hep öyle değil midir zaten? bir yerlerden başlarız, bir yerlerde bitireceğimizden eminizdir ve bunun bir son olmadığına yeminler eden bir kafanın içinden fışkıran düşüncelerle dünyanın en dramatik intiharını tasarlarız. jerzi kozinski diye bir adam yaşamış mesela, hayallerimizin ötesine geçebilecek, asla aklımıza gelmeyecek bir yaşam ve ölüme sahip olmuş.
hep anlattığım benden 11 yaş büyük ablacıklarım -ah böyle söyleyince daha birkaç gün önce bayramda yaşadığımız bütün tatsızlıklar siliniyor- üniversiteye başladıklarında ben ilkokula başladım. itiraf ediyorum: daha okulun ikinci haftası kaçıp bütün günü içinden mini minicik bir dere geçen çamlıkta geçirdim. biliyorum saçma olduğunu, ama okulun kendisi de daha az saçma değildi. ve ablacıklarım -bu yaşa geldim şu kadar itibar kazanamadım gözlerinde gerçi de- her yuvaya döndüklerinde bana hediyeler getiriyorlar. entel damarlarında dolaşan kan miktarı ankara soğuğu kırmak için daha fazla çalışmak zorunda olan bir kalp yüzünden fazla olan ablacığım -asla iletişim kuramadık, asla- bana küçük arabalar getirirken (majorette is my favorite), makina mühendisliğinin kadın elinin pek gezinmediği koridorlarında mutasyonunu sürdüren ablacığım -inanmazsınız şu an enişteyi daha kadınsı buluyorum- bana kitaplar getirirdi. bu devirdaim sırasında enteresan durumlar ortaya çıkıyordu elbette; çağımızın bir kahramanı, mezarlarınıza tüküreceğim, açlık yılları, gılgamış destanı gibi klasik garabetler ilk aklıma gelenler. inanın, hiçbir genetik etken olmaksızın tüm bu kitapların öss'de sıralarına oturduğunuzda küfrü bastığınız çocuklar sırf bu kitapları okuyarak psikotik bozukluklar kazanabilir. ama benim asıl travmam kozinskidir. sanıyorum 9 yaşımdaydım boyalı kuş'u okuduğumda, ah benim ablacıklarım -acaba cinsel gelişimimin sağlıklı bir süreç izlemesine karşı bir komplo muydu bu, yeni aklıma geliyor.
kozinskinin bütün hikayesi boyalı kuşta bunu anlatmama gerek yok. fakat hala adını amerikanca yazmadığım ve çocukluk anılarında kızıl ordu üniformasını gururla giydiğini anlatan bu ucube, abd'ye firar edip zengin bir kadının koluna giriyor, üstelik çok da tipsiz adam. sonra? sonra kafasına naylon poşet geçirip çok afedersiniz 31 çekmek suretiyle intihar ediyor. bunları o masum görünen çocukluğumdan 15 yıl sonra öğrendim. 15 yıl kafamın arka kısmında boyalı kuş'u bir tümör gibi taşımışım, beynimdeki depremlerin ve dışarıdaki siren sesinin nedeni bu olmalı.
kozinski intihar etmeden çok önceden başlayarak içinde ölen birini taşıyordu. onu dışarı çıkarmamak için daha bir çocukken dilsizliği seçti: "yanımdasın susuyorsun, susuyor konuşmuyorsun" dediler, "çocuk gözlerim dolsun" dedi. dokunduklarına etki etmedi ama yaşlı cadının yanına sığındığında gözlerine bakmadılar hiç. sürekli öldü, intihar korkusunun ağırlığıyla sürekli öldü.
ben mi? ne vakittir, emin değilim, intihar korkusunu içimde taşıyorum, ölen birilerini de. hem de öyle ölenler ki hep yanımdalar, susuyorlar; öyle güzel ölenler ki bir gülseler kendimden geçeceğim, bir gülseler kendimi bulacağım; öyle fena ölenler ki cesetlerini taşıdım, içimde soldular, iki can oldular içimde, öyle büyük ölenler ki asla siren sesleriyle anılmaya gerek duymadılar. korkular salıyorlar üstüme, korkular heran başka biçimde.
nerden geldik buralara? aslında ablacıklarımı gördüğüm her an, yanlarında getirdikleri çocuklarıyla lastik fırlatmaca, üç küçük domuzcuk, fındıklı kek olma, yerden yüksek -ben uydurmadım bunu- , doğrudan çığrından çıkmacılık oynamayı tercih ederek onlardan uzak kalabiliyorum hala. ama işte seni kırmayayım dedim, ne demiştin:
"bana birşeyler anlat, canım çok sıkılıyor
bana birşeyler anlat anlat, içim içimden geçiyor"
not: dokunsam donacağım sanıyorum kimileyin, ondan dün biraz küfürlü konuştum, ama gerçekten dokunduğun anların tanığıyım, hep öyle anlarda içimde ölen biri ses buldu ve vay vay vay vay, vay vay vay vay.
yetmediyse diye not: ses tellerinin böğürtü merkezlerinin bilimsel araştırmalar için laboratuar ortamına taşınması gerektiğini düşündüğüm ve beyin loblarının da thk ya da başka hayır kurumlarına bağışlanması gerektiğini düşündüğüm sayın haluk levent;
be amına çaktığım, ırzını siktiğim, koca götlü lavuk! sana diyorum, sen kim ahmet, kaya kim. haddini bil lan siktirgeç kafalı gabik. oğlum bak, with ol my respekt, uyarıyorum, ağzına alma o şarkıyı! bak kibarım dedim; dalloş, rencide ederim seni.
