oldum olası, insanın vücut adı verilen yetmiş kiloluk et yığınından fazlası olduğuna inanmışımdır. insanı et, kemik ve sıvılardan oluşan bir sistem, insanın varoluş amacını da bu sistemin devamını sağlamak olarak düşünmek itici gelmiştir bana.doğru, zaman zaman insanın 183 maymun türünden birisi olduğunu düşünürüm. insana, bir maymuna yüklenebileceklerden daha fazla anlam yüklemek komik gelir. ama bu durumda d apek çok şeyi açıklamak imkansızmış gibi geliyor. hayvanlardan farklı olduğumuzu gösteren o kadar fazla eylemimiz var ki, basit darwinist mantık yetersiz kalıyor. (aşk ya da ahlak gibi kavramlardan bahsetmiyorum. başka yazılarımda bu kavramların aslında ne kadar hayvani dürtülerin ürünleri olduğunu açıklamıştım)
insan dışındaki organizmalar, fizyolojik ihtiyaçlarını karşıladılarsa, ve herhangi bir tehdit onlara yönelmemişse beklerler. tekrar acıkana, susayana, cinsel istek duyana ya da tehdit edilene kadar kayda değer bir eylemde bulunmazlar. insanlar içinse fizyolojik ihtiyaçların karşılanması, yola çıkmadan önce otomobilin lastiklerini değiştirmek, motorunu kontrol etmek, ona benzin ve yağ koymak gibidir. bu angaryalar sadece yola devam etmemizi sağlar. biz, doğrudan fizyolojik ihtiyaçlarımızla ilgili olmayan pek çok eylemde bulunuruz. örneğin kitap okumak, kitap okuma amacımızın sadece pratik bilgi edinmek olduğunu iddia edebilir miyiz. ya da sanat, evrim bilimciler insanın maymunlardan ayrılmasının ilkel sanat çalışmaları ile başladığı konusunda hemfikirdirler. ve bence de haklıdırlar. sanatın hangi fizyolojik ihtiyacımızı karşıladığını söyleyebiliriz ki.
peki bu durumda insan nedir? insan bedenden ibaret değilse, varlığımızın ruh adı verilen ikinci bir parçası mı var dinin iddia ettiği gibi. eğer kastedilen maddeden bağımsız doğa üstü bir varlıksa bu düşünceye katılamayacağım. yok, ruh ile maddenin ürünü olan ama onun çok daha ötesi bir olgu kastediliyorsa oraya birazdan geleceğim. yukarıdaki otomobil ile ilgili benzetmeye geri dönelim. bu analoji hoşuma gitti. biz otomobillere sadece otomobl demeyiz. hatta bu ismi günlük dilde pek de fazla kullanmayız. daha çok taksi deriz yolcu taşıyan otomobillere; ya da yük taşıyanlarına kamyon; ya da uzun yola gidenlerine otobüs. ve bu kelimeler, zihnimizde o metal yığınlarını canlandırmaz. yaptıkları işler gelir aklımıza bu isimleri duyunca. aynı şeyin insan için de geçerli olduğunu düşünüyorum. eğer vücut bir otomobilse, fizyolojik ihtiyaçlarımız da bu otomobilin yağı, benzini, motorundaki sorunlar vs. dir. bedenimiz önemsizdir aslında. çileci zihniyet gibi her türlü bedensel hazzı reddettiğimi sanmayın. bedenin ihtiyaçlarını görmeden gelmek; yağsız, lastikleri kabaklaşmış bir otomobille uzun yola çıkmak kadar aptalcadır. çıkacağınız yol ne kadar zorlu ise, aracınız da o kadar iyi bakımdan geçmiş olmalıdır. diğer yandan hazcılara da katılmıyorum. sadece bedensel hazlara yoğunlaşmak da, bir ferrariye gözünüz gibi bakıp onu hiç kullanmamaya benzer. ferrari hız yapmak için yaratılmıştır*(*insan tarafından), ve onun varoluş amacını yerine getirmesini önlemek onu yok etmekten farksızdır. ferrariyi sonsuza dek bir garaja kapatmak ile üzerine benzin döküp yakmak arasında fark var mıdır gerçekten? konuyu fazla dağıttım, isterseniz biaz hızlanalım. vücut bir otomobilse, insan bu otomobilin yolda gitmesidir. yol, yolu oluşturan engebeler, yolda karşımıza çıkan güçlükler, performansımız, otomobil ve otomobilin çıkardığı arızalar... biz hepsinin toplamıyız aslında. bir nesneden çok olguyuz. insan = fizyolojik ihtiyaçlar + bireyin fizyolojik ihtiyaçların dışında yaptığı/yaşadığı her şey dersek pek de abartmış olmayız.
