birazdan azıcık fazla dalgacı mahmut havam var, ben de farkındayım. hatta deniz yırtılsa elimde tuzla koşarım da bazen de bir boşluk hissi içinde kayboluyorum; herkes gibi mi acaba? herkes nasıldır, nasıl yaşar, ne düşünür, galata kulesinin 47 yıllık olduğunu sanar ya da sadece daha iyi bir ev mi hayal eder? biliyorum, bazılarınız benim gibidir, daha iyi bir yerli sinema beklentisi içinde 10 yıl sonra nerede yaşayacaklarını düşünmeyenleriniz vardır. zaten bizim gibiler ne vakit kolayından plan yapmaya kalksalar göt üstü otururlar.

derdime döneceğim de filmin etkisi altında o kadar dağınıklaştım ki. evet kurgu yapalım:

giriş:
- gene kafam çok bozuk bir süredir, aşka bağlayanınız olacaktır, alakası yok, zaten onun varlığından da şüpheliyim.
- kiminiz biliyor, kafam çok bozuk olduğunda benden bir bok olmayacağı düşüncesine sadece saplanıp kalmam, bunu yürekten diler hale gelirim. öyle de.
- ama bir bok olmuşların parodilerine de gülmek isterim.
- böyle birkaç haftalık depresif zamanlarda ben birikmiş yerli filmleri izlerim, bazen yazdığım da olur.

gelişmeye yakın giriş:
- yerli film çekenlere sormak isterim bazı şeyler: neden?
- amına koyim, çoğunuzun parası var, akşam taksim'e çıkabilirsiniz mesela; çoğunuzun işi de var, sikindirik ve spekülatif ajans işleri falan yürütürsünüz; ve sorsan çoğunuzun inancı da yok, dünya sikinize, minare elin proleterlerinin götüne, yaşayıp gidiyorsunuz.
- neden, bu gayet yolunda giden hayatınız nerenize batıyor da film çekiyorsunuz, bok mu var amına koyim?
- kötü film çekmek için bir sebep olmalı ya, ben bir türlü çözemiyorum: galiba "sen her şeyi başarabilirsin" diye şişirilmiş kişiliklerin hiçlikle imtihanı bu, kazanan hiçlik +1!

gelişme:

- köprüdekiler iyi film, çok iyi film!
- şaka yapmıyorum öyle, eldeki malzemenin kıvamı harika, oyunculuklar o kadar yerli yerinde ve kurgu o derece kasıntısız ki son yılların en iyi filmi olabilir.
- devrimden sonra'yı izlemeye korkuyorum, o kadar bıktım bu kötü film çekme yarışından. onun ne olduğunu bilmiyorum, ama köprüdekiler kesinlikle politik sinema atağı olabilir.
- politik sinema adına türlü cambazlıklarla 12 eylül gösterenlere, başımıza lenin kesilenlere ve anlamsız etnisiteler arası aşk şakıyıcılarına inat, köprüdekiler, politik sinemanın yeni yüzyıldaki prototipi olabilir. ve neyseki köprüdekiler'den her şey olsa bile bir prototip çıkmaz, neyseki!
- ayrıca filmi, milliyetçi temaların kullanımıyla, hikayesizlikle, özensizlikle falan eleştirenler; evladım, nasıl izliyorsunuz lan filmi. festival filmine gidek de entel karı düşürürükçüler sizi, milliyetçiliğin has damarı sizsiniz len lümpenler!

gelişme hikayeler:

