26 aralık 2004 tarihinde hayatını kaybeden sergül albayrak, direnişinin 60. gününde şunları kaleme almıştır;
"bilmezdim bu duyguyu hiç. açlık deyince, hep midenin boşluğu anlaşılır. ben bugün 60. gününde bir ölüm orucu direnişçisiyim. midem boş ve yine bilmiyorum açlığı. aldığım sıvılar ve şeker dışında birşey girmiyor mideme. tokluk duygusunu kaybettim çoktan. çünkü reddediyorum farklı birşeyin girmesini mideme. çünkü ben hapishanedeyim, hücrelerde "yaşamaya" zorlanan binlerce tutsaktan biriyim.
hücre... çok yazıldı üzerine, çok tartışıldı. herkes kendince yorumlar getirdi, kimisi bilgiçlik tasladı, kimisi elini vicdanına götürerek açıklamalarda bulundu. bunlar dışında dünyanın bir çok yerinde, ülkesinde yaşanan örnekleri, yaşayanlar ya da artık hayatta olmayanların yakınları anlattı... biz tutsaklar da 19 aralık 2000 öncesinde ve sonrasında çok şey söyledik hücrelere dair. çok şey anlattık. öldük, bugün itibariyle 117 kez tekrar tekrar öldük... açlıkla ölüme yürüyoruz hala, benim de içinde yeraldığım 11. sevgi erdoğan ölüm orucu ekibi olarak... ve biz de öldükten sonra yeni ekipler çıkacak ölüme yürüyen... böyle ekip ekip ölüme yürümek, çok mu hoşumuza gidiyor dersiniz? açlık insan bedenine bir işkenceyse, biz bedenimize niye işkence yapıyoruz? yaşamdan ölmeyi isteyecek kadar mı bıktık? ya da kimi kendini bilmezlerin bilgiçlik taslayarak "ölümü yücelten" varlıklar olduğumuz için mi?
yok hayır! böyle düşünenler, hücreyi bilmiyor demektir. böyle düşünenler açlığı da bilmiyor demektir.
evet açım! ama yemeğe değil. evet açız! yemeğe değil, insan görmeye, insanla konuşmaya...
bu açlığın nasıl bir açlık olduğunu bir de şöyle anlatmaya çalışayım size; almanya'da doğdum büyüdüm. rahat bir yaşama sahiptim. bilinen anlamıyla hiç açlık çekmedim. dahası, yeyip içmeyi de çok severdim. bizim güzel halk deyişimizle yediğim önümde, yemediğim ardımdaydı... ama devrimcilikle tanışmam benim tüm bu yaşamıma dönüp bakmamı sağladı. ben böyleyken, dünyanın bir çok ülkesinde açlıktan karınları şişen çocuklarla tanıştım. ben böyleyken, "açız" diye haykıran halklara bombalar yağdırıldığına tanık oldum. hayır uzağa gitmeye de gerek yok ki, vatanıma baktığımda bile utanma duygusu kapladı her bir yanımı.... çocuğunu okula gönderemeyen bir babanın hissettiklerini düşündüm... sonra çocuklarına süt içiremeyen, sofraya ekmek çıkaramayan anneyi... ya da mirvan'ı...
iki yaşındaki mirvan'ı, otopsi raporunda ölüm nedeni "açlık" yazan bebeği hatırlayın... ve mirvan'ın ölümüyle doyan kardeşlerini... ve bir de düşünün, mirvan'ın ölümünü tv'den izleyen bir ölüm orucu direnişçisi, fatma köse, o an yediği şekerden utanıyordu 200'lü günlerinde!
evet, tüm bunları görmek, beni daha büyük bir açlığın içine itti. adalete açlığım büyüdü gün gün... bir insanın, bir toplumun yaşayabilmesi için ekmek kadar, su kadar gereklidir adalet. ilk kez açlığımı o zaman çok somut olarak gördüm; yediğim önümde, yemediğim ardımda iken "aç" idim ben. ve bu açlık beni devrimci yaptı.
adalete açlık, hiç bir açlığa benzemez. işte bundandır ki bu açlık, ne hapislik dinler, ne de zor koşullar. beyin sağlam oldukça bu açlığı her zaman, her koşul altında hisseder. bu açlık, öteki tüm açlıkları bastırır, bu açlığı doyurmak uğruna, öteki tüm açlıklara böyle rahat katlanılır.
