bir önceki seanstı sanırım, yani birkaç yıl önce. bu derdi anlatmaya çalışmış, bir şeye benzetememiştim. bu yazı da bir şeye benzemeyecek. ama bazı yazılar böyle şeyleri sorun etmeyebiliyorlar. sanırım bundan daha büyük bir derdim yok. bilmekle ilgili şu diğer dert daha sağlam, ama nasılsa çok da ayrı şeylerden bahsediyor olmayacağız. bilmek ne kadar mühimse, akılda tutabilmek de o kadar mühim. ve maalesef bir o kadar da zor. bizi tasarlayan tanrı, hayatı ciddiye almamamız için ne gerekiyorsa yapmış. almakta ısrar edenler onu eğlendiriyor mudur acaba.
hafızanın sınırlı bir alan olduğunu ilk fark ettiğimde, yani unutmayı ilk keşfimde, ya da geçmişin neden geçmiş olduğunu, bir tür istifçiye dönüşmüştüm. onlu yaşların sonuydu sanırım. fil hafızasına sahip olduğu söylenen bir insandım ve insanların, bundan bile daha azına sahiplerse, bununla nasıl yaşadıklarına hayret ediyordum. aklımda kalacak olan şeyleri çoğaltmanın yollarını eşyada bulmuştum doğal olarak. her kayda değer anıdan, günden, insandan, yerden, görünce tazeleneceğim bir şey bulup saklamaya başladım. bir fiş, bir sigara pakedi, bir yara bandı, bir şişe kapağı... her şey olabilirdi bu. boş bir kağıdı atacakken dahi bana önemli olup olmadığını soran bir aileye sahiptim, o kadar tatlılardı ki bana bunun ne kadar boş bir uğraş olduğundan hiç bahsetmediler. neyi deneyimlese henüz bilmeyenlere "o iş öyle değil" tribi çeken bu çocuğu nasıl ürettiler acaba.
istifçilik zor bir iştir zira hafızanın nasıl ki bir sınırı varsa, mekanların da sınırı vardır. üstelik çokça gezinmeli bir yaşam biçiminde, türlü çeşit şeyle dolu türlü çeşit kolilililerle ordan oraya taşınmak sürdürülebilir uğraş değildir. bu da istifçiyi zamanla daha seçici, daha akılcı olmaya zorlar. aynı şeyi hatırlatacak birkaç nesneyi, en değerlileri/etkilileri kabul edilecek olan tek nesneye düşürür. çocukluğunun geçtiği evden ayrılırken, sonra bir diğerinden, sonra bir diğerinden, saklamak için bir tek anahtarları koyar kutusuna mesela. yerden tasarrufta azaltma ve sıkıştırma kadar, dönüştürme de çok faydalı bir yöntemdir; oyuncak arabanızı saklayamıyor musunuz, vedalaşmadan önce bir fotoğrafını çeker ve onu saklarsınız örneğin. neleri bu saçmasapan yöntemlere kurban vermişsinizdir acaba.
sonra aradan yıllar geçer. ne kadar seçici olursanız olun, yine bi dünya nesneniz, bir sürü kaydınız, yüzlerce fotoğrafınız, artık nereye ait olduğunu hatırlamakta zorlandığınız bir sürü "şey"iniz olmuştur. belirsiz aralıklarla, bu şeyleri düzenleme, ayıklama, azaltma işine girişirsiniz doğal olarak ve işte, ben bu geçmiş olanın son parçasını da geçirme seanslarından bahsediyorum. hayatta başka hiçbir şey, bir insanı bu kadar saçmasapan bir kafaya sokamaz. sonunda koca bir haftasonu yalnız ve işsiz kalıp, her türlü dertten/muhabbetten uzakta otururken, altımdaki kanepenin bir altı olduğunu hatırlayınca, en son üç-dört yıl kadar önce elden geçirdiğim şeylerle yeniden merhabalaştım. her zamanki gibi düşündüğüm ilk şey, bir deprem, bir yangın, bir zamansız felaketle her şeyini kaybetme yazgısı oldu. bu düşüncenin getirdiği anlık sarsıntının, kıymakta zorlandığım şeyleri atmada çok yardımı olmuştur. bir de, "hadi ölene kadar sakladın diyelim, ölünce kimse için bir anlamları kalmayacak ki" derim, bu da biraz işe yarar. ama derdim bu seçme/vazgeçme hadisesi değil hayır. derdimi sikecek bir hayırsever var mıdır oralarda acaba.
