kovayı çekti kuyudan, çıkrığın ağırlığının birden arttığı anda farketti, sabah güneşinin vurduğu karşı penceredeki bir çift gözü. fark etmemesi yeğdi, kafasını eğdi. neden orada olduğunu düşündü, kovadaki suyu testiye aktarırken hafifçe eğilip yakasını kapattı dirseğiyle. testiyi omuzlayacaktı aslında, rahat taşırdı, ama gözler, anatominin ayrıntılarına takılmayacak kadar dikkatliydi, utandı, sağ eline aldı testisini. sağa doğru eğik, soldan kalçası epey bükük, küçük olduklarından hızlı görünür adımlarla yürüdü. başının arkasında gözleri hissetti, telaşlanmadı, saçlarında gezindi gözler, beline indi, daha aşağılarda el çabukluğuyla bir işler çevirdi. bunu bütün gün düşünecekti, nedenlerini, nasıllarını, varacaklarını...
avlu kapısını içerden sürgülemişti, boştaki sol elini uzatıp açmayı denedi, eskimiş yuva yerden biraz yüksek kaldığı için tutuktu. çaresiz yere koydu testiyi, kapıyı kaldırdı yukarı doğru sol eliyle sağ eliyle çekti sürgüyü. kapıdan ilk girdiği vakte gitti aklı, at üstünde, bütün bakışlar kendisine takılı, biraz korkulu çok heyecanlı. kuyunun orda çevirmişti delikanlılar önlerini. bilindik tekerlemeleri söylemişti başlarındaki ve şart koşmuşlardı. düğüncüler neşeli, düğün sahipleri yorgun ve giderek daha cimri. sıkı pazarlık olmuştu, epey düşürmüşlerdi düğün sahipleri rakıların sayısını, delikanlılar bira da istediler, kayınpederi uzun uğraştan sonra onu da kabul etti, atın üstünde taze gelini ancak o vakit salıverdiler. bu kapıdan girmişti işte, kapı yine böyle düşük müydü o vakit, yoksa sonradan mı bu hale gelmişti, hatırlayamadı.
avluyu geçerken omzuna attı testiyi, içeri girdi, gözlerin de içeri girdiğini farkedip tedirgin oldu. gözler ne istiyordu, bir yangını bastırmak mı? başka ne istenirdi ki bir duldan. bunun bir çaresine bakacaktı, istiyor muydu? istediği sorulur muydu dula. yatsıdan sonra yine gidecekti kuyubaşına ve ne diyecekse desin, bir yer bir zaman, bu işler kaç göç, kaynanasından yiyeceği dayak, her şey aynı kalacaktı. hiç mutlu olamamıştı zaten, 16sında gelin 18inde dul, iki ihtiyar, 60 dönüm tarla, 80 küçükbaş ve 6 yaşında hala altı temizlenen bir oğul.
aklına düştü, dönüp baktı ocağın yanında uyuyan oğluna, eli inmiş aşağılara, demek uyandırıp işetmesi lazım, başı düşmüş omzuna, omzunda hala duruyor anneannesinin taktığı nazar boncuğu. bir mavi, bir yalan, bir özlem... yatsıdan sonra mavi oyalı çemberini bağlasın, belki sadece gönül eğlendirmek değildir.

