küfürlerim yağmura karışıyor. ıslak bir ikindi seni takip ederken, ne demeye saçak altından gitmediğini düşünüyorum. küfrediyorum sana. ne demeye çamurlu ayak izlerin üzerinden gelmezsem gözümden yitebileceğin gibi gereksizce şairane bir saplantıya tutularak ıslanmaya razı olduğumu düşünüyorum. küfrediyorum kendime. küfürlerim yağmura karışıyor, sen duymuyorsun.

yazarla ressam çatışıyor yine, sen duymuyorsun. duymak da istemezsin ayrıca, hiç hoşlanmazsın sen onlardan. yazar yağmurdan bir melankoli harikası çıkarabileceğini umuyor, ressamsa düşük bir fırsatçı olmakla suçluyor onu. ressam dürüsttür; yağmuru sevmediği aşikardır. renk kaybı canını sıkar, göğün yere yansıyan grisi işine gelmez. aslına bakarsan ressam da az fırsatçı değildir; ama yazarın kafası öyle bulanıktır ki ressama yapacağı misillemeyi sonraya erteler.

bu esnada sen arayı açmışsındır ; ben de farkında olmadan yavaşlamış olabilirim. mesafeyi koruma kaygısı kaygan zeminde koşma korkusuna galebe çalarken hızlanıyorum. düşersem çok fena olur, küfrederim o zaman yazarla ressama. sen duymazsın.

yanından geçen fuşya yağmurluklu kadına bakarken kafanı öyle çeviriyorsun ki beni fark etmenden korkuyorum. önüne döndüğünde iki velediyle yağmura tutulmuş bir baba birini zapt ederken elinden kurtulan ötekinin çamurda tepinmesi karşısında saçını başını yolup bir " haaayyıııır! allah kahretsin!" koyuveriyor. gülüyorum, senin de güldüğünü tahmin edebiliyorum. keyiflisin değil mi? bir sigara çıkarıyorsun, yağmuru unutmuş olmalısın. ne var ki hızlanarak hatırlatıyor kendisini. ağzın boş kalmaya gelemiyor olmalı, belki tembel bir ıslık yerleşiyor dudaklarına. ben duymuyorum, yağmura karışıyor, dedim ya.

sokakların aşinalığı azalıyor ilerledikçe, mızıka çalan bir ufaklık yanına varıp çılgın bir çığlık koparıyor. tepki göstermiyorsun, böylesi duyarsızlığına ilk kez tanık oluyorum. adımların yön değiştiriyor sabırsızca, ellerin ceplerinden çıkıyor, (bu geldiğin yere yaklaştığını gösterir.) bir zile basıyorsun, süt beyazı apartman kapısı seni çok bekletmeden açılıyor, fazlasına cesaretim yok, kapı da kapanıyor zaten.
sabahtan kalma pastel ağırlıklı makyajıyla, çivit mavisine bürünmüş bir sonradan sarışın karşılıyor seni. maviyi sevmezsin ve öyle sanıyorum ki sarıyı da; ama seni ilgilendiren başka ayrıntılar varken takılmıyorsun o an. camgöbeği perdelere, bal köpüğü duvarlara ve klimt tablolarından fırlamışçasına yapay bir memnuniyetin sarmaladığı sarımsı surata takılmadığın gibi. dokunmaların çekingen, kucaklamalarınsa daha iyi; en azından gerçekçi.

aslına bakarsan,içeri girişinden sonrası koyu bir yalnızlığın gölgesinde kalakalmış bir yazarın kafasında dolaşan senaryonun parçaları, işin kötüsü ressamın da ona inanıyor olması, üstelik renksel detaylara bakılırsa ressamın da parmağı var inandığında. şimdiden, eskizini saklamanın artık tamamıyla gereksizleştiğini düşünüyor. aptal gibi ağlamak istiyor yazar, ressam soğukkanlılığından ödün vereceğe benzemiyor. çaresiz kaldığında kelimeler yakıştıramıyor yazar. susuyor o zaman, bazen o da sanatına sadık kalabiliyor.

olur da zihninde kurgulanıverirse tüm bunlar ya da bir şekilde haberdar olsan tüm bunlardan absürt bir kurmaca gibi gelir de sana, gülersin değil mi?
hala ucuz bir şaka sanıyorsun değil mi? ama birazdan sana yanılgılarının en tatsızını tecrübe ettirecek yazar ve ressam. yazık, hiç olmadığı kadar iyi geçindikleri bu anın, göz yaşartıcı bir işbirliğinin finale rastlıyor oluşu. yazar belki de ilk kez gönülden devredecek kalemi ressama, onun görevi burada bitiyor. kalem fırça biçimi aldığında ressam kırmızıya boyayacak evreni. o an benim için kesif bir yokluk baş gösterecek.

hala ucuz bir şaka sanıyorsun değil mi?