bir önceki seansa girerken her şeyin geçip gittiğini öğreneli çok olmuştu. bir yerden sonra tutulan şeylerin unutulan duyguları hatırlatmaya yetmediğini ise o günlerde öğrenmiştim. o güne kadar öğrendiğim şeylerin en büyüğüydü. bir binanın sadece bina olması işte. bir kalemin sadece kalem. dayak yemiş gibi olmuştum. unutmasak bile hatırlamıyorduk. olanların bir önemi yoktu. olmuş olan her şey bir süre sonra olmamış kadar oluyordu. en derin acılardan, en büyük mutluluklara kadar. hakkaten, kimdi o çocuk? neresiydi o yer? o şarkı ne hakkındaydı? ne hissediyordum? mutlu muydum? mutluluk neydi ki o zamanlar? "neler olduğunu" biliyorum, oradaydım, unutmuyorum. ama "ne demek olduğu" hakkında artık hiçbir fikrim yok.
"tecrübe" insanı yaşarken öldürürdü, unutmak denilen eşsiz dost olmasaydı. kendisine kaç can borcumuz vardır allah bilir. geçmek diye bir şey olmasaydı kaç sikko derdin ömrümüzü yemesini izlemiştik allah bilir. unutma yeteneği, tasarımcımızın bize bahşettiği belki en büyük nimet, tamam da... ölmememizin olduğu kadar, sürünmemizin de nedeni bu değil mi? bak mesela ne olmuş o üç-dört senede sevgili okur. bakmışım ki zaten bir işe yaradıkları yok, akıldan çıkan çıkmış, yaprak kıpırdamıyor işte ne iyi ne kötü bir şeyi hatırlayınca; neredeyse hepsinden kurtulmuşum. o kadar az şey bırakmışım ki, hani artık "bunu ölene kadar sakla bi zahmet" dediğim şeyler kalmış geriye bir tek. kötü olan bu değil. kötü olan, onların da artık atılabilir olması. kötü olan, son yıllarda üzerlerine eklenmiş çok daha az şeyin olması. artık önemli bir şey mi olmuyor? bu yaşamak artık yaşamak mı değil? öyle olsa keşke. pekala yaşıyoruz, pekala devam ediyor hayat, ama artık hiçbir şey o kadar da önemli değil. çünkü nasılsa, her ne oluyorsa yakında unutacağız. nasılsa, hayat aklımızda tutabileceğimizden çok daha uzun, ve onun beşer yıllık periyotlarında ne kadar değiştiğimizi fark edemeyecek kadar yakın olduğumuz üç-beş insan dışında bu hayatta hiçbir şeyin bir önemi yok. "bir şey çok önemli değilse, hiç önemli değildir." diyor ya ismet abi, o hesap. geçmişi bilemeyeceğiz, geleceği zaten bilemiyoruz; sonsuz bir "şimdi"den başka hiçbir şeyimiz yok. şimdi şöyle olmuş, böyle olmuş, ne önemi var allaşkına, sevgili okur? birkaç sene sonra taymlaynının inmeye üşeneceğin kadar aşağısında kalmış bir fotoğraf, kanepenin altından çıkarıp "öeeh lanet olası anılar" diyerek atacağın bir mektup, anısının ortağı olan insana versen "ne yapayım götüme mi sokayım" diyeceği bir eşya olacak en iyi ihtimalle; ne önemi var?
