bir can sıkıntısı, böyle, nasıl anlatmalıyım? buna bir isim vermeselerdi ne kadar güzel olurdu, daha bir anlamlı anlamsızlık olurdu ellerimizde. türkçesi ya da ingilizcesi farketmez. "hayat" deyince dilimizin ucu alt dişlerimizin arkasına değiyor, gereksiz ve kasvetli bir kesik nefes çıkıyor dudaklarımızın arasından.

söylemesi çok kolay.

felsefik düşünmemeye çalışıyorum ancak içinde nefes alıp verdiğimiz, dolayısıyla nefes alıp vermek zorunda olduğumuz bu "şey"in adı böyle kolay telaffuz edilmemeliydi. gereksiz ve bir o kadar saçma olan "prezervatif" var mesela, çoğu kişi isteyemiyor eczanelerden. utanıyorlar mı sanıyorsunuz? telaffuz edemiyorlar. ondan. yani "hayat" ve "prezervatif" sözcükleri yer değiştirmeli. tüm emeğimi ve hayatımı bu yola adayacağım.

ulan, bok yoluna bile otostopla giden bir adamdan daha ne bekliyorsunuz anlamadım ki ?
nasıl biz sevgiye de aşk, tutkuya da aşk, psikolojik bozukluktan gelen bağlılıklara bile aşk diyorsak, yine aşk gibi bir sürü farklı başlık adı altında değerlendirebilecek şeylerin tümüne hayat diyoruz, sonra da "hayatı anladığını sanan gerizekalı" diye milleti eziyoruz, bilirsiniz.
son zamanlarda kafama takıldı işte bu hayatı anlama mevzusu, kafamdakileri de yazmazsam rahatlayamam. neyse, öncelikle şunu demeliyim ki; hayatın anlamı diye bir şey olmadığını bilin. hayat anlaşılabilinir belki ama kişinin kendi ölçülerine kendi duyumlarına göre. yani benim için olan hayat kavramı sizin için bambaşka birşeydir, bu yüzden aslında herkes anlar hayatı, evet en gerizekalı uyuz olduğunuz tipler bile, ama kendi gibi anlar. ve anladığı da doğrudur çünkü onun için hayat kavramı odur.

ben ise hayatın anlamından değil anlamsızlığından bahsedicem, çünkü dediğim gibi hayatın anlamı zekaya, yetiştirilişe, çevrenize vs vs. göre değişir, size özeldir. ama aslında siz bir anlam yüklemeseniz anlamı olmayacağı gerçeği değişmiyor. şimdi inandığınız, varlığını bildiğiniz kavramları düşünün. iyilik, cesaret, milliyetçilik, adalet vs. bunlar tamamen insan elinden çıkma ama varlığına artık en inançsız insanların bile inandığı kavramlar. ben ise olmadıklarını söylüyorum, yani dünyada böyle şeyler yok, hiçbirşeyin bir anlamı yok, tüm kavramların içi boş.
iyiliği ele alalım, bir insan niye iyilik yapar bir düşünün. sevap kazanmak için mesela, yani kendisi içindir. toplumda saygın bir yere gelmek içindir. karşındakinin kendine duyduğu minnetten haz aldığı içindir. iyiliği iyilik yapan aslında yine bencilliğimize hitap etmesidir. şimdi dengeleri değiştirin, bir insana iyilik yaptığınızda günaha girdiğinizi düşünün -inançlılar için konuşuyorum tabi- devam edebilir misiniz iyi insanlar olmaya? ya da herhangi bir insana yardım ettiniz, bir teyzenin yolda karşıdan karşıya geçmesine yardım etttiniz ama karşıya geçtiğinizde sizi "teşekkür mü bekliyosun bu kadar basit bir şey için" diye azarladı, bir daha böyle bir şey yapar mısınız? "iyilik yap denize at"ı motto belirlediniz belki, bunlara evet diye cevap veriyorsunuz, ama şöyle diyeyim iyilik yapıp denize atanlar bile bunun kendilerine cennette geri döneceğini düşündükleri için yapıyorlar. iyilik her zaman takdir edilen yapanı yücelten birşey olduğu için bu kadar üst düzey bir konumda şuan, o yüzden bu kadar övülen bir nitelik. ancak şöyle bir çevrenize bakın, değişiyor bu yaşlıların da şikayet ettiği gibi, iyilik yapanlar kazık yedikçe çevrelerinden kötüleşiyorlar onlar da çünkü bir yararı olmadığını görüyorlar. yani siyah-beyaz, iyi-kötü diye birşey yok herkes iyi herkes kötü, tamamen çevremize , o anın şartlarına, inancımıza, yetiştirilişimize bağlı birşey bu.

