uyuyabiliyorum. derken kamyon şoförleri akın ediyor odalara. gürültülerine uyanıyorum. yüksek sesle konuşuyorlar, birbirlerine sövüyorlar, kavga çıkarıyorlar ya da horluyorlar. sabaha kadar sürüyor bu. her şeye karşın tekrar sızabilirsem, bu kez de güneşin doğuşuyla birlikte dizel motorların gürültüsüyle uyanıyorum. saat sabahın beşi. büzülüyorum yatağın içinde. görev saat sekizde başladığı için yedi olunca kalkıyorum yataktan. kanlı sümükler, balgamlar bulaşmış lavaboda tıraş olurken, aynada uzamış sakalımı, başıboş, salkım saçak bıyıklarımı görünce bir üzgünlük çöküyor üzerime. bütün bunların sürekli olmadığını düşünmek bile avuntu vermiyor. bir fincan kahve içmeye vakit kalırsa ne iyi. yoksa, aç karnına içtiğim sigaralardan ağzımın içi ağı gibi, gecenin bütün yorgunluğunu taşıyarak. bütün iş insanın içindeki düzenin bozulmasında. hem umutlar, tutkular ve tanrılarla somut varlıklar arasında tehlikeli bir denge kurulmuş. bir kuşkulanmaya görün, bir sorgulara başlamaya görün. hiçbir açıklamanın yetmediği kavrayamadığı uzay içinde, dayanıksız ve ölümlü oluşun sızısı yakalayıveriyor yüreğini insanın. oysa olacak bir şey yoktu ve olmadı. çünkü olmayacağını biliyordum. çünkü kimse gelmedi. hem olabilir ki bütün bunları ben trende değil de, sonradan, burada, laf olsun diye uydurmuşumdur. can sıkıntısından. böylesi daha iyi. olmadık hayaller kuran bir adam değilim demektir. hayal kurduğunu bilerek hayal kuran insan çıldırmış olamaz. biraz tuhafmış der, geçilir.

(oteller yazında) güçlükle doğruldum. deli gibi bir korku yüreğimde. sallanıyorum, bütün dayanımımı yitirmişim. her şey bitecek, bağırmak istiyorum. ileride kalabalık artıyor parklarda, sokaklarda dolaşan bekçilerin düdük sesleri taşıyor. ellerim titreyerek bir sigara yakıyorum, kibritin alevi bıyıklarımın ucunu kavlıyor. yanık kıl kokusu, ölü kokusu... kibrit de sigara da düşüyor elimden. kaçmalıyım, çabucak uzaklaşmalıyım buradan. ensemden aşağı, belkemiğim boyunca şimşek bir gibi bir acı iniyor. soluk soluğayım... çılgınlık bu. yangından kaçan orman yaratıkları gibi gözlerim yuvalarından fırlamış, sığınacak bir yer arıyorum çevrede. karanlık, sessizlik, boşluk...
aşkı açlık söndürür, o yapmazsa
zaman;
ne de zaman söndüremezse
darağacı kalır geriye

(thebaili krates, iamboslar 17)

alışılmışlığın dışına çıkılınca, çevre de değişiyor. her zaman geldiği, her şeyini çok iyi bildiği bu kahvehane, kokularıyla ışıklarıyla insanlarıyla daha önceki günlerin bir benzerini yaşıyor. çevresindeki kişilerin ikişer üçer oturmalarına konuşmalarına karşın o tek başına oturuyor. kitabını okuyor, arada bir kahvesini yudumluyor, sineklerini buluyor. buraya gelmeden önce duyduğu tedirginlik yok şimdilerde. rahat rahat kendisiyle kalabiliyor böyle. ama ister istemez anılara kayıyor usu, bağışlamayan belleğiyle gider oluyor ayakları şimdi yere sımsıkı bastığı halde. her şeyi geçmişle örtüştürmesi huzursuz ediyor onu. kurtulamıyor bundan. kurtulamıyor mu? kurtulmak istemiyor. en doğrusu bu... krates okumaya ara veriyor. önünde mektup, açılmayı okunmayı bekler. elini uzatıyor, usulca yırtıp kenarından gün ışığı kazandırıyor yazıya;

