ilkokul vardı eskiden. şimdi kalmadı. bir de siyah okul önlükleri.

20. yüzyılın 88. senesinin son derece sıcak bir yaz günüydü. o güne dair aklıma kazınan iki şey var: okul sokak'ın o sıcakta insana pusarık gördüren asfaltıyla renkdaş okul önlüğüm ve... ve karpuz. okula en yakın ev değildi belki ama içinde öğrenci bulunan en yakın ev bizimkiydi.

sıra arkadaşım atilla (kulakların çınlasın kerata!) mahalle arkadaşımdı aynı zamanda. zaten eskiden okul servisi nedir bilinmezdi pek. sıra arkadaşları mahalle arkadaşı olurdu. şimdi aynı kıtada bile olmayabiliyor. konuyu dağıtmayayım. atilla ile birlikte, kooperatif paylarını almaya gittik. bu gün de böyle bir uygulama var mı hiç haberim yok ama eskiden, kooperatife (kantin derler belki şimdi) katkı payı veren öğrenciler, yıl sonu küçük bir servet alabiliyordu. tabi ki çocuk ekonomisine göre servet. yoksa bir halta yarayacak değildi alınan para. hmm, nasıl ifade etmeli? en iyisi o dönemin ölçülerini kullanayım: o parayla 15 dibine kadar dolu külah dondurma veya 8 rc cola veya 10 çamlıca gazoz veya 50-60 adet leblebi tozu satın alınabiliyordu. o kadar parayı bir arada göremezdim avucumda. ancak sesini duyardım, peder beyin aldığı iş bankası kumbarasında.

ne yapacağız bu parayla? iki katlı ilkokulun merdiveninde oturduk bunu düşünüyoruz. ben "karpuz" dedim. "ne karpuzu oğlum?" diye sordu atilla. "her akşam babam karpuz getiriyor. dünyanın en serin meyvesiymiş. bugün de ben götüreceğim eve. ama soğuk götürmem gerek oğlum. ne yapsak?"

"e, alalım, necla ablanın buzdolabı var evinde, oraya koyar, çıkarken alırız." (necla abla dediği de, evi okulun kömür deposuyla bitişik olan hademe. karı kocalardı aslında ama biz sadece neco ablayı tanırdık (muhatap alırdık kendimize).

aklıma yattı bu fikir. nöbetçi öğretmenden atilla izin aldı. benim en tırstığım orhan hoca'ydı çünkü. gidip yolun karşısındaki (trafik falan hak getire tabi o zamanlar, götü başı sallaya sallaya geçilirdi karşıdan karşıya) manavdan "enkırmızısındanolsunabi" karpuzlardan bir tane aldık. dönüş yolunu dörde böldük: 1. ve 3. kısımda ben, 2. ve 4. kısımda atilla taşıdı karpuzu. neco'dan rica ettik (çok terbiyesizdik çok. necla abla'ya neco derdik aramızda) ve karpuzu dolaba koyduk. sonra da derse çıktık. dersin ortasında kapı çaldı. nöbetçi öğrenci telaşla öğretmenimize bir şeyler söyledi, sonra gitti. öğretmen sıramıza doğru yaklaştı ve eve gitmem gerektiğini, atilla'nın da benle beraber gidebileceğini söyledi. çok ekstrem bir durum, atilla'ya da benimle birlikte izin vermesi. apar topar okuldan çıkarken karpuz geldi aklımıza.

eve gidiş yolunu da dörde böldük. bu sefer 1 ve 3. kısımlar atilla'nındı. eve vardık. kapının önü terlik doluydu. yaprak kıpırdamıyordu etrafta. yan bahçeden cırcırböceği sesleri geliyordu, bak bunu da hatırlıyorum. bir de şeyi hatırlıyorum. aysel, ev sahibinin gıcık kızı. okula gitme çağı gelmediği için gidenleri kıskananlardan. "sergü, baban öldü" dedi. ve simsiyah asfalt "dört" kısma ayrılmış karpuzla kırmızılaştı, serinledi. donup kaldım. insan öksüz kalınca donar mı? niye durdum? atilla bir şeyler söyle. tokat at oğlum. şaka yap. çevirme lan kafanı. kafanı kırarım eşşoleşşek. baba? babacığım? karpuz. hay allah. kırıldı. kafam da düşse kırılır mı acaba? beynim de akar mı böyle? sıcaktır beynim. karpuz gibi serinletmez ki. kan, kan...

sonuç: yıllar boyunca her karpuz görüşünde (istisnasız, her görüş) aynı olayı yeniden yaşadığı için bu kadar net hatırlayan bir bünye ve 'a clockwork orange' filminde, beethoven'ın 9. senfonisi'ne karşı duyulan şartlı reflekse karpuz için sahip olmak...