kavramların içinin boş olmasını tek tek incelemek istemiyorum, diğer kavramlarla ilgili yazılarım var isteyen onlara bakabilir (aşk ve milliyetçilik hakkında var). zaten yukarıdaki örneğimi anladıysanız geri kalanını da anlayabilirsiniz. size var olan tüm değerlerin aslında yüzyıllar boyunca dinlerin etkisiyle, yaşam koşullarının etkisiyle, abartılı duygusal yapımız etkisiyle çıktığını söylüyorum. kafanızı tüm dinlerden ve önyargılardan arındırarak bakın, aslında anlamı olan herhangi birşey görebilecek misiniz? yani patlamayla oluşmuş bir kaya parçası, üzerinde şans eseri yaşam oluşmuş, evrimleşmiş ve zamanı geldiğinde soylarını devam ettirmek için çocuklarına göstermeleri gereken hassasiyet, koruma duygusu kendi duygusal yapıları nedeniyle değişime uğramış bunun sonucunda sevgi ortaya çıkmış. hayvanları seviyoruz, insanları seviyoru blabla. niye? tamamen bahsettiğim nedenler başka bir nedeni yok! cesaret diyoruz, hep görüyoruz ordusunun tamamı için kendisini feda edenleri vs.? çünkü cesaret kavramına övgüler diziliyor, insanların içine yerleştiriliyor. o adam kendini feda ettikten sonra geri kalanların arkasından "lan ne salak herifti, öldürdü kendinini bizim için mauhaua" diye dalga geçeceklerini bilse kendi canını verir mi? asla vermez! peki bu adam için o öldükten yani yok olduktan sonra arkalarından insanların ne diyeceği ne farkediyor? yani ölmüş yok olmuş amacına ulaşmış diğerlerini kurtarmış artık övseler nolur yerseler nolur ama diyorum eğer ölünce böyle diyeceklerini bilse vermez canını! belki biri, ikisi verir ama bu kavram bundan sonra bu şekilde anılmaya başlarsa yani cesaret = mallık olursa ortada cesur insan diye birşey kalmaz! hayatta iz bırakmaya çalışıyoruz, öldükten sonra adımız kalsın diyoruz, en çok da ateistler diyor bunu, ben öldükten sonra yaşama inanmıyorum öldükten sonra yaşam ancak dünyada adımı bırakıcak bir şeyle olur diyorlar. niye? niye biz öldükten sonra insanların arkamızdan nesiller boyunca övgüyle söz etmelerini istiyoruz? ölmüşüz, yok olmuşuz, arkamızdan tüm dünya lanet etse ne farkeder? yoksun artık , ölmekten bahsetmiyorum yok olmaktan bahsediyorum sizlere. işte dediğim gibi bunların hepsi içimize toplumla yerleşmiş şeyler.

adalet diyoruz, iyilik kötülük olmazsa nasıl adalet olabilir? hemen örnek vereyim, bir seri katil 5 kişi öldürmüş hemen şerefsiz, pislik vs diyoruz. ama o seri katilin yaşamına baktığımızda yüzde 95 "babası tecavüz etmiş, arkadaşları işkence etmiş, annesi her gün kırbaçlamış, sevgilisi onu öldürmeye kalkmış vs." gibilerinden bir bozukluk görüyoruz. siz alın bu seri katili çocukken tamamen başka bir ailenin yerine koyun yine bu adam seri katil olur mu? o halde biz bu adamı niye cezalandırıyoruz? tecavüzcüleri görüyoruz, lanet ediyoruz, öldürülmeli diyenler bile oluyor, bilirsiniz. peki bu adam hayatı boyunca kadınlardan "ıyyy git be kroo senle mi çıkıcam" tepkisi almasa veya daha da basiti toplum sürekli beynine sex pompalamasa böyle mi olurdu? bu adam yakışıklı biri olarak doğsaydı, ailesi zengin olarak doğsaydı, zeki biri olarak doğsaydı böyle mi olurdu? bakın size üç tane tamamen doğuştan gelen şey söyledim bunlardan biri bu adamda olsa bu adam böyle olmazdı! şimdi biz bunu cezalandırdık ve buna adalet dedik, nasıl bir adalet bu? adamın bu noktaya gelmesinin tek sebebi çevresi, yaşam şartları. gördüğünüz gibi en kötülerin bile kötü değil tamamen toplumun yan etkileri olduğunu anlatıyorum size. hala nasıl adalet var diyebiliriz dünyada? bu açıdan bakınca sadece şans var gibi gözüküyor.

sonuç olarak siz kendinize göre bir hayat anlamı oluşturmadıysanız -ki bu çoğu insan için dindir- bilim ışığındaki bu anlattığım hayatın bir anlamı yoktur. bu açıdan bakarsanız her davranışın da bir temeli olduğunu görürsünüz. yani emoların kendilerini yine toplum tarafından onlara aşılanmış farklı olma çabası vs gibi nedenlerle emo olduğunu, tikkky'lerin tamamen çevresinde kabullenilmek için, sevilmek için öyle olduğunu görürsünüz. bir emo ile bir zeytinburnu delikanlısını çocukluktan alıp ailelerini ve yaşam çevrelkerini değiştirerek delikanlıyı emo , emoyu delikanlı yapabileceğinizi görürsünüz. işte bunu da görürseniz aslında "özellikle belirli bir zeka seviyesinin altında" seçim diye bir şey olmadığını, her canlının sadece çevresine en uygun şekilde uymaya çalıştığını ve insanların kişiliklerinin de "gen + çevre"den ibaret olduğunu görürsünüz. bu noktadan sonra benim tavsiyem kendinize bir hayat anlamı bulmanız yoksa sizin de sonunuz bukowskiye, cobaine falan benzer herhalde.