yol, amaç... kim verir bize bu amacı, rotamızı neye göre belirleriz. bedenimize göre mi? yukarıda bedenin sadece araç olduğunu yeterince açıkladım sanırım. aracın amaca dönüşmesinin bireyin kendi kendini hiçleştirmesi olduğunu da belirttim. öyleyse geçelim. peki ya tanrı? bu yolculuğu tanrıya ulaşmak için mi yapıyoruz? o mu fısıldıyor kafamız karıştığında hangi sapağa sapacağımızı kulağımıza? bilmiyorum. ama, böyle olmaması gerektiğini biliyorum. sartre :''tanrı varsa bile insan ona savaş açıp onu yok etmelidir. çünkü tanrı var olduğu sürece insan özgür olamaz.'' diyordu. bu söze ben, ''tanrı var olduğu sürce insan gerçek anlamda var olamaz.'' diye bir cümle daha eklesem büyük usta kızar mıydı acaba bana. hem nietschze tanrıyı öldürmemiş miydi? ''tanrı öldü. onu hepimiz el birliği ile yarattığımız gibi öldürdük.'' diye seslenmiyor muydu iki binli yılların insanına insanlığın en hastalıklı beyinlerinden biri.!:hastalıklı bir beynin güvenilir olmadığını düşünmek basitliğini gösterenler, siz önce kendi sağlıklı beyinlerinizin güvenilirliğini sorgulayın:! bu güne kadar iyi yada kötü hakında kafanız karıştığında tanrıya sığındınız. ondan doğruyu göstermesini istediniz diyordu sanırım. ve devam ediyordu; ''tanrı öldü, o artık yok. ne yapacaksınız? özgürlüğün verdiği şaşkınlıkla bedensel hazlara mı gömüleceksiniz? ahlaksızlığı ve kuralsızlığı kural mı edineceksiniz? ya da filozoflara size yeni bir din yaratmaları için yalvaracak mısınız? yoksa kendi kendinizin tanrısı olup, kendi zayıflıklarınızı yenip, kendi ahlakınızı mı yaratacaksınız?'' son bölüm nietschze'nin doğrudan sözleri değildir. benim ondan anladıklarımdır. umarım ona söylemek istemediği bir şey söyletmemişimdir.
neyse, sanırım konuyu yine dağıttım. biraz toparlamaya çalışayım. insanoğlu, bir kaç milyon yıl önce diğer ilkel organizmalardan farklı değildi. hatta daha eskiye gidersek bitkilerden de pek farkı yoktu. hiç bir kutsal gücün yardımı olmadan, önce tesadüflerin, sonra da kendi öz becerilerinin sayesinde bu günlere geldi. bu süreç o kadar zorlu oldu ki, insanlığın varolmak için gösterdiği inanılmaz azme hayranlık duymamak çok zor. biz, varolma hakkımızı doğa ile, birbirimiz ile ve hatta tanrılar ile hiç bir tanrının galip çıkamayacağı bir savaşa girerek kazandık. doğduğumuzda saip olduğumuz tek şey, yalnız başına anlamsız olan vücudumuzdur. bu vücuda anlamı biz yükleriz. bu et yığınını insana biz dönüştürürüz. biz, sartre'nin de dediği gibi kendi kendini yaratan tek varlığız evrende. ve bize harita vermesi için tanrılara dilenmeyecek kadar da gururlu olmalıyız. ne olmak istiyorsak o oluruz ve bunun için kimseden de izin almayız. yeter ki olmak istediğimiz şey, gerçekten kendi isteğimiz olsun.