" 22 nisan binler dokuzlar daha neler neler... sevgili dostum, nergis'ten uzun bir mektup aldım. antalya'dan atmış. bir süredir orada olduğunu bilmiyordum. ne haltlar karıştırdığını da yazmamış. politik nedenlerle bir süre antalya'da kalacağını belirtiyor. ortadoğu üniversitesi'nden tanıdığı engin adlı bir dostu da yanındaymış. engin'in dünyaya, insanlara ne denli sağlıklı, ne denli kendi iç çelişkilerinden arınmış olarak baktığını anlata anlata bitiremiyor. çok değiştiğini, antalya'da kendi özvarlığının oluşabileceği bir dünya bulduğunu da eklemiş mektubuna. aklına estikçe bir köşeye yazıp bana ulaştırdığı bölük pörçük notlarda bazılarını sana da yolluyorum. biz üç eski dostun ayrı kentlerde ne denli ayrı alınyazılarını paylaştığımızı daha iyi anlayabilmen için. nergis'in antalya'da yaşadığı ve benim bu ortaçağdan kalma kentin sokaklarında sürüklediğim yalnızlığa bir misilleme sanki suskunluğun... 22 nisan binler dokuzlar daha neler neler , poitiers, sevgiyle selamlarım, ahmet... "

nergis'in notları özenle birbirine tutturulmuş, önünde duruyordu. içi sıkıldı, zarfa hızla sokuşturdu her şeyi. öyle çok derine itti ki cebinde yıllar sonra ancak bulunabilirdi. sayfalarının çoğu yanmış, sararmıştı... yüzüne kulaklarına ateş yayılıyordu... içine acıyla yazılmış nice sözcükleri duyuramayan bir mektuptan önce yangından kurtarılması gereken başka şeyler vardı elbet. hem o kenarları sararmış sayfaları dolduran sözcüklerin kurduğu dünya güç anlaşılabilir bir dünyaydı. her zamankinden daha yalın, daha kararlı olmayı gerektiren o dönemin genel havasına uymuyordu pek. sözcüklerin anlamı gerçekten soyutlanmış, çağrışım alanları parçalanan bir bilincin algılarıyla sınırlanmıştı. çığlığa dönüşseler bile çoğunu kimse duymaz, duyanlar da, kendilerince daha önemli gördükleri eşyaları kurtarmaya uğraştıklarından duymazdan gelirlerdi. bu nedenle nergis'in yangından arta kalan karalamalarını etleri toprakta dağılan bir iskelete, güneşe karşı çekildiği için yanmış bir fotoğrafın arabına bakar gibi okumak gerekecek. bazı bölümlerde karmakarışık yazılar desenler, günlük gazetelerden kesilip usdışı bir düzenlemeyle yapıştırılmış haberler yer alıyordu... sevgilim benim! diyordu nergis, sen en çok güvendiğim, en sevdiğim varlıksın. gel şöyle yaklaş biraz... beni hiç yalnız bırakmadın, gece çalışırken yanı başımda durdun hep, uykuya yorgunluğa direndin. önümdeki beyaz kağıtlara sen kazıdın sözcükleri. sabahları elimden tutup beni işçi kahvelerine, kalabalık alanlara götürdün. dünyanın arınıp yunması, yaşamın değişmesi gerektiğini öğrettin bana. senin sözcüklerine konuştum, senin ürettiğin değerlerle yaşadım. ama bir süredir seninle değilim, yitirdim seni. çölde bir kuyu başındayım. çöl ilerledi, bütün kenti kapladı, kimse farkından değil bunun. çölde seninle birlikte bir kuyu başındayız. tepemizde yuvarlak bir kızgın güneş. senin gölgen benim gölgeme karışmış. kuyu başında durmuş aşağıya saldığımız kovanın suya çarpmasını bekliyoruz. dipsiz bir karanlığa doğru iniyor kova. dudaklarımız susuzluktan çatlamış, alnımızda derin çizgiler. senin alnın benim alnıma bitişmiş, dudakların dudaklarıma. rüzgar geçiyor tozlu saçlarımızdan, güneşte parlayan kum tepeciklerini gökyüzüne savuruyor. kova hızla iniyor aşağıya. bekliyoruz. ama bir türlü sonu gelmiyor bu bekleyişin. birden kuyunun çoktan kurumuş olabileceği geliyor aklıma. boşuna bekliyoruz diyorum. sen umutla bekliyorsun. hem dünya kör bir kuyunun başında durup aşağıya saldığımız kovanın suya değmesini beklediğimiz bir dünya bile olsa güzel... boynuna tırnaklar saplanıyor ateş etine dalga dalga ilerliyordu... ''mimar bey oğlum, çayın?''... oda karanlıktı, yarı çıplak oturuyorduk. ama yalnız değildik, aramızda aşılmaz bir duvar vardı. tanımadı beni, uykusuzdu. aramızda, pıhtılaşan kan lekeleriyle dolu taş döşemenin soğukluğu vardı... ''mimar bey?''... avlunun ortasından döne döne yukarı çıkan ahşap merdivenlerdeydi. tablolarla dolmuştu her yanı. basamakları koşarak çıkıyor, sarı badanalı odanın kapısını açıp içeri girince doğum yapan bir kadının iki yana açılmış bacaklarıyla karşılaşıyordu. tahta masaya boylu boyunca uzanmıştı kadın. çıplaktı. yumruklarını sıkmıştı. şiş karnı neredeyse tavana değecekti. başında duran doktor kulaklığını takmış kadının kalbini dinliyor, öne doğru iyice açılmış bacakların arasına dikkatle bakıyordu. cılız sabah aydınlığı giderek büyüdü, büyüdür ve kapattı tüm tanıdık yüzlerin karaltısını. beyaza kesti ortalık...