benim için mesela dindir, eğer allah'a inanmasaydım artık kendimden başka hiçbir şey umurumda olmazdı. yalnız bu konudaki tek sıkıntım da bu anlattıklarımın bir açıdan dinle de çelişmesi. yani bizim caminin imamını alıp çocukken amerikaya koysan misyoner olup taksim sokaklarında sürtebilirdi belki diyorum. müslüman olmamızın da sadece şanstan olduğunu, müslüman bir ülkede doğma şansımızdan ibaret olduğunu görüyorum, evet. ayrıca yine bahsettiğim "çevre + gen" formülü var, yani dine bağlı olan bir insana bakıyorum ailesi de dine bağlı, çevresi de. o zaman bu insan ateist bir anne babanın çocuğu olsa, ya da böyle ortamlarda büyüse yine böyle mi olurdu?

böyle de kafa karıştırıp bitiririrm işte.
alnımızdaki görünmez kalem oyunlarının mahkumları mı, kendi hayat oyunumuzun başrol oyuncusu muyuz?

gözlerimizi ağlayarak açtığımız şu hayatta bir el mi yönetiyor bizi, biz mi ellerimizi ovuşturuyoruz? hiçbirini bilmiyoruz. bilinmezliğe doğru yol alırken kararlı adımlarla, tökezleyip düştüğümüzde kader deyip sıyrılıveriyoruz düşüncelerin içinden. feleğin tekerine çomak sokup yola devam ediyoruz. bu kez düşmeyeğim!! feleğin işi gücü yok başımızı beklemiyor ya. ikinci felakette kısmen yitiriyoruz iplerin bizim elimizde olduğuna dair inancımızı. demek ki feleğin boş günüymüş, boşuna dönmüş teker, çürükmüş çünkü soktuğumuz çomak.

bir teker kaç yerinden çomaklanırsa durur, aynı çomak birden çok işe yarar mı feleğin tekerinde? aynı sevdaya (hataya) nasıl bin kere düşer insan?

aklımızda binbir soru, figüran oyuncu oskarı elimizde ölüyoruz.
kendi varlığında kendine en çok engel teşkil eden şeydir sanırım hayat.. siz güzel olsun istersiniz yani hayatı güzelleştirmekten bahsediyor insan burada.. ama hayat ah ulan hayat.. gider en olmadık şekillerde sıçar içine hayatın.. yani kendisinin.. nese lafı çok uzatmıcam.. az önce bir cümle gördüm onu paylaşmak isterim..

"hayat! benden aldıklarını nerene sokacaksın merak ediyorum"...
gözlerinin rengine dalıp, mazide kalan hatıraları canlandırıyordum zihnimde...

bütün beğenilerini, korkularını, kaygılarını, zevklerini kendimle takas etmiştim..

eğer hala bende, benden eser varsa

eğer hala maşuğun olduğum yerde senin varlığından söz edilebiliyorsa ortada aşk falan yoktur azizem..

ortada hayat vardır sonu baştan sona seninle döşenen...

hayat?

"sen" demek..

...

bir ikindi vakti zihnimle kalbimin buluştuğu noktada seni hayal ediyorum...

kokunu hatırlamaya çalıştıkça, daha bir derinleşiyor duygularım...

uzaktan sevmek var ya.. bir mahkumun pencerelerden özgürlüğe bakması gibi diyorum...

ve eğer şanslıysam diyorum:

gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi...

hayat geç kalmayı affetmiyor ıssız ve inatçı kadın...

yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına

ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin ?

...

demedim mi sana: "deniz benim, sen bir balıksın;
karaya, kuruluğa gitme; arı duru denizin benimdir ancak." diye ? ...

..

bir aşk hikayesinde çok seviliyor olabilir insan;

ama her şeye rağmen kalamıyorsa kahraman

valizini toplamalı artık yavaştan...

unutma: alkol sadece başını döndürür, gideni değil...

aslında hikaye şundan ibaret: gülü herkes sever.
mühim olan, dikeni sevebilmek

ve "katlanıyorum" demek değil,

"dikenleriyle sarıyorum" diyebilmektir marifet...

...
hayat kat kattır. babil'in asma bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir...
ve bir terastan bir terasa beni yalnız sen götürürsün.
ve bugün durduğumuz bu teras,
seyrettiğimiz manzara,
gördüğümüz hayat,
senin terasın, senin manzaran ve senin hayatın.
benim hayatım ise, benim seçtiğim kadındır...

...