insan dışındaki organizmalar, fizyolojik ihtiyaçlarını karşıladılarsa, ve herhangi bir tehdit onlara yönelmemişse beklerler. tekrar acıkana, susayana, cinsel istek duyana ya da tehdit edilene kadar kayda değer bir eylemde bulunmazlar. insanlar içinse fizyolojik ihtiyaçların karşılanması, yola çıkmadan önce otomobilin lastiklerini değiştirmek, motorunu kontrol etmek, ona benzin ve yağ koymak gibidir. bu angaryalar sadece yola devam etmemizi sağlar. biz, doğrudan fizyolojik ihtiyaçlarımızla ilgili olmayan pek çok eylemde bulunuruz. örneğin kitap okumak, kitap okuma amacımızın sadece pratik bilgi edinmek olduğunu iddia edebilir miyiz. ya da sanat, evrim bilimciler insanın maymunlardan ayrılmasının ilkel sanat çalışmaları ile başladığı konusunda hemfikirdirler. ve bence de haklıdırlar. sanatın hangi fizyolojik ihtiyacımızı karşıladığını söyleyebiliriz ki.
peki bu durumda insan nedir? insan bedenden ibaret değilse, varlığımızın ruh adı verilen ikinci bir parçası mı var dinin iddia ettiği gibi. eğer kastedilen maddeden bağımsız doğa üstü bir varlıksa bu düşünceye katılamayacağım. yok, ruh ile maddenin ürünü olan ama onun çok daha ötesi bir olgu kastediliyorsa oraya birazdan geleceğim. yukarıdaki otomobil ile ilgili benzetmeye geri dönelim. bu analoji hoşuma gitti. biz otomobillere sadece otomobl demeyiz. hatta bu ismi günlük dilde pek de fazla kullanmayız. daha çok taksi deriz yolcu taşıyan otomobillere; ya da yük taşıyanlarına kamyon; ya da uzun yola gidenlerine otobüs. ve bu kelimeler, zihnimizde o metal yığınlarını canlandırmaz. yaptıkları işler gelir aklımıza bu isimleri duyunca. aynı şeyin insan için de geçerli olduğunu düşünüyorum. eğer vücut bir otomobilse, fizyolojik ihtiyaçlarımız da bu otomobilin yağı, benzini, motorundaki sorunlar vs. dir. bedenimiz önemsizdir aslında. çileci zihniyet gibi her türlü bedensel hazzı reddettiğimi sanmayın. bedenin ihtiyaçlarını görmeden gelmek; yağsız, lastikleri kabaklaşmış bir otomobille uzun yola çıkmak kadar aptalcadır. çıkacağınız yol ne kadar zorlu ise, aracınız da o kadar iyi bakımdan geçmiş olmalıdır. diğer yandan hazcılara da katılmıyorum. sadece bedensel hazlara yoğunlaşmak da, bir ferrariye gözünüz gibi bakıp onu hiç kullanmamaya benzer. ferrari hız yapmak için yaratılmıştır*(*insan tarafından), ve onun varoluş amacını yerine getirmesini önlemek onu yok etmekten farksızdır. ferrariyi sonsuza dek bir garaja kapatmak ile üzerine benzin döküp yakmak arasında fark var mıdır gerçekten? konuyu fazla dağıttım, isterseniz biaz hızlanalım. vücut bir otomobilse, insan bu otomobilin yolda gitmesidir. yol, yolu oluşturan engebeler, yolda karşımıza çıkan güçlükler, performansımız, otomobil ve otomobilin çıkardığı arızalar... biz hepsinin toplamıyız aslında. bir nesneden çok olguyuz. insan = fizyolojik ihtiyaçlar + bireyin fizyolojik ihtiyaçların dışında yaptığı/yaşadığı her şey dersek pek de abartmış olmayız.
