ölüm ve mezarlıkla ilk tanışıklığım dedemin vefatı nedeniyle olmuştu. ilkokula yeni başlamıştım, ufacıktım. evdeki ağlama seslerinin dua seslerine karıştığı, herkesin kırmızı gözlerle gezdiği iki günün ardından annem elimden tutup 'hadi dedene gidiyoruz' demişti. şaşırmıştım. daha iki gün önce 'anne dedem nerede' diye sorduğumda, 'deden öldü artık onu göremeyeceksin' diyen yine annem değil miydi. yine de bunu o anda anneme sormamı bir şey engelledi ve sustum. annemin elini sıkı sıkıya tutarak yola koyulduk. çok büyük bir kapı ve ardında bol ağaçlı bir alan karşıladı bizi. kapıdan içeriye adım attığımda sanki buz gibi bir hava yaladı yüzümü. oysa temmuz ayının en sıcak günlerinden birindeydik ama mezarlık buz gibiydi.

yavaş yavaş yürüdük dedemin mezarına doğru. ilk gözüme çarpan her yerin tertemiz olduğuydu. sağlı sollu mezarların üstü çiçek bahçesi gibiydi. her mezarın başında dikili olan mermer mezar taşları olmasa çiçek bahçesine girdiğimi düşünebilirdim. mermerin beyazlığı mezarların kara toprağına inat göze çarpıyordu. bazı mezarlar ufacıktı. anneme nedenini sormak için döndüğümde dudaklarının kıpırdadığını ve gözlerinden süzülen yaşları görünce vazgeçtim. ileride anlayacaktım ölümün yaşa bakmadığını ve o ufacık mezarların çocuklara ait olduğunu. dedemin mezarına ulaştığımızda annem elindeki dua kitabını açarak dua okumaya başladı. benim elime bir testi tutuşturup çeşmeye gönderdiler. suyun ne işe yarayacağını anlamamıştım oysa. testiyi doldurup geldiğimde annem kitabını kapatmış ellerini açmış dua ediyordu. duası bittiğinde elimdeki testiyi alarak mezar taşı tarafından başlayarak ayak ucuna doğru su ile toprağı suladı ve en sonunda bir tasa su doldurarak mezarın ayak ucuna bıraktı. merakım korkuma baskın geldiği için artık dayanamayarak sordum;
- anne bu tastaki su ne işe yarayacak?'
+ o su kuşlar için annecim. kuşlar gelip o tastan su içtiklerinde deden için dua edecekler.
işte o anda ağaçlardaki kuşları ve seslerini fark ettim. oysa o dakikaya kadar duyduğum tek ses rüzgarın sesiydi. mezarlıkta bir süre daha kaldık. annem diğer akrabaların mezarlarını ziyaret etti ve dualar okudu. çocuk zihnimde o günden geriye kalan tek şey temmuz sıcağına rağmen mezarlığın soğukluğu ve kuş sesleri oldu.

o günden sonra çok defalar gittim mezarlığa. fark ettim ki sevdiklerinizi emanete bırakır misali bıraktıkça mezara, mezarlıklardan korkmamaya başlıyorsunuz. ikinci adresiniz olmaya başlıyor mezarlıklar her kaybettiğinizle birlikte.
geçen gün, eğer boğularak ya da yanarak ölmezsem cesedimin kıyamete kadar gömülü kalacağı yere 'babamın memleketindeki mezarlığa' gittim. bizim rahmetli akrabalara okudum, üfledim. sonra içimi yokladım. hala yasını tuttuğum kimse kalmamış. çöktüğüm yerden doğruldum. abime sesleneceğim gidelim diye. ama pragmatik insan mezarlıkların üstündeki otla çiçekle haşır neşir. koparıyor, yüzüne yaklaştırıyor, kokluyor. güneş arkasında ve batmak üzere. abim bir silüet olarak görünüyor. netleme yaptım, deklanşöre bastım. beynimde taşınamayanlar klasörüne yeni bir fotoğraf ekledim. eminim onun mezarının başında bu fotoğrafı hatırlayıp zırıl zırıl ağlayacağım. (burada. bilmem kaç yıl sonra. ve tabii sırayla ölürsek.) saçma bir düşünce!

o anda içimi bir kasvet kapladı. mezarlığa akşamüstü gidilmez diyen aile büyüğünü dinlemediğim için kendime bir aferin çektim. öyle ya burada daha fazlası olmalı.

'kendine bir fatiha okusana.'

akşamüstü bir mezarlık dekorunda, hayatla ne alıp veremediğini bulamamış bir insan olarak aklıma ilk gelen oyunu sahnelemeye başladım: nereye gömülürüm? dedeciğimin üst başında boş yerler var. bu saatte defin olur mu? olabilir. mezarlığın kapısından tabut taşıyan bir kafile giriyor. yeni kazılmış mezarın başında duruyorlar. rutubetli toprak kokusu. tabut açılıyor. beyaz beze sarılı kütle toprağa atıveriliyor. ilk kürek savruluyor. kefene çarpan toprak sesi. ilk ve son kürek arasındaki bitmeyesi zaman. ilahi kelam mırıltısı. ağlayanlar, oflayanlar. ufuk kızarmış. yarın hava güzel olacak. ama benim yarınım yok. üşüdüm. başımı çevirip abime baktım. biz ölüleri ziyarete gelmiş iki ölümlüyüz ve hala canlıyız.

dedemin toprağından bir avuç alıp yüzüme bastırdım. karanlık ve toprak kokusu beni tekrar düşüme döndürdü. 'senin derdin ne?' diye sormanıza şaşırmıyorum. neyse, o anda garip birşey oldu. ağlamaya başladım. ağlıyordum çünkü içim acıma duygusuyla dolmuştu. neye acıyordum? kendime sanırım... bu ölmüş halim çok acınasıydı. ruhu uçmuş beden mutlak bir yalnızlığa mahkumdu. ruhumla gitmek daha mantıklı. ama bedenimi yalnız bırakamıyorum. arafta bile değilim. sonra arkamda bıraktığım dünya... her şey bensiz. umurlarında mı acaba! seslensem duyan olmayacak. bu ölü halimle yapılan herşey arkamdan olacak. tüm kötülükler beni sırtımdan vuracak, tüm iyilikler de 'ölüp badem gözlü olan köre' yapılacak.

ölüm, dünyadaki varlığımı anlamsız ve acınası kılıyordu.

birkaç dakikalık bu düşten abimin sesiyle uyandım.

- dedeme mi ağlıyorsun sulugöz?
- yok kendime!
- hahah! o gün de gelecek. ama arkandan ağlayan olur mu bilmem.
- endişelenme ağlayası gelmiş birileri çıkar elbet.

bu yazının bir sonuç paragrafı olmalı. 'mezarlıklar...' diye başlayan bir cümle kurmalıyım. sanırım bu: mezarlıklar bir çoğumuzun zihninde bir ölüm trajedisi sembolü. oysa orada daha fazlası var. ama inanın ne olduğunu bilmiyorum.

babamın memleketinden selamlar.