mia aioniotita kai mia mera
sonsuzluk ve bir gün, sinemanın şairi yunan usta theo angelopoulos'un sınır üçlemesinin son ayağı olan,1998 yapımı filmi.üçlemenin ilk filmi leyleğin geciken adımı'nda coğrafi sınırları,ikinci filmi ulis'in bakışı'nda insan bakışının sınırlarını konu eden usta sonsuzluk ve bir gün'de ise ölümle yaşam arasındaki sınır üzerine konuşuyor.

film yaşamla ölüm arasındaki sınıra ulaşmış bir adamın, alexander'ın bir günü ve bu günü ile iç içe geçmiş geçmişten bir günü üzerinden,geçmişle yüzleşme sonucu bürünülen melankoliden sıyrılmaksızın sallantıda da olsa gelecekle olan bağların koparılmamasının hikayesini anlatıyor.alexander,yarının varlığı ya da yokluğu, ilerlemiş ağır hastalığının iki dudağı arasındaki karara bakan yalnız bir şair.hastaneye yatma gerekliliğinin karşısına dikildiği, 'son gün' adayı bir günün içinde.angelopoulos soruyor: "ölmek üzere olan bir adam,son günü.son gününü nasıl geçirirsin?".yanıt elbette filmde saklı.alexander yaşamının bilançosunu çıkarmakla başlıyor son gününe,geçmişteki o malum günün de yardımlarıyla.seyahatlerinden birinde değil de evde olduğu; ama çevresindekilere yakınken bile aslında çok uzak olduğu,ölmüş karısı anna'nın "bugünü bana ver,son gününmüş gibi." sözlerinin şöylesine kulağına çalındığı bir gün.ne yazık ki uzaklığını ancak bugün fark ettiği gibi,anna'nın sözlerini de ancak bugün tamamen işitmiş oluyor alexander.'muhtemel son gün'de beliren lirik pişmanlık, ziyaret ettiği,huzurevindeki annesine döktüğü sözlerde vücut buluyor: "neden anne?neden hiçbir şey beklendiği gibi olmadı?neden çürüyüp gider insan sessizce,acıyla ihtiras içinde parçalanarak?ben neden hayatımı sürgündeymiş gibi geçirdim?ana dilimi konuşmak varken neden bu kadar seyrek döndüm ülkeme?hala kayıp kelimeleri bulabilecek ya da sessizliğin içinden unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken?neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde?söyle bana anne neden bilmez insan nasıl seveceğini?"

yaşam üzerine düşünüp yazıp ederken yaşamı kaçırmak alexander'ınkisi ."iki kitap arasında seni çalmaya çalışıyorum.bizim aramızdasın ama asla bizimle değil." diyen karısı başta olmak üzere etrafındakileri ötelediğini,sevmeyi bilemediğini anlamak.hem de ancak yaşam denen yolculuğun sonuna gelmişken ne yazık ki.bu farkındalığın getirisi ise içe dönük,duyarsız bir burukluk olmuyor lakin.ömrü boyunce evde yalnız kendi ayak seslerini duymuş olan alexander neyse ki son gününde selanik sokaklarında sadece kendi ayak seslerini duymuyor.arnavut mültecisi küçük bir çocukla bir günlük dostluğu,rastlaştıkları an itibariyle son gününü bu çocuğa vermişliği var.hiç değilse son gününde ana diliyle ömrübillah olmadığı kadar haşır neşir,kayıp ya da unutulmuş kelimelerin peşinde.19. yy'da osmanlı egemenliğine karşı bağımsızlık için harekete geçen yunanlılar'a destek amacıyla,yaşadığı italya'dan kalkıp ihtilal türküleri yazmak için yurduna dönen yunan şair solomos'un bilmediği kelimeleri köylülerden satın alarak yazmaya başladığı,fakat hala eksik olan bazı kelimelerden mütevellit yarım kalan 'özgür tutsak' şiirini tamamlamak için kayıp kelimeleri arıyor alexander.(angelopoulos bir söyleşisinde solomos'a dair 'şair sözcük satın alıyor' efsanesinin kısmen doğru olduğunu belirtmiş.edebiyatçı bir dostundan solomos'un bilmediği kelimeleri halktan toplayarak defterine not ettiğini ama asla satın almadığını öğrenmişse de filmdeki büyünün bozulmaması için sözcük satın alma faslını çıkarmamayı tercih etmiş.)kelimeleri bulmadaki yardımcısı ise bugününün yoldaşı mülteci çocuk.üç,alexander'ın vaziyeti,yaşamı,dünü,bugünü için hayli manidar üç sözcük getirip satıyor ona çocuk: korfulamu *(*bir çiçeğin kalbi),xenitis *(*yabancı) ve argathini *(*çok geç).

