bir ruhum olduğunu düşünebilmek için sanata sığındığım bu dandik kış aylarında, aslı bir kazuo ishiguro kitabı olan bu mark romanek filmiyle karşılaştım. basit bir fikirden yola çıkarak insanın kafasına karmaşık fikirler sokan hikayelerden biri bu, ki nicedir bir benzerine denk gelmemiştim, hele de iki yıllık bekleyişin ardından yaşadığım "interstellar" hayalkırıklığından sonra ilaç gibi geldi denilebilir.
uzaktan bakınca kendisinin bir aşk hikayesi olduğu yanılgısına düşüren "never let me go" bir bilim-kurgu hikayesi ve derdi aşktan çok daha büyük. kitabı 2005'te yayınlanmış, sinemaya 2010'da uyarlanmış olan ve 1950'li yıllarda kanserle birlikte pek çok hastalığa çare bulunduğunu söyleyerek başlayan bu hikayenin tamamı 1978 - 1994 yılları arasında geçiyor. hailsham adlı bir okulda öğrencilerin başta sıradan gibi görünen yaşamlarını izlerken, kısa bir süre sonra tuhaflıkların doğurduğu derin bir merakın içine düşüyor, varlık amaçlarını ve kendilerini bekleyen geleceği öğrendikten sonra ise bir başka şeyi çıldırasıya merak ediyoruz: "neden" ve daha da önemlisi "nasıl" isyan etmiyorlar?
"kabullenmenin hikayesini yazmışlar."
"never let me go"yu tek bir cümle ile özetleyecek olsak o cümle bu olurdu. sıradan/bilinen yaşamlarıyla bize hiç değinmeden, esasında bize bizi anlatan, aklımıza bu yaşamla ilgili türlü çeşit soru sokan, bittikten sonra saatlerce hatta belki günlerce düşündüren bu hikayenin her türden insan üzerinde ağır bir etki bıraktığını söylemek yanlış olmaz; hakkında yazılmış yorumları okuduğunuzda, çoğunun üzüntüden ziyade derin bir rahatsızlık hissiyle yazılmış olduklarını görebiliyorsunuz. kurgulanan dramdan ziyade, kendi dramının farkına varmış olmanın derin mutsuzluğu üzerinize öyle ya da böyle çöküyor ve günlerce kalabiliyor belki. ben şahsen ertesi gün açıp tekrar izledim, her şey daha da ağırlaştı ikinci seferinde, fakat soruları artırırken olası cevaplara tek bir şey eklemedi bu maalesef. kabullenme nedir, itaat iyi midir kötü müdür, gerekli görülenin gerekliliğini nerden öğrendik, öğrenilmiş çaresizliklerimiz bizim hayatlarımızın ne kadarını oluşturuyor, neden isyan etmiyoruz, isyanın ne olduğunu nereden biliyoruz, aslında ne istiyoruz ve bunu sormayalı ne kadar oldu, kimi görünmez masalarda kaç parçamız kaldı, neleri feda edip nelere kavuştuk, en son ne zaman bağırdık tommy gibi ciğerlerimizi yırtarcasına, hangi çitlerin üzerinden atlamayı düşünebildik, hayallerimizi ne kadar öteye götürebildik, ne kadarı için kendimize izin verebildik, ne yapınca tamamlanmış olacağız yoksa bu yarımlık/yanlışlık hissi ölene dek bizimle gelecek mi? gerçekten bir ruhumuz var mı? ya da mesela, hep bir kurtarıcı olarak gördüğümüz aşk, kaçınılmaz olanı engelleyemese de, gerçekten zamanı bir süreliğine durdurabilir, tükenmeyi erteleyebilir mi?
"misyonunu tamamlayanlara karşı asla duyarsız hale gelmedim. ama bununla yaşamam gerektiğini de bir şekilde kabul etmiştim." film duyarsızlığımızın özetini bu yalın sözlerle, bu sakin tonlarla yaparken, bizler "ben olsam en azından kendimi öldürürdüm" diye düşünüyoruz, tamamen kaybedilmiş hatta hiç var olmamış bir "öfke", henüz bize anlaşılmaktan uzak geliyor çünkü. peki ama ne kadar uzak? ciddiye almamak için uğraşıp durduğumuz bu dünya, artık ne kadar umrumuzda?