hep anlattığım benden 11 yaş büyük ablacıklarım -ah böyle söyleyince daha birkaç gün önce bayramda yaşadığımız bütün tatsızlıklar siliniyor- üniversiteye başladıklarında ben ilkokula başladım. itiraf ediyorum: daha okulun ikinci haftası kaçıp bütün günü içinden mini minicik bir dere geçen çamlıkta geçirdim. biliyorum saçma olduğunu, ama okulun kendisi de daha az saçma değildi. ve ablacıklarım -bu yaşa geldim şu kadar itibar kazanamadım gözlerinde gerçi de- her yuvaya döndüklerinde bana hediyeler getiriyorlar. entel damarlarında dolaşan kan miktarı ankara soğuğu kırmak için daha fazla çalışmak zorunda olan bir kalp yüzünden fazla olan ablacığım -asla iletişim kuramadık, asla- bana küçük arabalar getirirken (majorette is my favorite), makina mühendisliğinin kadın elinin pek gezinmediği koridorlarında mutasyonunu sürdüren ablacığım -inanmazsınız şu an enişteyi daha kadınsı buluyorum- bana kitaplar getirirdi. bu devirdaim sırasında enteresan durumlar ortaya çıkıyordu elbette; çağımızın bir kahramanı, mezarlarınıza tüküreceğim, açlık yılları, gılgamış destanı gibi klasik garabetler ilk aklıma gelenler. inanın, hiçbir genetik etken olmaksızın tüm bu kitapların öss'de sıralarına oturduğunuzda küfrü bastığınız çocuklar sırf bu kitapları okuyarak psikotik bozukluklar kazanabilir. ama benim asıl travmam kozinskidir. sanıyorum 9 yaşımdaydım boyalı kuş'u okuduğumda, ah benim ablacıklarım -acaba cinsel gelişimimin sağlıklı bir süreç izlemesine karşı bir komplo muydu bu, yeni aklıma geliyor.
kozinskinin bütün hikayesi boyalı kuşta bunu anlatmama gerek yok. fakat hala adını amerikanca yazmadığım ve çocukluk anılarında kızıl ordu üniformasını gururla giydiğini anlatan bu ucube, abd'ye firar edip zengin bir kadının koluna giriyor, üstelik çok da tipsiz adam. sonra? sonra kafasına naylon poşet geçirip çok afedersiniz 31 çekmek suretiyle intihar ediyor. bunları o masum görünen çocukluğumdan 15 yıl sonra öğrendim. 15 yıl kafamın arka kısmında boyalı kuş'u bir tümör gibi taşımışım, beynimdeki depremlerin ve dışarıdaki siren sesinin nedeni bu olmalı.
kozinski intihar etmeden çok önceden başlayarak içinde ölen birini taşıyordu. onu dışarı çıkarmamak için daha bir çocukken dilsizliği seçti: "yanımdasın susuyorsun, susuyor konuşmuyorsun" dediler, "çocuk gözlerim dolsun" dedi. dokunduklarına etki etmedi ama yaşlı cadının yanına sığındığında gözlerine bakmadılar hiç. sürekli öldü, intihar korkusunun ağırlığıyla sürekli öldü.
ben mi? ne vakittir, emin değilim, intihar korkusunu içimde taşıyorum, ölen birilerini de. hem de öyle ölenler ki hep yanımdalar, susuyorlar; öyle güzel ölenler ki bir gülseler kendimden geçeceğim, bir gülseler kendimi bulacağım; öyle fena ölenler ki cesetlerini taşıdım, içimde soldular, iki can oldular içimde, öyle büyük ölenler ki asla siren sesleriyle anılmaya gerek duymadılar. korkular salıyorlar üstüme, korkular heran başka biçimde.
nerden geldik buralara? aslında ablacıklarımı gördüğüm her an, yanlarında getirdikleri çocuklarıyla lastik fırlatmaca, üç küçük domuzcuk, fındıklı kek olma, yerden yüksek -ben uydurmadım bunu- , doğrudan çığrından çıkmacılık oynamayı tercih ederek onlardan uzak kalabiliyorum hala. ama işte seni kırmayayım dedim, ne demiştin:
"bana birşeyler anlat, canım çok sıkılıyor
bana birşeyler anlat anlat, içim içimden geçiyor"
not: dokunsam donacağım sanıyorum kimileyin, ondan dün biraz küfürlü konuştum, ama gerçekten dokunduğun anların tanığıyım, hep öyle anlarda içimde ölen biri ses buldu ve vay vay vay vay, vay vay vay vay.
yetmediyse diye not: ses tellerinin böğürtü merkezlerinin bilimsel araştırmalar için laboratuar ortamına taşınması gerektiğini düşündüğüm ve beyin loblarının da thk ya da başka hayır kurumlarına bağışlanması gerektiğini düşündüğüm sayın haluk levent;
be amına çaktığım, ırzını siktiğim, koca götlü lavuk! sana diyorum, sen kim ahmet, kaya kim. haddini bil lan siktirgeç kafalı gabik. oğlum bak, with ol my respekt, uyarıyorum, ağzına alma o şarkıyı! bak kibarım dedim; dalloş, rencide ederim seni.