evet, bugün fiziki açlığımın 60. günündeyim. hücredeyim. karşıma bakıyorum duvar. ardında yoldaşım... arkamda yine duvar! ardında başka bir yoldaşım. bazen onların konuşmalarını, gülmelerini duyabiliyorum. hemen merak ediyorum "acaba neye gülüyorlar" diye... sevinçlerimi, acılarımı, sorunlarımı, sahip olduklarımı paylaşmak isitoyrum onlarla... insanım çünkü ben. insan olan merak eder, paylaşmak ister. sadece bu duvarın ayırdığı yoldaşlarımla değil, yüzlerce binlerce kilometre ötedeki insanların da derdini, neşesini merak ediyor, paylaşmak istiyorum. çünkü ben bir insanım.
60 günlük açlığımla ben bunları düşünebiliyorsam, bunu neye borçluyum biliyor musunuz? yüz-on-yedi yoldaşımın ölümüne! evet çok ağır bir şey bu. ama bir gerçek. bugün düşünebiliyorsam, merak edebiliyorsam, bu hücrede duygularımla, düşüncelerimle, kimliğimle varsam, bunu can pahası koruyan 117 yoldaşımın ölümüne borçluyum.
inanç veya değer! hiç düşündünüz mü bu iki kelimenin üzerine. ben çok düşündüm. benim inancım adalet açlığıdır. değerim ise bu uğurda verdiğimiz canlardır.
bugün fiziki açlığımı hissetmememin, yarın-öbürgün fiziki olarak yok olacak olmamın tek nedeni, adalete, eşitliğe açlığımdır. işte bundandır ki benim gücüm beynimdir diyorum. insan olmamın temeli, insan kalmamın nedeni... ve işte bundandır açlığın koynunda sürdürüşümüz kavgayı. "
bahse konu ölüm orucu direnişi sonucunda, 122 insan, 122 güzel insan hayatını kaybetti. onlar aydınlık bir hayat için, hayatı çok sevdikleri için ölümü göze aldılar...
(not: yazıyı kaleme alan sergül albayrak, ölüm orucu sonucu değil, 26 aralık 2004 tarihinde, atatürk kültür merkezi önünde tecriti protesto amacıyla kendini yakarak hayata veda etmiştir...)
"bilmezdim bu duyguyu hiç. açlık deyince, hep midenin boşluğu anlaşılır. ben bugün 60. gününde bir ölüm orucu direnişçisiyim. midem boş ve yine bilmiyorum açlığı. aldığım sıvılar ve şeker dışında birşey girmiyor mideme. tokluk duygusunu kaybettim çoktan. çünkü reddediyorum farklı birşeyin girmesini mideme. çünkü ben hapishanedeyim, hücrelerde "yaşamaya" zorlanan binlerce tutsaktan biriyim.
hücre... çok yazıldı üzerine, çok tartışıldı. herkes kendince yorumlar getirdi, kimisi bilgiçlik tasladı, kimisi elini vicdanına götürerek açıklamalarda bulundu. bunlar dışında dünyanın bir çok yerinde, ülkesinde yaşanan örnekleri, yaşayanlar ya da artık hayatta olmayanların yakınları anlattı... biz tutsaklar da 19 aralık 2000 öncesinde ve sonrasında çok şey söyledik hücrelere dair. çok şey anlattık. öldük, bugün itibariyle 117 kez tekrar tekrar öldük... açlıkla ölüme yürüyoruz hala, benim de içinde yeraldığım 11. sevgi erdoğan ölüm orucu ekibi olarak... ve biz de öldükten sonra yeni ekipler çıkacak ölüme yürüyen... böyle ekip ekip ölüme yürümek, çok mu hoşumuza gidiyor dersiniz? açlık insan bedenine bir işkenceyse, biz bedenimize niye işkence yapıyoruz? yaşamdan ölmeyi isteyecek kadar mı bıktık? ya da kimi kendini bilmezlerin bilgiçlik taslayarak "ölümü yücelten" varlıklar olduğumuz için mi?
yok hayır! böyle düşünenler, hücreyi bilmiyor demektir. böyle düşünenler açlığı da bilmiyor demektir.
evet açım! ama yemeğe değil. evet açız! yemeğe değil, insan görmeye, insanla konuşmaya...