"never let me go" benim için, seçtiklerimizle, seçtiğimizi sandıklarımızla, kabullendiklerimiz, alıştıklarımız, çaba göstermeye değer bulmadıklarımız, seyirci kaldıklarımız, boşverdiklerimiz, "zaten"lerimiz, "nasılsa"larımızla, bir "günden güne eksilme" hikayesiydi. bıraktığı asıl acı ve korku da oydu ki; bugün bize hala dokunabilen sanat dahi bir gün artık dokunamaz olacak, çünkü misyonumuzu tamamlamak ölümden çok daha önce gelen bir süreç ve bizi yavaş yavaş terk eden şey de bizden başkası değil.
uzaktan bakınca kendisinin bir aşk hikayesi olduğu yanılgısına düşüren "never let me go" bir bilim-kurgu hikayesi ve derdi aşktan çok daha büyük. kitabı 2005'te yayınlanmış, sinemaya 2010'da uyarlanmış olan ve 1950'li yıllarda kanserle birlikte pek çok hastalığa çare bulunduğunu söyleyerek başlayan bu hikayenin tamamı 1978 - 1994 yılları arasında geçiyor. hailsham adlı bir okulda öğrencilerin başta sıradan gibi görünen yaşamlarını izlerken, kısa bir süre sonra tuhaflıkların doğurduğu derin bir merakın içine düşüyor, varlık amaçlarını ve kendilerini bekleyen geleceği öğrendikten sonra ise bir başka şeyi çıldırasıya merak ediyoruz: "neden" ve daha da önemlisi "nasıl" isyan etmiyorlar?
"kabullenmenin hikayesini yazmışlar."
"never let me go"yu tek bir cümle ile özetleyecek olsak o cümle bu olurdu. sıradan/bilinen yaşamlarıyla bize hiç değinmeden, esasında bize bizi anlatan, aklımıza bu yaşamla ilgili türlü çeşit soru sokan, bittikten sonra saatlerce hatta belki günlerce düşündüren bu hikayenin her türden insan üzerinde ağır bir etki bıraktığını söylemek yanlış olmaz; hakkında yazılmış yorumları okuduğunuzda, çoğunun üzüntüden ziyade derin bir rahatsızlık hissiyle yazılmış olduklarını görebiliyorsunuz. kurgulanan dramdan ziyade, kendi dramının farkına varmış olmanın derin mutsuzluğu üzerinize öyle ya da böyle çöküyor ve günlerce kalabiliyor belki. ben şahsen ertesi gün açıp tekrar izledim, her şey daha da ağırlaştı ikinci seferinde, fakat soruları artırırken olası cevaplara tek bir şey eklemedi bu maalesef. kabullenme nedir, itaat iyi midir kötü müdür, gerekli görülenin gerekliliğini nerden öğrendik, öğrenilmiş çaresizliklerimiz bizim hayatlarımızın ne kadarını oluşturuyor, neden isyan etmiyoruz, isyanın ne olduğunu nereden biliyoruz, aslında ne istiyoruz ve bunu sormayalı ne kadar oldu, kimi görünmez masalarda kaç parçamız kaldı, neleri feda edip nelere kavuştuk, en son ne zaman bağırdık tommy gibi ciğerlerimizi yırtarcasına, hangi çitlerin üzerinden atlamayı düşünebildik, hayallerimizi ne kadar öteye götürebildik, ne kadarı için kendimize izin verebildik, ne yapınca tamamlanmış olacağız yoksa bu yarımlık/yanlışlık hissi ölene dek bizimle gelecek mi? gerçekten bir ruhumuz var mı? ya da mesela, hep bir kurtarıcı olarak gördüğümüz aşk, kaçınılmaz olanı engelleyemese de, gerçekten zamanı bir süreliğine durdurabilir, tükenmeyi erteleyebilir mi?
"misyonunu tamamlayanlara karşı asla duyarsız hale gelmedim. ama bununla yaşamam gerektiğini de bir şekilde kabul etmiştim." film duyarsızlığımızın özetini bu yalın sözlerle, bu sakin tonlarla yaparken, bizler "ben olsam en azından kendimi öldürürdüm" diye düşünüyoruz, tamamen kaybedilmiş hatta hiç var olmamış bir "öfke", henüz bize anlaşılmaktan uzak geliyor çünkü. peki ama ne kadar uzak? ciddiye almamak için uğraşıp durduğumuz bu dünya, artık ne kadar umrumuzda?
"never let me go" benim için, seçtiklerimizle, seçtiğimizi sandıklarımızla, kabullendiklerimiz, alıştıklarımız, çaba göstermeye değer bulmadıklarımız, seyirci kaldıklarımız, boşverdiklerimiz, "zaten"lerimiz, "nasılsa"larımızla, bir "günden güne eksilme" hikayesiydi. bıraktığı asıl acı ve korku da oydu ki; bugün bize hala dokunabilen sanat dahi bir gün artık dokunamaz olacak, çünkü misyonumuzu tamamlamak ölümden çok daha önce gelen bir süreç ve bizi yavaş yavaş terk eden şey de bizden başkası değil.