****

koşarak inmişti iskeleye. bu kadar uyuyacak ne vardı sanki, uykusuz gecelerini artık azaltmalıydı, yaşamına bir çeki düzen... çok sıcaktı, koşmanın verdiği ısı durunca hissettiriyor kendini, bekleme salonu tıka basa, dışarıda mı bekleseydi. kararsızlık içinde, yanına yanaşan delikanlı elinde bir dosya ve kalem nazikçe sokulup iyi günler diledi. delikanlının tişörtündeki greenpeace yazısı kendisi yerine karar verdi, özür dileyen bir el hareketiyle bekleme salonuna girdi.
sıcağın rehavet verdiğini söylerler, ne koca yalan. bir an önce burdan çıkmak istiyordu halbuki, kapı açılsa, hemen atsa kendini vapura, biraz esinti. fakat sıcak rehavet vermişti vapura, haydarpaşa'yı geride bıraktığı sevgilisi yerine koyan koca külhan, ağır ve sevdalı yanaşıyordu işte. omzu ceketine düşmüş, adımlarını zeybek oynar gibi atan, bu kart zampara, her kıza biraz çapkın alıcı bakıyordu. ne tuhaftı düşündüğü, halbuki diğer dillerde gemiler hep dişidir. ortaokulda ingilizce dersinin zorunlu kitabıydı titanic, orada farketmişti bunu she diye anlatıp duruyordu. oysa bütün istanbullu çocuklar gibi o vapurların üstünde büyük paşaların adlarını okuyordu, heceleri ilk söktüğü zamandan beri.
halatı attılar, kapı açıldı, bir üşüşme, torpilli sıralar... sıcağın tükettiği nefesinin izin verdiği kadar son bir gayretle kendini salonun dışına attı, artık acelesi yoktu. millet koştura dursun vapurun en torpilli yeri sıradaki son oturaktı. sürekli konuşan, yorulmadan konuşan 3 gencin tam yanına oturdu. heyecanlı bir şeylerdi konuştukları, tipleri öğrenciye benziyordu, biri yeni çıkan sakalını sıvazladı, önemli bir buluş yapacaktı, sanki bulunacak bir şey kalmış gibi. gayri ihtiyari eğdi kulağını "apolitik labarba" dedi sakalını sıvazlayan, sakal da değil çenede biraz tüy işte, çok gizemli bir şeyi söylemiş bir ihtiyar gibi denize baktı, diğerleri ilgiyle ona baktılar "robi buna apolitik labarba denmeli".
elinde tepsisiyle çaycı yaklaşmasıydı daha dinleyecekti, ama evden çıkarken yanına su almayı unutan ve geceden kalan herkesin yapacağı gibi asıl ilgisini çaycıya verdi soğuk bir su istedi. gençler ne rahatlardı, konuşacak bir şeyler, "apolitik labarba" ne garip şeyler buluyorlar. öğrencilik güzel şeydi işte. saatini kontrol etti, geç kalacaktı, iş görüşmesine geç kalan birisinin herhalde şansı yoktu, oktay olsa kesin nasılsa geç kaldığını söyler gitmezdi. sorumsuzluklarına hep kılıf bulurdu zaten, ne güzel gülerdi. annesini almayı unutmuştu, yarabbi, kadıncağızı harem'de, otogarda unutmuştu, sınavlara girmeyi unuttuğu olurdu, hep unuturdu işte. ne okulu bitirebilirdi, ne iş bulabilirdi bu kafayla, onun adına üzülecek oldu, sonra bütün hışmı geri döndü, kendisini bu şekilde...
su şişesinin kıvırmıştı sinirle, ses dikkatini çekmiş olacak en köşedeki uzun saçlı dönüp baktı, önce şişeye sonra yüzüne ya da sıra farklı da olabilirdi, baktı işte ne farkeder. bir anlam veremeyip bıraktı bakmayı uzun saçlı, anlam veremezdi tabii, hem erkek hem rahat, nesini anlayabilir bunca yaşanılanın. görüşmeye yetişmek, olacak iş değil, karşının da karşısında abuk bir iş işte. her gün gidemez bu yolu, evi değiştiremez, üstelik geç kalacak, elini çantasına atıp sigarasını aradı. o anda aklına geldi sigara yasağı, vazgeçti, ortadaki gencin içtiği sigaranın dumanı üstüne geliyordu. hiç gerek yok hiç gerek yoktu, kendine telkini işe yaramadı, sertçe döndü:
- afedersiniz!
- ...
- siz bayım, robi dedikleri evet, o sigarayı söndürür müsünüz?
- ...
- bakın orada yazıyor, yasaklandı.
- ...
- bizi zehirlemeye ne hakkınız var, nasıl bu kadar rahat olabiliyorsunuz.
- he?
- lütfen ama hala içiyorsunuz.
- atayum.

delikanlı sigarayı vapurun küpeştesinde söndürdü, izmariti cebine koydu. çok rahat bir şekilde konuşmalarına döndüler. "labarba işte" dedi uzun saçlı olan, buna daha da sinirlendi, zaten kendisine cevap bile vermemiştiler. hayat onlara aitti de kendisi buraların külkedisiydi. elini çantasına attı yeniden. vapur yanaşır yanaşmaz kendini dışarı attı, arkasından gelen kalabalığı umursamadan sigarasına davrandı, yaktı. gençler tam arkasındaydılar, zaten geç kalmış olmanın verdiği rahatlıkla telaşsız yürüdü, gençler şaşmıştılar. şimdi taksim'e çıkıp bir bira içecekti, ne komik çocuklardı, kimbilir kendisine ne ad vereceklerdi, herhalde "hubarba" falan derlerdi.
gençler iskelede durdular, konuşmayı kesip denize baktılar, üçü bir ve üçü apayrı. kadın, taksim dolmuşlarına giderken, denizi arkasında unuttu, halbuki deniz büyük kurtuluşunun tek umuduydu, mavi, uçsuz, mavi.

