vakit mütehayil kış akşamı ben yine aylardan sonra klavyemin başına oturmuşum klavyemde konçertolar çalıyorum. fonumda allah ne verdiyse çalıyor kah oscar benton'dan josie kah vavamuffin'den marihuna, kah inci çayırlı'dan gözü bende kaldı gitti kah tanju okan'dan içiyorum yavaş yavaş....

iki dark biram var eskiden olsa iki dark biramı yetersiz bulurdum hiç üşenmeden basar giderdim bir en yakın tekele sayısını çoğaltırdım şimdiyse gerek bile duymuyorum.

niye gerek duyacağım ki? kendini sersemletmek için ve mala bağlamak için bin birtürlü nebaatten faydalanan insanların olduğu günümüz dünyasında artık sarhoş olmak isteğim kalmadı. çünkü sarhoş olmak yahut küfelik olmak artık yaşantımdan dost namından çıktı onun yerine sadece keyiflenmek için dostum oldu yahut orkestrada bir enstrüman.

size hiç oluyor mu bilmiyorum -nasıl desem- artık etken olmaktansa bir seyirci olabilmek ne olursa olsun kollarını kavuşturup sadece bakmak bilmem oluyor mu? başına ne gelirse gelsin sadece bakmak.

çok eskilerden bir film seyretmiştim mistress namıyla bilinen martin landau, danny aiello, robert de niro ve robert wuhl oynadığı muhteşem bir film. yan rollerde bir torba iyi oyuncu vardı. ama nedense büyük hayalkırıklığı olarak lanse edilmekten kurtulamayan bir filmdi.

ama bence gerçek film oydu. bir grup taça çıkmış adam film çekmeye karar verir vesaire vesaire.

içli bir film olduğunu söylebilirim bu filmin gerçek manada oyunculuğun arz-ı endam ettiğinide söylebilirim. şimdiki gibi teknolojik olarak bütün hokkabazlıkların yapıldığı ama içeriği kof ve işlenişi klişelerden başka olmayan filmlerden daha iyi.

hele ki bu kof ürünlerin yan sanayisi olan özenti türk sinemasının salonları istilasını görünce artık iyi film bulmak deveye hendek atlatmakla aynı meale gelmesi doğrusu hazin oluyor.

peki niçin ve neden böyle oluyor. galiba milyon dolarlar kazanmak hatta işi azıtıp milyar dolarlar kazanmanın sırrı bir masanın yüzeyi kadar derinliğe sahip olmaktan mı geçiyor? klişelere yaslanıp seri üretim yapmaktan geçiyor olacak ki birbirinin aynısı ve orjinalitesi olmayan mahsuller her tarafımızı kuşatmış.

ister yazın ister görsel manada alın belli formülleri uygularsan senden daha ağası yok.

peki sonsuzluğa ne kalacak?

çerden çöpden gayrı birşey kalmayacağı aşikar.

ama reaileteye değil acemşirana inananlar olduğu müddetçe hala bir umut var.

onlar ne kadar realiteye teslim olmuş gözükseler de bir fırsat bulduklarında mistresss, treeeslounge, romance & cigarettes, things to do in denver when you're dead, death at funeral gibi dışa vurumlar gerçekleştirirler ve bu gök kubbede hoş seda bırakabilirler.

peki sen eleştireceğine niçin neden kollarını kavuşturuyorsun ve sadece bakıyorsun diyebilirsiniz. benimde mukavemet etme stilim böyle ne yapayım yani?

yazımı adetim olduğu üzere bir şiir ile bitiriyorum. kostantin kavafis'in kaleler şiiri mikrofonlarımıza geliyor;

düşünmeden, acımadan, utanmadan
yüksek kaleler kurmuşlar dört yanıma.

umutsuzluk içinde böyle hep
bir şey düşünmez oldum alınyazımdan başka.

dışarıda görülecek bir sürü işim vardı
ben nasıl sezmedim kaleler kuruldu da.

ses seda işitmedim çalışan işçilerden
habersiz kapadılar beni dünyanın dışına.