sadece yalnız kalmak istiyorum. gürültü patırtı istemiyorum. gereksiz tokalaşmalardan gereksiz merhabalardan, televizyonda gümbür gümbür yayınlanan temcit pilavlarından, sirk palyacosuna ya da maymuna daha çok eğlendirdikleri için kral yahut kraliçaya daha fazla değer vermelerinin gürültülerini istemiyorum.

şımarık çocukların ne pahasına olursa olsun arzularına ulaşmak için tepinmeleri misali ve her türlü musibetliği icra etmelerinin büyük versiyonuna ve bahanelere sığınıp daha doğrusu dravdan bahaneler icat edip kendilerini mazur gösterme çabalarından tek kelime tiksiniyorum.

bahaneye burdan tırnak açalım. bir çok var olmaktansa varlıklı olmayı seçen varlıklıklarını sürdürebilmek için binbirtürlü bel altı vurma atrasiyonları yapan insanlar vardır. bu insanların tek sermayesi kurnazlıktır. kurnazlıkları ay gibidir ama hakikat güneşi ortaya çıktığın öküzlüklerinden gayrı birşey kalmaz.

tok gözlü olmak bir erdemdir. bir şabalaklık değildir. üstüne yırtmak için uğraşanlara kendini kendilerine karşı kanıtlamaya çalışanlara söyle bir nanik yapılır. usul usul sizin için istikbal olan şeyler benim için mazidir sözü sarf edilir.

belki edilmez. sadece jest mimik hal tavır beyan edilir.

tabiki anlasılırşa ne ala anlaşılmazsa mualla pozisyonu olur.

zaten kim kimi tam manasıyla anlayabiliyor.

kim neyi tam manasıyla anlatabiliyor ki?

hadi tam manayı anlatmak bir kenara anlatmanın zekatını bile yapabildin mi bravo derler adama.

mesela siz hiç elveda dediniz mi birşeye?

insanlara değil. insanlara elveda demek yahut dememek kolaydır. elveda demek bir cesaret işidir elveda dememek ise isa'yı öpen yahudalıktır yani korkaklık.

korkak elveda zaman denilen mevhumu kullanarak becerilir. hayatın ritmine bırakırsın kendini ne ararsın ne sorarsın olur biter geçer gider. noktası konulmamış bir cümle gibi muğlaklığa terk edersin.

peki bir mekana elveda demek hemen hemen ömrünün büyük bir bölümünün geçtiği nereye gidersen git oraya geri döneceğin bir limandan vazgeçmek.

ben bunu yaptım.

vakit mütehayhil bir yaz öğlesiydi. güneş ensem boza pişiriyordu. gittim o mekana satılık daire afişini yapıştırdım camlara. sonra kapıcıyı dehleyip yek başıma kaldım.

binlerce anı gözümün önünde doldu taştı. üç sigara içtim üst üste ve bir daha göremeyeceğim odaları dolaştım.

eşyalara dokundum. dolapların kapılarını açtım kapattım. birden aklıma bir şeytanlık geldi. yahu dedim kendi kendime dedim kimsenin farkedemeyeceği birşeyleri yürütmem gerek ki hiç olmazsa bir hatıram olsun diye.

ne olabilir bu? sifresini nasıl olduda aklımda tutabildiğime şasırdığım bir çantayı açtım. evraklara baktım bir halt yok.

ama çantanın dibinden müthiş bir hatıra çıktı. kırmızı kaplı eski tip defter-i kebiri andıran eski bir nüfus cüzdanı. bunu lap dedim arka cebe indirdim.

sonra içki dolabına yürüdüm. yokluğu farkedilmeyecek ne var diye baktım bir şey bulamnadım. alt çekmesinde baktım. birşey yok. altındaki dolaba baktım bir yığın tespih. o tespihlerin içinden birini cebime kaydırdım.

eve son kez baktım. mor binliğin vefatından sonra morgda gördüğümde ki öüm gururlu adamları makasla keser dizesi - ki bu dize carl sandburg'undur- kelamı fonunda son kez baktım heryere. kapıyı çektim çıktım.

carl sandburg... duvarcının aşkıyla hissiyatımın tercümanı. kendimi öldürmeyi düşündüm, ben olup olacağım bir duvarcı, sen eczanesi olan bir adamı seven bir kadınsın diye, alıştım, umurumda değil; tuğlaları eskisinden daha düzgün diziyorum , vesaire vesaire...

herneyse homer simpsonla buluşmak için hareket ettim. kalamışta onu beklerken ördeklere bakıp çetin altan tadına girdim ve telefonla konuştum.

telefon konuşmam bayağı uzun sürdü.

oysa ben telefonla konuşmaktan o kadar nefret eden bir insan olmama rağmen bana iyi geldi.