***

bütün işler bitti bitecek, gözündeki uykuyu sildi yorgun eliyle. daha bir eğildi klavyeye, son satırlar, bu raporla ne dünyalar kurtarılır. raporla kurtarılmıyor da rapora ayırdığı vakitle...
eve gidince çamaşırları çıkarmalıydı makinadan, iki gün oldu, çürümüşlerdir kesin. çıkarmadan tekrar yıkasa, annesini de aramadı. son satırlar artık, sağ eli kendisinden bağımsız giriyor rakamları, ekranı okuyamıyor sol gözü, bir gözünü kapattı. gözcüye gitmeli, numara iyice ilerliyor, haftaya kalacak ama. yarın uyuyabilseydi keşke biraz, hayır daha bunlar kontrol edilecek, dosyalanacak, başka kimse yok mu bu işyerinde?
son rakamı da girdi, sanki o an vücudundaki son enerjiyi harcadı, yığılıp kaldı koltuğa. eve gitmek için acelesi vardı, bir an önce kaydedip makineyi kapatıp... bir baksa mı facebook'a, belki yorum giren olmuştur. koltuktan doğruldu yapabildiği kadar, fareye attı elini, klavyeye dokunmak bile istemiyordu. son fotoğraflarına birkaç yorum, bir arkadaşlık isteği, kim bu, yakışıklı da. farkına bile varmadan ayakkabıları aradı ayakları, bu yorgunlukla nasıl zorlayacaktı topuklar. msn'i de açsa mı, nasıl olsa kimse yoktur şimdi bakan, hem o kadar saat aralıksız çalıştı, kimse bir şey demezdi, açtı. çevrimdışıyken yazılanlar geldi arka arkaya, kim seni engellemiş görmek için... mümkün mü bu, ne zamandır çevrimiçi denk gelmiyordu ali'ye, engellemiş midir acaba. bağlantıyı açtı, dosyayı indirdi. uygulamanın çalışması için bilgisayarını yeniden başlattı, meraktan içi içi yiyordu. siyah fonda beyaz yazılar, yıllardır görür bunları ne olduklarını hala bilmez, ne tuhaf hiç okumaması. e hadi ama, çok yavaş açılıyordu.
sonra bir ekran çıktı aniden karşısına, "bafflatılamadı diyor", ne diyor? ekran maviydi.
haksızlık bu. kurallara aykırı. bakışlarınızı çevirirken bir cümle bırakamazsınız mavi gözlerinizin izine. neden gelemediğimi nasıl anlatayım size. o zamanlar her şey farklıydı. yataydı günler. işaret parmaklarım hariç bütün kaslarım boşalmıştı. kim olduğunu anlamadığım birileri gelip gidiyordu. suratları zihnimde canlandırmakta zorlanıyordum. konuşmuyor mırıldanıyordum o sıralar. bana hiçbir şey söylenmiyormuş gibi geliyordu. beni suçlamayın, bana dokunduğunuzu çok sonra fark ettim. yorgundum. ağzım açık bakışlarım dalgındı. şişeler çoğalıyordu ve bir yumuşaklık arıyordum hayatımda. kendisine doğru adım attığımda kaybolan bir hayalet vardı. melekler korosu sesleniyordu arkamdan. bir tel gerildiğinde bir ok fırlıyordu içimden. ritimsiz bir davul çalınıyordu kalbimde. çekici hiçbir yanı yoktu o günlerin. bir melodiye yakışmak istiyordum. parçalanıp bir kaç notaya dönüşseydim. havaya karışsaydım keşke. o sıralar bakışlarım buldukları ilk rahat köşeye yatardı. bir dalganın gelip yıkmasını beklerdim herşeyi. dalgalara yatardım mecburen, gözlerim için rahattı. siz gözlerinizi kapattığınızda karanlıkta süzülürdüm. yakılmış bir fitildi zamanım. kalbimdeki ritimsiz davul bir sirk trompetiydi. bir cümle kurabilmek için sayfalarca yazardım. bir nokta koymak isterdim cümlelerin sonuna, noktalar yumuşaktı. yatağa bırakıyordu her saniye kendisini. uykum geliyordu. yataydı o günler. haksızlık bu , kurallara aykırı. bakışlarınızı çevirirken bir cümle bırakamazsınız mavi gözlerinizin izine. nasıl anlatayım size o günleri. penceremden bakardım. asfalttan bir çöl olmuşt sanki dünya. sağ elimle sol elimi tutardım.