yol, amaç... kim verir bize bu amacı, rotamızı neye göre belirleriz. bedenimize göre mi? yukarıda bedenin sadece araç olduğunu yeterince açıkladım sanırım. aracın amaca dönüşmesinin bireyin kendi kendini hiçleştirmesi olduğunu da belirttim. öyleyse geçelim. peki ya tanrı? bu yolculuğu tanrıya ulaşmak için mi yapıyoruz? o mu fısıldıyor kafamız karıştığında hangi sapağa sapacağımızı kulağımıza? bilmiyorum. ama, böyle olmaması gerektiğini biliyorum. sartre :''tanrı varsa bile insan ona savaş açıp onu yok etmelidir. çünkü tanrı var olduğu sürece insan özgür olamaz.'' diyordu. bu söze ben, ''tanrı var olduğu sürce insan gerçek anlamda var olamaz.'' diye bir cümle daha eklesem büyük usta kızar mıydı acaba bana. hem nietschze tanrıyı öldürmemiş miydi? ''tanrı öldü. onu hepimiz el birliği ile yarattığımız gibi öldürdük.'' diye seslenmiyor muydu iki binli yılların insanına insanlığın en hastalıklı beyinlerinden biri.!:hastalıklı bir beynin güvenilir olmadığını düşünmek basitliğini gösterenler, siz önce kendi sağlıklı beyinlerinizin güvenilirliğini sorgulayın:! bu güne kadar iyi yada kötü hakında kafanız karıştığında tanrıya sığındınız. ondan doğruyu göstermesini istediniz diyordu sanırım. ve devam ediyordu; ''tanrı öldü, o artık yok. ne yapacaksınız? özgürlüğün verdiği şaşkınlıkla bedensel hazlara mı gömüleceksiniz? ahlaksızlığı ve kuralsızlığı kural mı edineceksiniz? ya da filozoflara size yeni bir din yaratmaları için yalvaracak mısınız? yoksa kendi kendinizin tanrısı olup, kendi zayıflıklarınızı yenip, kendi ahlakınızı mı yaratacaksınız?'' son bölüm nietschze'nin doğrudan sözleri değildir. benim ondan anladıklarımdır. umarım ona söylemek istemediği bir şey söyletmemişimdir.
neyse, sanırım konuyu yine dağıttım. biraz toparlamaya çalışayım. insanoğlu, bir kaç milyon yıl önce diğer ilkel organizmalardan farklı değildi. hatta daha eskiye gidersek bitkilerden de pek farkı yoktu. hiç bir kutsal gücün yardımı olmadan, önce tesadüflerin, sonra da kendi öz becerilerinin sayesinde bu günlere geldi. bu süreç o kadar zorlu oldu ki, insanlığın varolmak için gösterdiği inanılmaz azme hayranlık duymamak çok zor. biz, varolma hakkımızı doğa ile, birbirimiz ile ve hatta tanrılar ile hiç bir tanrının galip çıkamayacağı bir savaşa girerek kazandık. doğduğumuzda saip olduğumuz tek şey, yalnız başına anlamsız olan vücudumuzdur. bu vücuda anlamı biz yükleriz. bu et yığınını insana biz dönüştürürüz. biz, sartre'nin de dediği gibi kendi kendini yaratan tek varlığız evrende. ve bize harita vermesi için tanrılara dilenmeyecek kadar da gururlu olmalıyız. ne olmak istiyorsak o oluruz ve bunun için kimseden de izin almayız. yeter ki olmak istediğimiz şey, gerçekten kendi isteğimiz olsun.