değişmeyen bir hayatla ne yapardık bilemiyorum. değişen bir hayatla nasıl yapabiliyoruz, onu da bilemiyorum. hafızadaki bu ince ayar, ne kadar ince? bir tık azı ne yapabilirdi bize, bir tık fazlası ne? öyle bir deneyim ki ne güldürüyor ne öldürüyor; madem her şey unutuluyor, her şeyin geçtiğini, her şeyin geçeceğini de unutamaz mıyız, acaba.
hafızanın sınırlı bir alan olduğunu ilk fark ettiğimde, yani unutmayı ilk keşfimde, ya da geçmişin neden geçmiş olduğunu, bir tür istifçiye dönüşmüştüm. onlu yaşların sonuydu sanırım. fil hafızasına sahip olduğu söylenen bir insandım ve insanların, bundan bile daha azına sahiplerse, bununla nasıl yaşadıklarına hayret ediyordum. aklımda kalacak olan şeyleri çoğaltmanın yollarını eşyada bulmuştum doğal olarak. her kayda değer anıdan, günden, insandan, yerden, görünce tazeleneceğim bir şey bulup saklamaya başladım. bir fiş, bir sigara pakedi, bir yara bandı, bir şişe kapağı... her şey olabilirdi bu. boş bir kağıdı atacakken dahi bana önemli olup olmadığını soran bir aileye sahiptim, o kadar tatlılardı ki bana bunun ne kadar boş bir uğraş olduğundan hiç bahsetmediler. neyi deneyimlese henüz bilmeyenlere "o iş öyle değil" tribi çeken bu çocuğu nasıl ürettiler acaba.
istifçilik zor bir iştir zira hafızanın nasıl ki bir sınırı varsa, mekanların da sınırı vardır. üstelik çokça gezinmeli bir yaşam biçiminde, türlü çeşit şeyle dolu türlü çeşit kolilililerle ordan oraya taşınmak sürdürülebilir uğraş değildir. bu da istifçiyi zamanla daha seçici, daha akılcı olmaya zorlar. aynı şeyi hatırlatacak birkaç nesneyi, en değerlileri/etkilileri kabul edilecek olan tek nesneye düşürür. çocukluğunun geçtiği evden ayrılırken, sonra bir diğerinden, sonra bir diğerinden, saklamak için bir tek anahtarları koyar kutusuna mesela. yerden tasarrufta azaltma ve sıkıştırma kadar, dönüştürme de çok faydalı bir yöntemdir; oyuncak arabanızı saklayamıyor musunuz, vedalaşmadan önce bir fotoğrafını çeker ve onu saklarsınız örneğin. neleri bu saçmasapan yöntemlere kurban vermişsinizdir acaba.
sonra aradan yıllar geçer. ne kadar seçici olursanız olun, yine bi dünya nesneniz, bir sürü kaydınız, yüzlerce fotoğrafınız, artık nereye ait olduğunu hatırlamakta zorlandığınız bir sürü "şey"iniz olmuştur. belirsiz aralıklarla, bu şeyleri düzenleme, ayıklama, azaltma işine girişirsiniz doğal olarak ve işte, ben bu geçmiş olanın son parçasını da geçirme seanslarından bahsediyorum. hayatta başka hiçbir şey, bir insanı bu kadar saçmasapan bir kafaya sokamaz. sonunda koca bir haftasonu yalnız ve işsiz kalıp, her türlü dertten/muhabbetten uzakta otururken, altımdaki kanepenin bir altı olduğunu hatırlayınca, en son üç-dört yıl kadar önce elden geçirdiğim şeylerle yeniden merhabalaştım. her zamanki gibi düşündüğüm ilk şey, bir deprem, bir yangın, bir zamansız felaketle her şeyini kaybetme yazgısı oldu. bu düşüncenin getirdiği anlık sarsıntının, kıymakta zorlandığım şeyleri atmada çok yardımı olmuştur. bir de, "hadi ölene kadar sakladın diyelim, ölünce kimse için bir anlamları kalmayacak ki" derim, bu da biraz işe yarar. ama derdim bu seçme/vazgeçme hadisesi değil hayır. derdimi sikecek bir hayırsever var mıdır oralarda acaba.
