annem tarım bakanlığı'nda devlet memuru olarak çalışırken, her çalışan anne babanın çocuğunun tecrübe edindiği gibi ben de; kağıt hamuru, dosya aralıkları ve tel zımba kıvamında çocukluk buhranları geçiriyordum.
devlet dairelerinin garajlarına çekilmiş eski arabaları vardır, koca koca jipler, kamyonlar, çürük demir, yıllanmış toz ve beklemiş motor yağı kokan makinalar... patlak lastikleri, kopmuş silecekleri, öylece üst üste ve yaralı...
annemin bir arkadaşının oğlu oğuz'la çocukluğumuz bu jiplerin içinde, bir nevi erkek evciliği oynamakla geçti. yan yana duran iki dodge jip ile yarış yaptığımızı düşünüyorduk. mutlak suretle bana durumu daha kötü olan gri tenteli olan denk düşüyordu. nasıl beceriyordu bilmiyorum ama, bir şekilde bana kırık camlı olanı yedirdiğini şu anki gibi hatırlıyorum.
tek sevindiğim şey, içine girdiğim makinenin oğuz'unkinden daha yüksek oluşuydu. hayal bu ya; o muhtemeldir ki, evde oynadığı saçma sapan bir bilgisayar oyununda görüp özendiği bir dört çarpı dört yarışında beni son sürat geçtiğini düşünürken, ben aslında bizim köye giden herhangi bir yolda, yıllar sonra zengin olup aldığım jipimle yolculuk ediyordum. bir nevi taşra hayali...
bir gün, jipin tentesini açarak, oğuz'a çocuk aklımla ve çocuksal tabirle hava atmak istedim. kornası hala çalışan jipinin içerisinde, benim çürük kokulu hayallerime aşağılar gözlerle baktığını anladığım an, motor kaputunun üstüne çıktım, mandalları söktüm, tenteyi kaldırdım.
gözlerimi açtığımda, kafamda bir doktor, alnımda gezdirdiği iğne ve iplikle bir şeyler yapıyor, anneme uzattığı reçeteye cümlesini iliştirip "bu gece uyumasın..." diyordu...
birkaç hafta sonra oğuz'lar kayseri'ye taşındılar. dikişlerim alındığı gün, kendimden emin adımlarla yürüyüp iki jipin ortasında durdum. oğuz şimdi nerededir, ne yapmaktadır bilmiyorum ama, uzun yıllar bıkmadan usanmadan o jiplere bindim... istediğim an, istediğim zaman... üstelik zaten hiç yarışmayı düşünmemiştim...
annemden gizli gizli, evden bez çalıp oraya götürdüm, içini sildim, evde bulduğum, dayımın almanya'dan getirdiği pilli philips radyoyu içine yerleştirdim, içine tüneyen yavru kedileri bir yandaki philip morris kamyonun kasasına taşıdım...
ve yine sonra bir gün, jipleri kamyonlara yükleyip götürdüler. gıcırtıları ve hüzünleri birbirine karışıp, kamyon kasasının içinde gözden kayboldular...
o dönem, o jip benim en iyi arkadaşımdı; ve eski demir yığınlarının jilet fabrikalarına satılıp, oralarda parçalandığını gördüğüm bir travmatik televizyon programı, belki de ilk hayallerimin son buluşunun nezninde, bir hayli acı bir başlangıçtı...
gitmek istediğim her yere birlikte onunla gittik. ama onu götürdüler.
tecrübeyle o eski garaja sabitlediğimden ötürü biliyorum ki; bu her zaman böyledir...
eskiyen her şeyi sen derleyip toparlamaya çalışırken, "işte şimdi olacak!" dediğin herhangi bir anda; herhangi bir vasıta, bütün sevinçlerini alır ve götürür.
devlet dairelerinin garajlarına çekilmiş eski arabaları vardır, koca koca jipler, kamyonlar, çürük demir, yıllanmış toz ve beklemiş motor yağı kokan makinalar... patlak lastikleri, kopmuş silecekleri, öylece üst üste ve yaralı...
annemin bir arkadaşının oğlu oğuz'la çocukluğumuz bu jiplerin içinde, bir nevi erkek evciliği oynamakla geçti. yan yana duran iki dodge jip ile yarış yaptığımızı düşünüyorduk. mutlak suretle bana durumu daha kötü olan gri tenteli olan denk düşüyordu. nasıl beceriyordu bilmiyorum ama, bir şekilde bana kırık camlı olanı yedirdiğini şu anki gibi hatırlıyorum.
tek sevindiğim şey, içine girdiğim makinenin oğuz'unkinden daha yüksek oluşuydu. hayal bu ya; o muhtemeldir ki, evde oynadığı saçma sapan bir bilgisayar oyununda görüp özendiği bir dört çarpı dört yarışında beni son sürat geçtiğini düşünürken, ben aslında bizim köye giden herhangi bir yolda, yıllar sonra zengin olup aldığım jipimle yolculuk ediyordum. bir nevi taşra hayali...
bir gün, jipin tentesini açarak, oğuz'a çocuk aklımla ve çocuksal tabirle hava atmak istedim. kornası hala çalışan jipinin içerisinde, benim çürük kokulu hayallerime aşağılar gözlerle baktığını anladığım an, motor kaputunun üstüne çıktım, mandalları söktüm, tenteyi kaldırdım.
gözlerimi açtığımda, kafamda bir doktor, alnımda gezdirdiği iğne ve iplikle bir şeyler yapıyor, anneme uzattığı reçeteye cümlesini iliştirip "bu gece uyumasın..." diyordu...
birkaç hafta sonra oğuz'lar kayseri'ye taşındılar. dikişlerim alındığı gün, kendimden emin adımlarla yürüyüp iki jipin ortasında durdum. oğuz şimdi nerededir, ne yapmaktadır bilmiyorum ama, uzun yıllar bıkmadan usanmadan o jiplere bindim... istediğim an, istediğim zaman... üstelik zaten hiç yarışmayı düşünmemiştim...
annemden gizli gizli, evden bez çalıp oraya götürdüm, içini sildim, evde bulduğum, dayımın almanya'dan getirdiği pilli philips radyoyu içine yerleştirdim, içine tüneyen yavru kedileri bir yandaki philip morris kamyonun kasasına taşıdım...
ve yine sonra bir gün, jipleri kamyonlara yükleyip götürdüler. gıcırtıları ve hüzünleri birbirine karışıp, kamyon kasasının içinde gözden kayboldular...
o dönem, o jip benim en iyi arkadaşımdı; ve eski demir yığınlarının jilet fabrikalarına satılıp, oralarda parçalandığını gördüğüm bir travmatik televizyon programı, belki de ilk hayallerimin son buluşunun nezninde, bir hayli acı bir başlangıçtı...
gitmek istediğim her yere birlikte onunla gittik. ama onu götürdüler.
tecrübeyle o eski garaja sabitlediğimden ötürü biliyorum ki; bu her zaman böyledir...
eskiyen her şeyi sen derleyip toparlamaya çalışırken, "işte şimdi olacak!" dediğin herhangi bir anda; herhangi bir vasıta, bütün sevinçlerini alır ve götürür.