sonra hiç bunlardan bahsetmemişler gibi, çocuk birden bire sorması gereken şeyi sordu:
"insanlar neden savaşıyorlar? şu televizyondaki savaşı diyorum mesela. amerikalılarla iranlılar neden savaşıyorlar?"
"amerikalılarla iraklılar savaşıyor bir kere."
"tamam. ne fark eder ki? onlar niye savaşıyor?"
"birbirlerine kızmışlardır her halde"
çocuk geçen gün bir çiçek meselesi yüzünden birbirlerine kızdıklarını hatırladı. çocuk koskoca arazideki tek laleyi kopartıp ona vermişti. kız ise bu yaptığının biraz aptalca bir şey olduğunu söylemişti. çocuk buna çok kızmıştı işte. yaptığı tek şey filmlerdeki gibi sevdiği kişiye çiçek vermekti. şimdi bir böylesine ufak bir kızışma yüzünden savaşmazlardı inşallah.
"savaş yüzünden kaç gündür susam sokağı'nı izleyemiyoruz."
"olsun. kediyi seviyoruz işte." dedi kız
"ben gidip bir daha bakacağım. belki savaş bitmiştir."
"peki. ben buradayım."
çocuk evine geri döndü. kafasını şöyle bir televizyona doğru uzattı.
"baba, savaş bugün biter mi?"
"bitmez."
çocuk, kızın yanına geri döndü. kız kediyle oynarken hala çok tatlı gözüküyordu.
"bitmiş mi?"
"hayır. babam bugün bitmez diyor." dedi çocuk büyük bir hayal kırıklığı içinde.
"elbet bir gün bitecek. kıyamete kadar savaşamazlar ya."
"o bitince belki başka bir savaş başlar."
"umarım başlamazlar" diye düşündü çocuk. bu gidişle savaş bittiğinde susam sokağı'nı izlemek istemeyecekleri kadar büyümüş olacaklardı.
sıkıcı, sıkıcı ve çok sıkıcısınız, bayan. siz ve sizin şu bitmek tükenmek bilmez farklılıklarınız, ayrıcalıklarınız ve kendinizi özel hissettiren kayıplarınız. en kötüsü de ne biliyor musunuz, bayan; yanılmıyorsunuz, tüm o dertlenmelerinizin bile bir ruhu yok. üstünüzde mağrur ve çakma bir ağırbaşlılık, sızlanmayı bile beceremiyorsunuz. ash nasıl söylerdi; adamakıllı isyan edecek cesaretiniz bile yok sizin. tanrı aşkına, kafanızı toprağa gömüp boğulmaya yakın çıkarmak istiyorum bazen.

kendisi açık olup da sahibi ortalarda olmayan bir pencereye saçmasapan olma özgürlüğüne sahip şeyler konuşmak gibi bir keyfim vardı, benimdi. bu gece koridorda oturup benimkine konuşan birini dinledim ilk defa, ne duyguydu ama. içinde benim de öldüğüm bir rüya görmüş. muhtemelen ceset olan ben, muhtemelen ceset olan babasıyla birlikte bir uçağın enkazı içinde kalmış ve bir denizin ortasında yanmışız. uyandıktan sonra bile kendimizi iyi hissedemediğimiz rüyalardanmış ama altı üstü bir rüya işte. hiçbir rüya yalnızca sahibine ait değildir. hem kim rüyalarından sorumlu olabilir ki?

bir kaç hafta önce bir gece, bayan, yaklaşık beş yıldan beri o kulübe her gittiğimde kendisini sahiplenip her çıktığımda unuttuğum bir çocuğa, allah ne verdiyse söylemek istedim durup dururken. ama felaket gürültülüydü, kendi iç sesimi bile duyamıyordum. kendisinden bir kalem isteyip bir market fişinin arkasına yazdığım "daha iyilerine layıksın ama belki yine de beni ararsın" içerikli notu tekrar geldiğinde kalemle birlikte eline tutuşturdum. kızlarla evin merdivenlerinde yuvarlanırken mesajı geldi; "kime layıkmışım ben :)" tanrı aşkına, hoşlanılan biri için ne bedbaht bir an. ve sizinle bir konuda hemfikiriz bayan, ne kadar tuhaf.

uzun zamandır hiçkimse, oturduğumuz masada renkten renge girerek yanan ve beni kendisine hayran eden lambaya, para üstünden eksik kalıp hiçbir çalışandan çıkmayan elli kuruş karşılığında el koyarak bana hediye eden tüko kadar kendimi değerli hissettirmemişti. arkadaş dediğin kız olacakmış. bazı şeyleri çok geç öğreniyorum.