kulelerin sivri uçları gibi maviye yakın ve yukarıdaydı bakışları, kendisine sırıtarak bir şeyler geveleyen karşısındaki şu adama ne diyeceğini bilemedi. bilekten kesilmiş iki erkek eli gibi sallanıyordu karşısında, içten içe keyiflenmişti belli ki bu dalgınlığına müşterisinin. çok sonra bir çay daha alırım diyebildi.

krates'i kaldırıp altındaki cılız, hayli eski basım bir kitaba uzandı. melih cevdet diye bir şairindi. kahvehanede, birikmiş gazetelerin ve süslü oyuncak gemilerin, tozlu bezlerin sokuşturulduğu dolapta şans eseri bulmuştu. ilk sayfasını çevirdi, okumaya başladı...

tanıdığım bir ağaç var
etlik bağlarına yakın
saadetin adını bile duymamış
tanrının işine bakın.

geceyi gündüzü biliyor
dört mevsimi, rüzgarı, karı
ay ışığına bayılıyor
ama kötülemiyor karanlığı.

ona bir kitap vereceğim
rahatını kaçırmak için
bir öğrenegörsün aşkı
ağacı o vakit seyredin.
"ölüyor musunuz, büyüyorum?
sabahın kuyruğunda sizi bekliyorum."

ilhan berk / han yü yazıtı

bedenim henüz vermedi kararını. somyanın üzerinde daha ağırlaşıyor, yayılıyor, yassılaşıyor. onu yeniden ele geçirdiğimde, soluduğum odayı gürültüsüyle dolduruyor. göğsüm uyuyan bir çocuğun göğsü kadar inip kalkıyor. gözlerimi açıyor, hiç kırpmadan uzun uzun bakıyorum gökyüzüne. küçükken, çok küçükken de yenilere ve eskilere bakardım böyle. gök ile aramda yılların kiriyle bulanıklaşan ve saydamlığını yitiren camların üzerlerine soluğumu üflemek isterdim ama onlar da çok uzakta. c. d. friedrich'in sevdiği türden bir gece bu: fırtınalı ve açık. anımsadığım şu ad, ilk adlar. rüzgarın kıyıp doğradığı bulut parçaları aydınlık bir zeminde savrulup duruyor. beklemeye sabrım olsa ayı görebilirdim. sabredemeyeceğim. şu anda gördüğüme göre rüzgarı da duyuyorum. gözlerimi yumuyorum, rüzgarın sesi soluğuma karışıyor. sözcükler ve görüntüler, kafamın içinde birbirini izliyor, birbirine karışıyor, savruluyor, paramparça oluyor hiç durmadan. bu karmaşanın ötesinde, bambaralar'ın göğü altında, hiç bozulmayacak bir sessizlik ve ilgisizlik de var. biraz yana dönüyor, artık iyice aklaşan saçlarımı eziyorum yastıkta, dudağımı burnumu dayıyor, örtüyü başımın üzerine çekiyorum. bedenimin en derininde yeni acılar buluyorum, daha açık nasıl anlatmalı? özellikle sırtımda hissediyorum bunları. kendilerine özgü bir dizemleri, hatta bir tür ezgileri var sanki. renkleri maviye çalıyor. nasıl da katlanıyorum bunlara. bir kuş gibi dikiyorum kafamı ta geriye. evrene gömüyorum kendimi. belki mutluyum ama bilgeleşmiş değilim. çünkü bilgelik şu mutluluk anında insanın kendini kapıp koyuvermemesini gerektirirdi. ya ben ne yapıyorum? kendime daha hızlı ilerlemem gerektiğini söyledim çünkü gerçek yaşamda bu tür inceliklerin yeri yok. kötülük işte orada gizleniyor, şehvetin kıvrımlarında gizlenen gonokok mikrobu gibi. zamanım sınırlı.