düşünmeden hayatta en büyük rakibim hem yapabileceklerime engel olan hem bana muhtaç olan hem öfke duyduğum hem gıpta ettiğim her yarışta emsal gördüğüm insana telefon ettim.

yürüttüğüm şeyleri anlattım ona ve kendime tesbihi aldığım ona ise o kırmızı kaplı defter-i kebir aldığımı deklare ettim.

bana fırça atacak zannetim. ama atmadı. tamam dedi.

bir resmi makamın gözünde herhangibi zorunlu istastik rakamı olma işlemlerimin nasıl gittiğini sordu. bende anlattım vesaire üzerinde bile durmadı indirme işlemimim.

ama ben her zaman ki gibi hem yara hem de bıçak olan kişiye indirme işlemimin nedeni sarf ettim.

o nedeni şu cümleydi ' senin huyunu biliyorum kafanı attıracaklara o malum hıyartolar sana kurnazlık yapacaklar ve kafan atıp o namertlere mertlik yapacaksın bir çul almayacaksın. ben namertliği seçtim ve hiç olmazsa morbinlik ile kodumu oturtanın sende bir hatırası olmasını istedim. ve bu suretle onlar isteklerini ulaşamayacaklar'

bunu yine sukunetle karşıladı ve sağol dedi.

şimdi ben bunları nasıl tam manasıyla nalatabilirm ve anlaşılmayı bekleyebilirim?

bir yığın zırvadan başka birşey gelmez mi insana?

gelir.

işte o yüzden dolayı antlaşılmak isteiğini bir kenara atıyorum.

anlaşılsam ne yazar anlaşılmasam ne yazar?

ayteni markiz pastesinde rahmetli eden anlaşıldı mı?

gömleğinde aytenin damarlarında dolaşanın marifetiyle hasıl olmuş lekeden gayrı birşey kalmayan eser kalmayan ayten anlaşıldı mı?

yooo....

peki biz niye niçin anlaşılmak için kendimizi bu kadar yere çakıyoruz.

hadi bizi boş ver niçin gelmiş gelecek insanlar anlaşılmak için o kadar uğraşıyor?

uzun uzun açıklamalar kuramlar geliştiyoruz anlamak ve anlaşılmak için.

elde ne var?

kocaman hiç.

peki deli gönül durulmak isteyip artık yuvarlanan taş olmak istemediği vakit eline ne geçiyor?

yine kocaman hiç.

o hiçi alınsa bile kişinin elinden yokluğu farkedilmez ki.

çünkü sıfırdan sıfır çıksa bile elde kalır sıfır.

fonda ise joseph schmidt sesinden una furtiva lagrima.

her zaman ki adetim olan yazıyı şiirle bitiyorum. mikrofonlarımıza ümit yaşar oğuzcan'dan geliyor. elli yaş şiiri;

ne zaman baksam çevreme elli yıl sonra
hep aynı gürdüklerim; bir keşmekeş, bir bozuk düzen
bir lokma ekmek uğruna tükenmesi insanların
yaşamak ve ölmek için hep aynı neden.

sefil doymazlık:ete, kana, paraya
öylesi bir açlık ki eksilmeyen, bitmeyen
insan, ezebildiğince mutlu insan, oğul
nereye gidersen git hep o tuzak, o dümen..

küçük hesaplarla kabaran büyük hesaplar
ve değişmez çığlığı insanoğlunun: ben, ben, ben!''
sen yok musun? onlar yok mu? biz yok muyuz?
nereye bu gidiş? delicesine pupa yelken..

söyle neyi değiştirebilirsin ki tek başına
yıldırırlar, sustururlar vururlar seni de hemen
düşler bitmişse, gerçekler bir tokat gibi inmişse
tek başına mutlu ol bakalım, olabilirsen..

en güzeli sevmek diyeceksin insanları tümüyle
usanmadan, bir şey ummadan, beklemeden
ver, durmadan ver, eller uzanmış, baksana
ver ki; kurulsun sofra, başlasın şölen..

bir yanda umutların, düşlerin, düşüncelerin
bir yanda aldığını geri vermez koca bir evren
bak! bütün ağızlar yutmaya hazır seni
bir noktadan, bir lokmadan başka nesin sen..

dönüp gerilere bakıyorum, bir de kendime
elli yıl geçmiş, ha gün, ha yarın derken
değişen birşey yok, bir şaşkın benden başka
işte aynı yol, aynı kapı, aynı merdiven..

hani nerdeler? kimi yitmiş, kimi gitmiş dostların
bir ak saçlı anam kalmış yolumu bekleyen
sabah-öğle-akşam . . . hep o tekdüze yaşam
ve kırılmış bir kalple yorulmuş bir beden..

işte böyle geçti yıllar. bozbulanık
ben sevdim, ben ağladım, başkalarıydı gülen
ne zaman uzattıysam ellerimi, parçalandı
mutluluk serseri bir mayındı denizlerimde yüzen..