- hiçbir hikaye yok, hakikaten yok. tabii biz izleyici olarak alışmışız, her gerilim durgunluğu içeren sahnede hikayeye girilecek diye bekliyoruz. aha şimdi, araba çarpacak, aha sürgün yiyecek, aha karıya tecavüz edecekler, aha vuracaklar taşı herifin kafaya falan diye diye, ilk izleyişte kendimizi harap ediyoruz.
- tabii izlenilmiş en sıradan insanların sineması amores perros olunca -ya da hatta ken loach bile olsa- parçaların biraraya geleceği, hiç değilse götlerinin birbirine değeceği olaylar bekliyoruz. yok ama, ve güzeli gerek de yok. çünkü olay yok bu insanların yaşamında.
- üç karakter ve yanlarındakiler var. herbiri kendi dünyası içinde son derece gerçek, tek bir yapmacık konuşma yok, sanki bütün çekimler görünmez kameralarla gerçek kişilerin dünyasında yapılmış.
- üç karakter, ikişerli olarak toplamda üç kere temas ederler:
* 29 ekim gündüz, tören sırasında polis görevlidir, kuştepe piçleri, töreni izler. her an birbirlerine dokunacaklar, ne bileyim polis onları bulup kovacak gibi bir his uyanır ama böyle olmaz. çok uzak duygularla ve çok yakın birer bilinçle oradadırlar. kuştepe'nin piçleri koroya "hepsi aynı yapıyo' olm bunlar" ya da liseli kızlara, "kız ayşe, neyşin var orda senin?" derlerken hangi vazife başındalarsa, polis o kadar saçma ve konuşmadan vazife başındadır. alakaları yoktur, ama aynı mekanda olmalarının çok basit bir kuralı vardır: hayat işte.
* 29 ekim akşam: havai fişekler atılırken, kuştepeliler ve dolmuşçu ve karısı sahildedir. sahnenin sonu özetler, 5 dakika şu sıkıntılardan kurtulalım dedik, ama havai fişekler avarelik sıkıntısını açığa çıkarır sadece kuştepeliler'de.
* polis, köprüde çiçek satanları uzaklaştırır. bunu öyle kaba bir şekilde de yapmaz, doğal, basit, binlerce kere olduğu kadar olması gerektiği gibi. ve ama ondan önce polisin durdurduğu arabadaki şımarık (bunu parodileştirmiyor neyseki) kadın vardır, sicil numaralarını soran. işte orada üç sınıfın uçurumları görünür. ama bilindik şekilde çekilmez, bilmemkimin karısına sinirlenen polisin çiçekçi çingenlerden intikam alması falan değil, gayet sıradan ve farkedilmeyecek kadar gerçek bir bilinçsizlikle tekrarlanır olaylar. üzgünüm: sosyal sınıflar, alman yahudilerinin göğüsleri üzerinde taşıdıkları sarı yıldızlar gibi taşınmaz gerçek hayatta. ve teoride olduğu gibi yer almaz insanlar sınıflarının safında.
- sınıf atlama düşleri böyle mi kolay ve gerçek anlatılır: çiçekçi çingenin kese kağıdı katlayan tezgahtarlara bakışı ve cemile'nin bütün varlığı. birbirinin kuyusunu kazan iki düşmüş sınıftan insanlar bunlar. tezgaha iştahla bakmak (camekan bazen) the kid'den beri hep bir klişedir, karakter, sahip olamayacağı şeyi görür tezgahta. ve bizim çingene tezgaha bakarken arkasında çalışanlara özenir sadece, onu camekandaki ilgilendirmez. cemile, ayakkabılara bakar, çünkü bir işi vardır, evlidir, kocası çalışmaktadır, kocası içip içip onu dövmez, düzenleri vardır ve öyle ya da böyle geçinebilmektedirler. öyleyse sıra ayakkabıda. polis, sınıfı atlamıştır, gariban köyünden polis olmak ve istanbul'un kızlarına asılmak... ama sınıfının damgasını taşır msn'den randevulaştığı kızlarla her buluştuğunda, halbuki gözleri de yeşilken. ve cevap veremez okumuş pkk sempatizanına, bütün güvensizliğini almıştır köylülüğün, boğaz kıyısında otururken bile.