yaşamak ve yaratmak. çabaladım. çabalamış olmalıyım. yaratmak doğru bir sözcük değil belki, yıkıntılarla bulmak. yaşamak da öyle. önemi yok bunun, çabaladım. ben çabaladıkça içimdeki ciddiyet canavarı homurdanıyor, kükrüyor, parçalıyordu beni. yaptım bunu. yalnız başıma kaldığımda, iyi gizlenip palyaçoyu oynadım, yapayalnız, saatlerce kımıldamadım yerimden çoğunlukla ayaktaydım. büyülenmiştim sanki. bu kez biliyordum nereye gittiğimi. eskinin gecesi, dünün gecesi değil artık. şimdi bir oyun oynayacağım. şu ana kadar oynamayı beceremedim hiç. can atıyordum oynamaya ama bunun olanaksızlığını da biliyordum. yine de birçok kez denedim bunu. bütün ışıkları yakıyor, çevreme iyice bakınıyor, gördüğüm her şeyle oynuyordum. insanlar ve nesneler için bundan daha güzeli yok, bazı hayvanlar için de böyle. başlangıçta her şey iyi gidiyordu, hepsi bana geliyordu; biri kendileriyle oynamak istediği için hoşnuttular. şimdi bir kambura ihtiyacım var desem, birazdan kullanacağımız, taşıdığı güzel kamburla gurur duyarak biri çıkıp geliyordu. soyunmasını isteyebileceğim gelmiyordu aklına. ama çok geçmeden kendimi tek başıma, karanlıkta buluyordum yeniden. oyun hevesimi işte bu nedenle bastırdım ve biçime ve söze indirgenmeyen şeylere, telaşsız varsayımlara, karanlığa, eller önde uzun yürüyüşlere, gizlenmeye verdim kendimi. bir yüzyılın aşkın bir süre böyle yaşadığıma göre nasıl da bağlanmışım bu ilkelere...

üç gündür bu kentteyim. onu arıyorum. ana yola çıkıp bir taşıta binme düşüncesi aklımın ucundan geçmedi. bir torbadan dökülüp etrafa saçılmışçasına sağda solda tek tük ışıkları yanan evlerden yardım isteme düşüncesi de asla yanaşmayacağım bir şeydi. evet, bir akşamdı. şemsiyemin altında, havanın açılması bekliyordum usulca, tam o sırada biri apansız arkama yanaştı. işitmemiştim, yalnız başıma bir yerlerdeydim. oraya nasıl geldiğimi bilmiyordum. bir el geri döndürdü beni. kırmızı yüzündeki yaraları seçilebilen, muşamba yağmurluğu ve botu ıslaklıkla korkunç parlayan, dolgun yanaklarından sular akan bir adamla nefretle bakıştık. kimdi bu? belki de mimarı sorduğum çocuğun babasıydı. oğluyla olan o kısacık konuşmamızı uzaktan bir yerlerden görmüş ve ne kadar olduğunu bilemediğim şu zaman boyunca beni izlemişti. elinde bir fener tutuyordu. ceketimin astarından yakaladı beni, henüz sarsmamıştı. ama canı istediği zaman sarsmaya başlayacaktı. yalnızca sövüyordu. onu böylesine öfkelendirmek için ne yaptığımı soruyordum kendime. onun kentindeydim, toprak onundu. bu her halinden belli oluyordu. ayaklarımın hemen altında ezilmiş bir şeyler olduğunu fark ettim. ona ait olduğunu adamın öfkesinden ancak anlayabildiğim çamura bulanmış yavru bir köpek belki de son nefesini veriyordu. başının büsbütün gömüldüğü çamurdan düzensizce çıkan hava kabarcıkları çivi gibi batıyordu bu anlara. özürlerle, yalvarışlarla ve bir ölümün ağırlığıyla geçen o kayıplıkta adamın yüzüme yaklaşan ıslak, keskin yüzünden seçilen tüm ayrıntılar ve izlerden fışkıran cerahat kokularıyla daha ne kadar öyle kaldık, hatırlamıyorum. bütün ışıklardan; el fenerinin küçücük gözünden dünyaya yayılan tüm ışıklardan kaçarcasına, soluğumun gırtlağıma yapıştığı ana dek koştum. karanlık, bir kelebeğin hızla yaşlanması gibi alıyordu beyazlığı kendine.

iki yüksek bina arasındaki dar bir geçidi gözüme kestirdim, etrafıma bakındım, sonra daldım. her katta karşılıklı birer küçük pencere geçide açılıyordu. sanırım tuvalet pencereleriydi bunlar. geçitten çıkış yoktu, öyleyse bir geçit değildi burası, bir çıkmaz sokaktı. bitiminde karşılıklı iki girinti vardı. bir anlık bir süre içinde oraya yerleşmeyi, orayı kendime bir in, bir sığınak yapmayı geçirdim aklımdan. duvara sırtımı verdim, ayaklarım duvardan uzakta neredeyse kayacak gibiydiler. bacaklarımdan biri giderek kısalıyordu. woyzeck'ten pasajlar okunuyordu bir yerlerde yüksek sesle, gözlerimin içinde ağırlaşan bir çift kanadın sesi vardı. durdu.