ve bu yazı biz de bir nikahla kapatacağız bayan, kuş alan ash'e, adını kahramanlık yapınca alacak bir gelin getireceğiz. duvağı bile olacak ve düğünde beirut çalacağız, ne sanıyorsunuz.

pili biten bilgisayarımız tarihi her seferinde aynı yılın aynı zamanlarına geri döndüredursun, tamir ücreti kendi ederinden fazla tutan her şeye istenen rakamı düşünmeden verecek kadar, yeni olan her şeye direnecek ve eski olan her şeyin kıymetini bilecek kadar çocuğuz ve bu eylül'den her senekinden daha fazla umutluyuz. inat bu ya. aynı kitapları bilmem kaçıncı kez okuyor ve bir tek satırında bile sıkılmıyoruz.

ağustos geceleri insanı bir o yana bir bu yana düşen hacıyatmazlara çevirse de, vahşi dünyanın şiirsel sıkıntılarıyla baş edecek kadar güç toplamak için yerlerimize dağılalım, rica ederim. "ben bu gece kendi kendimin kum perisiyim. iyi geceler! iyi geceler sizi hepsi insanı çileden çıkartacak kadar iletişim yoksunu insanlar!"
çeşme'de bir yazlığın balkonuna kurulmuş öğrenci yemekleri yiyoruz, biri fransız sekiz yakın arkadaş. yani işte, makarna yapılmış, içine biraz sosis atılmış. halk plajından gelmişiz de, duş bile almadan yemeğe kurulmuşuz. işten izin almışım da o gün, aklıma ali geldi, bidon taşıyan emekçi çocuk. bitirdi mi acaba işleri?

dedim ki bizimkilere,

"şu sheraton'a helikopterle inen serdar ortaç ile bizim ali arasında ne fark lan. bana söyleyin."
"gene başladı" dedi kızlardan biri. yakından da yakındır. fena severim onu, sonradan edindiğin birşey gibi değil, baştan beri olan biri gibi. "çeşme'de bir yazlıkta yemek yiyen biri için çok manasız bir laf şimdi bu dediğin."
"iyi de, yediğim yemeğe bak. makarnayla, bir bağırsak dolusu nişastalı sosis."

aldı bir tartışma. ben yine anlatamadım. gerçekçi ol diyorlar. mümkün değil söylediklerin diyorlar. gerçekçiyim ve herşey o kadar mümkün ki anlatamam. anlatamıyorum da zaten.

henüz yakın arkadaşlarına anlatamadığın birşeyi nasıl getireceksin şu koskocaman ülkeye? o yüzden, sosyalist devrim bana çok uzak. hani daha annesini bile tanımadığınız çocuğunuza aşık olursunuz ya, öyle birşeydir devrim.
-sarılmayı icat eden ilk iki insana-

veya

-sonradan edindiğin birşey gibi değil, baştan beri olan biri gibi-

14 yaşında, elle tutulabilecek tek yeteneğimin yazı yazmak olduğunu, ama onun da çok müthiş bir yetenek olmadığını fark ettiğimden bu yana, çalmaya çalışmadığım müzik aleti, yapmaya çalışmadığım hokkabazlık numarası, denemediğim iskambil oyunu kalmadı. gerçek bir yeteneğimin olmasını ne çok isterdim. babamdan aferin alabileceğim bir yetenek mesela olsa iyi olurdu. babam zor aferin veren bir insan değildir. aksine, aferinler konusunda bonkördür. mesela sadece mandal almayı akıl ettiğim için bile aferin almışlığım vardır. babam cümlelerle resim yapılabileceğini daha önce görmüş; ama onlarla asla bale yapılamayacağını düşünen biridir. çok güzel bir yazıyla alamazsınız aferini, fakat plastik mandallar veya prospektüs okuyabilmeniz aferin almanız için yeterlidir.

annem, isyan etmeme bayılır. emniyet kemerimi taktığım sürece ama.