bir günde,ama zaman algısının yok olduğu,sonsuz kadar bitimsiz gelen bu 'bir gün'de tanık olduğumuz onca yaşanmışlıktan bir tanesi var ki,unutulmaz.her angelopoulos yapıtının izleyenin hafızasında bıraktığı,kelimelerle tarifi zor görüntüler kalır ya,işte onlardan.tıpkı ulis'in bakışı'nda geçirilen bir döneme yakılan ağıtın sembolü diyebileceğimiz, köstence limanı'ndan şilebe yüklenen görkemli lenin heykelinin nehir üzerinde taşınma sahnesi,leyleğin geciken adımı'ndaki sınırları aşan düğün sekansı,puslu manzaralar'da denizden devasa taş elin çıkarıldığı sahne gibi sonsuzluk ve bir gün'de de seyri anında kendinden gayrısının etkisini silip süpüren bir otobüs sahnesi mevcut,unutulmayan cinsinden.abd'ye giden bir gemiye kaçak yoldan binecek arnavut çocuğun,ona"benimle kal gemi kalkana kadar, iki saat." diyen alexander'la bindiği belediye otobüsündeki iki saatlik yolculukları durgunluktan nasıl da böylesine büyüleyici bir şiir çıktığının afallığıyla esrik bir seyre dizer izleyeni.bir şair,bir mülteci,arka planda para hesabı derdine düşmüş biletçi,koltukta eylem yorgunluğundan uyuyakalmış kızıl bayraklı genç bir adam,dışarıda gecenin siyahlığında sarı yağmurluklarıyla göz alan ve otobüsle aynı yönde seyreden üç bisikletli ile yalnız görüntülerin konuştuğu bir sahne.tabi bir ara sessizliğe tuhaf bir harmoniyle sokularak,otobüste mini bir konser icra eden müzisyenlerin çıkardığı tınılar söz alana dek.'iki saat' süresinde olduğunu hiç hissettirmeyen bir yolculuk,zaman algısının yok oluşunun en keskinleştiği sahne sanki...bir durakta otobüse atlayıveren şair solomos'a alexander'ın sorduğu soruya rağmen: "söyle bana,yarın ne kadar sürecek?"

yanıtı veren solomos değil; anna.bugün sorulan belki yinelenen soru aslında geçmişte yanıt bulmuş:
-söylesene anna,yarın ne kadar sürecek?
-sonsuzluk ve bir gün kadar.
-duyamadım?
-sonsuzluk ve bir gün kadar.

varlığı tehlikede bir yarın,olacaksa da 'bir gün' olacak nihayetinde o da; ama en az içinde bulunulan an kadar da sonsuzluk vaat edecek.

(spoiler: alexander'ın hikayesi kimi izleyenleri bazı yönlerden tatmin etmese de onu tatmin ettiği kesin bir sonla nihayete eriyor.yanıt bulunuyor,karar veriliyor."hastaneye yatmayacağım anna." diyor,geçmişteki o günün yine içinde buluvermişken kendini.)

"normal sonun reddi." diyor buna angelopoulos.biz de yarını alıp almayacağı belirsiz olan muammalı ölümü selamlama diyelim.yitimi muhtemel yarınla ise bağları koparmama.hem ne diyor alexander: "meçhul kişi bana aynı müzikle cevap verecek ve her zaman iyi birileri olacak bana kelimeler satan."

şiirsel plan sekansları,eleni karaindrou elinden çıkma tılsımlı müziği,masalsı hüznü,asla güneşli yüzünü göstermeyen grimsi yunanistan'ı ve arayış içindeki baş karakteriyle (eksik kelimeleri ve sorusunun yanıtını arayan alexander'dan farksızdır diğer angelopoulos karakterleri de.kimileri tanımadıkları babalarını *(*puslu manzaralar),kimileri sırra kadem basmış bir politikacıyı *(*leyleğin geciken adımı ),kimileriyse manakis kardeşlerin kayıp film rulolarını arar *(*ulis'in bakışı).), angelopoulos filmlerinin belirgin tüm niteliklerini ihtiva eden bir film,yine bir usta şaheseri sonsuzluk ve bir gün.tüm bunların ötesinde filmin kanımca en dikkate değer tarafı yönetmenin en kişisel filmi olması.bir yapıtın sanatçının bakış ve anlayışından nasiplenmemesi mümkün değil elbet.ancak işbu filmin ortaya çıkış sürecinde angelopoulos'un yaşadıkları ve bu yaşantıların onu sevk ettiği düşüncelerin baş etmen olduğu da bir gerçek.zira yetmişine merdiven dayamasıyla ölüm düşüncesinin kaçınılmaz olarak aklında yer ettiği,yakın dostlarını kaybettiği bir dönemde filmin ilhamının ortaya çıktığını angelopoulos da doğrulamıştır.yönetmenin deneyimleri ve görüşü üzerinden şekillenen bir film olan sonsuzluk ve bir gün için bir bakıma birinci şahıs filmi demek yanlış olmaz sanıyorum.

daha fazla söze gerek yok,varsa da eksik kalsın.şiir gibi film işte.yersiz ayrıntılar (misal filmin 1998'de cannes'da palme d'or u kazanmış olması gibi...) laf kalabalığından başka bir şeye mahal vermeyeceğinden, ki bu da her detayı itinayla işlenmiş bir angelopoulos filmine dair bir yazıda olması lazım gelen son şey olduğundan,filmden buraya cuk oturacak bir replikle kapanışı yapmanın vaktidir:

"her şey ana hatları içinde kalmalı.kelimeler itinayla seçilmeli..."