çok özür dileyerek gireceğim konuya. müddeabih, davanın konusunu belirtir: tazminat davası ise para; tahliye davası ise tahliye; tereke tespiti ise, mirasçının geride bıraktığı topyekün emtiadır.

asıl konuya gireyim. bugün dehşete düşerek şahidi oldum bu hakimin. kan beynime sıçradı desem yeri.

sabahleyin istanbul adliyesi'nde (levent'teki diyeyim de iyice daraltayım alanı) duruşmam vardı. hakimler birkaç gün önceden duruşma listesi hazırlarlar. veya hazırlamaları için mahkeme kaleminde görevli memurlara talimat verirler. birçok hakim, örneğin duruşmalar saat 9:00'da başlıyorsa 9:00'a 6-7 adet duruşma yazar; sonra 9:30 duruşmaları gelir, oraya da 6-7 tane duruşma koyar. sonuçta kendisine tebligat çıkan dava tarafları (ki büyük çoğunlukla avukatlar girer duruşmalara), tebliğ zarfında yazan saate bakarak adliyeye gidiş vakitlerini ayarlarlar. ve her seferinde, 9:30'un ilk duruşmasının tarafları ile 9:30'un son duruşmasının tarafları 9:30'da duruşma salonu önünde olmak zorundadır. zira herkese aynı saat verildiğinden kimse gerçekte kaçıncı sırada olduğunu bilmemektedir. ancak adliyeye geldiğinde duruşma salonunun kapısında durumu öğrenir.

bu bile, hakimlerin adli sistemi ne kadar hoyratça kirlettiğine kanıtlık teşkil ediyor. mantıklı düşünen biri, hukukla ilgisi olmasa da şöyle diyebilir: madem davaları ışık hızıyla görebiliyorsun, bütün hepsini 9:00'a yazsana. niye 11:30'a da 6-7 duruşma yazıyorsun?

ama hakimler evrenin de hakimi olduklarını sandıklarından; insanların vaktini çalmakta beis görmüyor. bu sabah da aynısı oldu. 9:30'un 5. duruşması benimdi. bekledim. duruşmaya girdim; duruştum ve çıktım. duruşma zaptını almak üzere salonun kapıya yakın kısmında beklerken, içeriye türbanlı bir kadın ve karşı taraf avukatı giriyordu. hakim (kadın hakimdi), türbanlı kadını azarlayan bir ses tonuyla "geç geç, şu tarafa" dedi. kadının adliyeye ilk defa geldiği, adli bir olaya ilk kez karışmanın heyecanını yaşadığı her halinden belliydi. eli ayağı birbirine dolandı. bu sırada kapı da açık. duruşma sırası bekleyen avukat ve vatandaşların hepsi hadiseyi seyrediyor. buraya kadar bir şey yok. çünkü yukarıda söylediğim gibi, kendini evrenin de hakimi sanan üç paralık birçok hakim, karşısındakilere otomatikman tepeden bakma yetisiyle (aman ne yeti) donatılmış durumda. asıl hadise şimdi:

türbanlı kadın, hakimin gösterdiği bölüme geçtiğinde (davacı tarafın durması gereken bölüm), hakim bu kez "şöyle çeneni aç bakalım. hadi kapatıyorsunuz anladık da, burnuna kadar kapatmak da ne oluyor?" dedi, azarlayan sıfatının yanına alaycı sıfatını da eklemiş ses tonuyla. iğrendim. başkası yerine yerin dibine geçtiniz mi siz hiç? ben bugün geçtim. ilk defa bu kadar siniri ve bu kadar üzüntüyü aynı anda yaşadım. hakime sinirlendim; kadının elini bile bir yere koymaktan çekinen tutumu karşısında kendisine reva görülen muamele karşısındaki üzüntüsüne ortak oldum. ses etmedi. ben de edemedim. haykırabilirdim oysa:

"siz müddeabihi mi yoksa davanın taraflarını ve hatta onların inançlarını mı yargılıyorsunuz hakime hanım?" diyemedim. ben de o hakim kadar suçluyum. suça sessiz kaldığım için. ceza hukuku bakımından suç değil kastettiğim; yazılı olmayan bir hukuk da var hani: insanlık hukuku! örnekteki hakimin ne hukuk fakültesinde, ne baba ocağında; ne mahalle mektebinde adını sanını duymadığı; roma hukuku'ndan bile eski hukuk dalı...

mahalle baskısı ha? alın size mahkeme baskısı yavrularım; hem de en aşağılığından. en terörizesinden. elindeki teraziyi atıp kılıçla vatandaşa saldıran bir adalet tanrıçasından söz etmiştim. ertesi günü bu sözü hafif bulmak... ağır geldi.