bir önceki seansa girerken her şeyin geçip gittiğini öğreneli çok olmuştu. bir yerden sonra tutulan şeylerin unutulan duyguları hatırlatmaya yetmediğini ise o günlerde öğrenmiştim. o güne kadar öğrendiğim şeylerin en büyüğüydü. bir binanın sadece bina olması işte. bir kalemin sadece kalem. dayak yemiş gibi olmuştum. unutmasak bile hatırlamıyorduk. olanların bir önemi yoktu. olmuş olan her şey bir süre sonra olmamış kadar oluyordu. en derin acılardan, en büyük mutluluklara kadar. hakkaten, kimdi o çocuk? neresiydi o yer? o şarkı ne hakkındaydı? ne hissediyordum? mutlu muydum? mutluluk neydi ki o zamanlar? "neler olduğunu" biliyorum, oradaydım, unutmuyorum. ama "ne demek olduğu" hakkında artık hiçbir fikrim yok.
"tecrübe" insanı yaşarken öldürürdü, unutmak denilen eşsiz dost olmasaydı. kendisine kaç can borcumuz vardır allah bilir. geçmek diye bir şey olmasaydı kaç sikko derdin ömrümüzü yemesini izlemiştik allah bilir. unutma yeteneği, tasarımcımızın bize bahşettiği belki en büyük nimet, tamam da... ölmememizin olduğu kadar, sürünmemizin de nedeni bu değil mi? bak mesela ne olmuş o üç-dört senede sevgili okur. bakmışım ki zaten bir işe yaradıkları yok, akıldan çıkan çıkmış, yaprak kıpırdamıyor işte ne iyi ne kötü bir şeyi hatırlayınca; neredeyse hepsinden kurtulmuşum. o kadar az şey bırakmışım ki, hani artık "bunu ölene kadar sakla bi zahmet" dediğim şeyler kalmış geriye bir tek. kötü olan bu değil. kötü olan, onların da artık atılabilir olması. kötü olan, son yıllarda üzerlerine eklenmiş çok daha az şeyin olması. artık önemli bir şey mi olmuyor? bu yaşamak artık yaşamak mı değil? öyle olsa keşke. pekala yaşıyoruz, pekala devam ediyor hayat, ama artık hiçbir şey o kadar da önemli değil. çünkü nasılsa, her ne oluyorsa yakında unutacağız. nasılsa, hayat aklımızda tutabileceğimizden çok daha uzun, ve onun beşer yıllık periyotlarında ne kadar değiştiğimizi fark edemeyecek kadar yakın olduğumuz üç-beş insan dışında bu hayatta hiçbir şeyin bir önemi yok. "bir şey çok önemli değilse, hiç önemli değildir." diyor ya ismet abi, o hesap. geçmişi bilemeyeceğiz, geleceği zaten bilemiyoruz; sonsuz bir "şimdi"den başka hiçbir şeyimiz yok. şimdi şöyle olmuş, böyle olmuş, ne önemi var allaşkına, sevgili okur? birkaç sene sonra taymlaynının inmeye üşeneceğin kadar aşağısında kalmış bir fotoğraf, kanepenin altından çıkarıp "öeeh lanet olası anılar" diyerek atacağın bir mektup, anısının ortağı olan insana versen "ne yapayım götüme mi sokayım" diyeceği bir eşya olacak en iyi ihtimalle; ne önemi var?
değişmeyen bir hayatla ne yapardık bilemiyorum. değişen bir hayatla nasıl yapabiliyoruz, onu da bilemiyorum. hafızadaki bu ince ayar, ne kadar ince? bir tık azı ne yapabilirdi bize, bir tık fazlası ne? öyle bir deneyim ki ne güldürüyor ne öldürüyor; madem her şey unutuluyor, her şeyin geçtiğini, her şeyin geçeceğini de unutamaz mıyız, acaba.