gelişme -kurgu, teknik, çekim-

- birkaç mekan içi çekim dışında sabit kamera yok. omuz kamerası kendi hareketliliği ile iki algı oluşturuyor, amatör ya da umursamaz izleyici için belgesel havası, biraz daha iyisi için epik yöntem. ilk kitle için sonucunda farkındalık yaratmasa bile ciddi bir geleneğe saldırı, ikinci kitle için farkındalık yaratsa bile ciddi bir geleneğe saldırı.
- kameranın yazık ki kalitesi biraz düşük, keşke onunla bu kadar yakın çekim denenmeseydi. belki bu düzeydeki bir kamerayla köprü manzarası çekmek de delilik gibi görünebilir, üstelik yakın zamanın bütün yerli filmleri muhteşem istanbul manzaraları sunarken, ama sanıyorum tam da olması gereken bu. bu insanlar bebekten izlemiyorlar köprüyü çünkü ve belki onların baktığı yerden öyle görünüyordur. tek sıkıntı, kameranın gece çekimlerindeki başarısızlığı. aslında ilk izleyişte bayram gecesi ile köprüdeki gece sahnelerinin ayrı kameralardan çıktığı (film balistiği) izlenimine kapıldım, ama sanırım öyle değil. büyük ihtimalle çözünürlük de değil de ışık algısında sorun kameranın, bu durumda yine büyük ihtimalle sony kullanmışlardır (bir kere daha izlersem modeli de söyleyeceğim). keşke avrupa işi bir şeyle çekebilselermiş. gerçi bu da bir ruh katmamış değil ama belgesel algısını pekiştirmiş -istenenin bu olduğunu sanmam. kameranın en iyi yönü derinliğe hiç girmemiş olması, on yıldır derinlik derinlik çeke çeke ruhumuzu siktiler.
- sesler çok kötü! zaten doğal ses oldukları ve konuşmalarda da yapmacık hiç olmadığı için biraz sorun var, bir de kameranın mikrofonunu takviye etmeden çekince hepten dağılmış. işin garibi ses kurgusu ve miksajı yapanlar avrupalı bir de, yani acaba oryantalist post-modern avrupalı algısıyla bilerek mi salaş bırakmışlar sesleri? eğer öyleyse üzülürüm.
- kurgu geçişlerinde ciddi aksamalar var, çoğu inanılmaz kesinti hissi uyandırıyor. ama bu da filmin ruhunun bir parçası olabilir, ses etmeyeceğim.

gelişme, politik yön:
- politik sinema, hiç de grev yapan emekçileri çekmek zorunda değil. aslında politik sinema ancak zorunluluklar dışı olduğunda politik olabilir.
- bu filmi izleyip de milliyetçi bulanlar çok komikler, onlara beş doz devrimden sonra verelim, kendilerine gelemesinler. ilk kahvaltı sahnesindeki perişanlığın, duvardaki bayrakla tamamlanması mı milliyetçilik? hayatı bu kadar boktan karakterlerin şoven eylemlere katılımı mı? polisin milli takım forması mı, 29 ekim törenlerindeki liselilerin militarizmi mi? aksine bundan daha güçlü bir milliyetçilik eleştirisi olabilir mi?
- politik sinema adına hep yapılan gerçeklikte değil ancak teoride varolan bir sınıflandırmayı zorla sahneye sığdırma çabası: ezenler ve ezilenler... bu sınıflandırma teorik olarak doğru ama "teori gridir dostum, yemyeşildir hayatın ağacı"*(*goethe'den zırt pırt alıntılayan lenin). ezilenler yekpare değiller ki, işini beğenmeyenle, iş sahibi olamayan, ezenlere uşaklık ederken kendisini var etmeye çalışan... hayat bu kadar politikken neden zorlama bir sinemada bulsun kendini politika?
- peki politik sinema mutlaka bir umut sunmalı mı ya da bunu nasıl yapmalı? burada apaçık umutsuzluk var, her sahnede bu kişilikler için işlerin asla değişmeyeceğine vurgu var ve çekip gidemeyeceklerine de. bu bir umutsuzluk propagandası mı, yahut bir olay eşliğinde bu hayatlar değişseydi, film daha mı iyi olurdu? hayır işte burada ezilenler kümesi var, bu koşullarda onlar için bir şey değişmeyecek, onları ortaklaştıran şey değiştirememe durumları. bunun neresi mi umut? çeyrek bilet almak gibi değil elbet, bir biletin çeyreği olmak gibi düşünmelisiniz.
sonuç:
- acayip bir kesinlikle iki şey gösterilmiş: toplum ve toplumdışılık. bunu böyle yapabildiği ve hiç dağılmadan bitirebildiği için aslı özge'ye hayranlık duymamam imkansız.
- bir de keşke oyuncuları bulabilseydim. facebook'ta bile yok hiçbiri. sanki bu evrene bu film için illegalden gelmişler de işleri bitince dönüp çekip gitmişler. ayırımsız hepsinin muhteşem olması -elektronik dükkanındaki elemana kadar- biraz da yönetmenin başarısı. boşverin onur ünlü'nün sözlerini, bu kadroyu böyle oynatabilmekten yönetmene pay düşer.

final:
- izleyin bunu derim, derim de kime derim.

yazının planı tamamdır, bir ara vakit olunca bu planlama üzerinden detaylandırıp yazarım. ya da böyle filme böyle yazı uygun mu da mı düşer mi? bir ara bakarım.