bu açlığın nasıl bir açlık olduğunu bir de şöyle anlatmaya çalışayım size; almanya'da doğdum büyüdüm. rahat bir yaşama sahiptim. bilinen anlamıyla hiç açlık çekmedim. dahası, yeyip içmeyi de çok severdim. bizim güzel halk deyişimizle yediğim önümde, yemediğim ardımdaydı... ama devrimcilikle tanışmam benim tüm bu yaşamıma dönüp bakmamı sağladı. ben böyleyken, dünyanın bir çok ülkesinde açlıktan karınları şişen çocuklarla tanıştım. ben böyleyken, "açız" diye haykıran halklara bombalar yağdırıldığına tanık oldum. hayır uzağa gitmeye de gerek yok ki, vatanıma baktığımda bile utanma duygusu kapladı her bir yanımı.... çocuğunu okula gönderemeyen bir babanın hissettiklerini düşündüm... sonra çocuklarına süt içiremeyen, sofraya ekmek çıkaramayan anneyi... ya da mirvan'ı...
iki yaşındaki mirvan'ı, otopsi raporunda ölüm nedeni "açlık" yazan bebeği hatırlayın... ve mirvan'ın ölümüyle doyan kardeşlerini... ve bir de düşünün, mirvan'ın ölümünü tv'den izleyen bir ölüm orucu direnişçisi, fatma köse, o an yediği şekerden utanıyordu 200'lü günlerinde!
evet, tüm bunları görmek, beni daha büyük bir açlığın içine itti. adalete açlığım büyüdü gün gün... bir insanın, bir toplumun yaşayabilmesi için ekmek kadar, su kadar gereklidir adalet. ilk kez açlığımı o zaman çok somut olarak gördüm; yediğim önümde, yemediğim ardımda iken "aç" idim ben. ve bu açlık beni devrimci yaptı.
adalete açlık, hiç bir açlığa benzemez. işte bundandır ki bu açlık, ne hapislik dinler, ne de zor koşullar. beyin sağlam oldukça bu açlığı her zaman, her koşul altında hisseder. bu açlık, öteki tüm açlıkları bastırır, bu açlığı doyurmak uğruna, öteki tüm açlıklara böyle rahat katlanılır.
evet, bugün fiziki açlığımın 60. günündeyim. hücredeyim. karşıma bakıyorum duvar. ardında yoldaşım... arkamda yine duvar! ardında başka bir yoldaşım. bazen onların konuşmalarını, gülmelerini duyabiliyorum. hemen merak ediyorum "acaba neye gülüyorlar" diye... sevinçlerimi, acılarımı, sorunlarımı, sahip olduklarımı paylaşmak isitoyrum onlarla... insanım çünkü ben. insan olan merak eder, paylaşmak ister. sadece bu duvarın ayırdığı yoldaşlarımla değil, yüzlerce binlerce kilometre ötedeki insanların da derdini, neşesini merak ediyor, paylaşmak istiyorum. çünkü ben bir insanım.
60 günlük açlığımla ben bunları düşünebiliyorsam, bunu neye borçluyum biliyor musunuz? yüz-on-yedi yoldaşımın ölümüne! evet çok ağır bir şey bu. ama bir gerçek. bugün düşünebiliyorsam, merak edebiliyorsam, bu hücrede duygularımla, düşüncelerimle, kimliğimle varsam, bunu can pahası koruyan 117 yoldaşımın ölümüne borçluyum.
inanç veya değer! hiç düşündünüz mü bu iki kelimenin üzerine. ben çok düşündüm. benim inancım adalet açlığıdır. değerim ise bu uğurda verdiğimiz canlardır.
bugün fiziki açlığımı hissetmememin, yarın-öbürgün fiziki olarak yok olacak olmamın tek nedeni, adalete, eşitliğe açlığımdır. işte bundandır ki benim gücüm beynimdir diyorum. insan olmamın temeli, insan kalmamın nedeni... ve işte bundandır açlığın koynunda sürdürüşümüz kavgayı. "
bahse konu ölüm orucu direnişi sonucunda, 122 insan, 122 güzel insan hayatını kaybetti. onlar aydınlık bir hayat için, hayatı çok sevdikleri için ölümü göze aldılar...
(not: yazıyı kaleme alan sergül albayrak, ölüm orucu sonucu değil, 26 aralık 2004 tarihinde, atatürk kültür merkezi önünde tecriti protesto amacıyla kendini yakarak hayata veda etmiştir...)