aslında böyle bir şeyler yazmamı benden bir arkadaşım istedi sayılır. o, tüm allah'ın gününü beraber geçirdiğim herkes gibi, bir şeyler yazdığımı bilir ama yazılarımı okumaz. yani yıllardır bir şeyler yazarım. ama onun hakkında bir şeyler yazmamıştım. bunun tek nedeni, aramızdaki cıvık ilişkinin yazıya dökülemeyecek kadar cıvık ve buna bağlı olarak dünya üstü ve mükemmel olmasıdır. kafaların karışmadığı veya çözümleyemediğimiz hiçbir şey yoktur. yani bir avuç kar alırsınız. sıkarsınız avucunuzda. uyguladığınız sıkma basıncı nedeni ile kar biraz erir. fakat eriyen kar suyu, kendi soğuğu nedeniyle tekrar o kar topunun etrafında donar. sert ve daha yoğun bir hal alır kar topu. anladınız mı? çok daha uzun anlatabilirdim bunu. üç yaşındaki bir penguene bile sorsanız, kesinlikle mezara kadar gidecek bir arkadaşlık olduğunu söyler bunun. öyle gözüküyor. sanırım doğaya karşı çıkarak bunun asla değişmemesini talep edeceğim sayın bayım.

benim düz bir mantığım var. bir kızdan hoşlanıp hoşlanmadığımı şöyle anlıyorum. gece yatağıma yattığımda o kızın şu anda kimin yanında olduğunu merak ediyorsam, bu yüzden lanet bir ayıklık geliyorsa ve hemen bir öykü çizittirivermiyorsam alakasız bile olsa, tamam, diyebiliriz ki o kızdan hoşlanıyorum. kıza da bir isim vermişsem mesela, vay anasını, aşığım demektir.

şu sıralar mışıl mışıl uyuyorum. umarım bunun ne kadar müthiş bir şey olduğunu anlatabilmişimdir.

bu yazıyı yazmamı istemesi şöyle oldu. bir yerlerde oturup bir şeyler içiyorduk. arkadaşın arkadaşının arkadaşları gelip, bizim sevgili olduğumuzu iddia ettiler. üstelik çok da yakışıyormuşuz birbirimize ki, asla anlamadığım bir söylemdir. insanlar duvar boyası ve oturma grubu değillerdir. birbirlerine hiçbir zaman yakışmazlar. neyse, genelde bir süre sonra yakın arkadaşlarına aşık olduğum bilinir ama bu kadar yakınına da olmam her halde. yani beyninin her kıvrımını biliyorum, bedeninin her kıvrımını bilmeme o kadar da gerek yok. onu da başkası bilsin.

sevgili olduğunuzu düşündüklerini söylediklerinde, tuhaf bir savunmaya geçiyor insanoğlu. yani neyi savunacağınızı da bilmiyorsunuz tam olarak. kötü bir şey söylemiyorlar. hırsız, alçak, faşist veya elit sanat düşkünü birinci nesil şehirli demiyorlar. ama yine de birbirinizi korumanız, onurlandırmanız gerekir böyle konularda, ama bu da fazla abartılmamalıdır. abartırsanız eğer, daha çok sevgili gibi gözükürsünüz. kardeş gibiyiz de diyemezsiniz, çünkü aslında kardeş değilsinizdir. üstelik o kardeş gibiyiz laflarını da, üniversite diplomanızı alırken öğrenci işlerine veriyorsunuz. ikimiz beraber, bir karar aldık, sevgili olduğumuzu düşünenlerin gelmiş geçmiş tüm embesillerden daha embesil olduklarını düşüneceğiz bundan böyle.

dediğim gibi bu yazıyı yazmamın nedeni, kafamı çok karıştırdığından değil. bizi sevgili sanıp gitmelerinden sonra, bana dönüp "bunun hakkında da bişeyler yazarsın şimdi" demesi sonucunda, evet, yazmaya değer bir şeyler gördüm bu olayda. içinde karşılıksız sevgi olan şeyler benim ilgi alanım. bu işte iyiyim, lanet zenci. başım ne zaman kızlarla derde girse, müşteri danışma hizmetleri gibi telefonun öte ucunda bulunan o kız. büyük facialardan sonra her seferinde koluma dokunarak, büyük laflar edemese de çok güzel gülümseyip bana her şeyin çok daha güzel olacağını söyleyen o kız. kendisi kabul etmiyor ama omzumdaki en güzel gözyaşları ona ait. kesinlikle belki, insanlara anlatılmayı hak ediyor bu kız.

"ağlamadım ki hiç omzunda"
"nasıl ağlamadın? dün gibi hatırlıyorum. hatta kafanı bir top gibi omzumda sektirmenin hayalini kuruyordum. maradona misali."